NYMPHA-Ser adını koydum. Bana tek başına olduğunu inandırmaya çalışıyor; verdiğim isimde, çoksalar çok oluşu da kapsayan bir mânâ var: REİS Nympha, NYMPHALAR’ın Reisi… Biri lâkab, öbürü durum belirtici… Doğrusunu söylemek gerekirse, asıl konuşan ve yanında ona katılan iki kişi ile, şimdiki tahminim üç kişi; ama uykuya müsaade ettikleri - kendimde olmadığım üç beş saat dışında kesintisiz devam eden “işlerinde”, üç kişinin en az 2-3 sene günde 20 saat devamlı “çalışabileceklerini” zannetmiyorum. 2005-2007 arası, “sıra sizde” diye, sahneye girenin rolünü oynaması, sonra çıkması, yeri geldiğinde yine girmesi şeklinde, birbiriyle paslaşan 3-5 kişilik üç grub gibi görünüyorlardı. Kişi değişince ses de değişiyor diye birşey yok sanıyorum; o, aynı sesle ayrı kişilerin konuşması şeklinde ayarlanabilir birşey… Bu, oradan ayarlanmış olarak gelebileceği gibi, benim işitme merkezimde o sesi süzme ayarı ile de olabilir… Kişilerin konuşma üslubunda bu gerçekleştirilebilir mi? O tam olamaz, bunu kat’i olarak söyleyebilirim; çünkü ne olursa olsun, her tabiî konuşmada olduğu gibi kişiye mahsus bir kelime seçimi ve tertibi tüter… O üç grub ufalanarak, sonradan tek gruba düştü, daha sonra tek kişi yanında ara sıra lâfa giren, en nihayet tek kişi yanında birkaç kişi varmış gibi bir intiba vermek için fon mırıltı… Pek umurumda değil kaç kişi olduğu; NYMPHA-Ser her ne kadar beni ilgilendirmek istese de… ORKİD adını verdiğim biri, “herşeyi ben yapıyorum!” demişti nedense üç grub olduğu zaman bir gece. İsminden ona kızdığım belli; ama onu tok mantıklı, his yerine bu tarafı baskın bir KARAKTERLİ diye takdirime aldım. Düşmanlık tamam, ama serin bir düşünceyle bakınca, ne gördümse onu söyleyebilmek, aleyhimde olan yerde bile benim bir vasfım. Aşağılamada, sanat tarafım çarpıcıdır; bunun farkındayım. Ama dikkatimi çeken, samimiyet kendini belli eder ya öyle, karşımda duranı da mesele neyse takdir ederim. ORKİD’i ele almamın sebebi görünecek - bu ayrı mesele. Sonra belki 1 seneden fazla bir zamandan beri, karşılıklı alay ve kalaylar çerçevesinde ben ne zaman ORKİD desem, NYMPHA-Ser, onun sesinden ayrı olarak kendisinin o olduğunu söylüyor. NYMPHA-Ser, gördüğünüz gibi yeni bir isim. 7 sene önce çapulcu bir gariban intibaı ile takıldığım bu tip, sanki mukabil hakaretlerim deterjan, akıl yönünden maymundan insana inkılâb etti. Maymunluğu andıran tarafı, pisin pisi belden aşağı lâflamaları - benden bilmukabele mecburen. TELEGRAM bir işkence - bu böyle. Bunun dışında işkencenin karşılıklı ve ağırlığı benim tarafta olmak üzere, alay, küfür çerçevesinde sözler, derken bıkkınlık tarafı; böyle olması lâzımken, bıkkınlığı kırıcı alay içinde çıkan nükteler, hikmetler, benden yana şiir taklidi ve arasıra sahici - aslında şaka görüntüsüne kurban giden ciddileri vesaire, galiba terapi olan onlar. Bu şaka. Ama ben olmasam onların yaptıkları işle çatlayacakları, anlayışları olmasa benim yaptıkları işle patlayacağım bir gerçek… İşte aleyhime, düşmanıma benim karşıma nasıl çıkmalarına dair bir ipucu; ama ben, hakikati tesbit edip ifâde edebildiğim, anlayışa çattığım yerde memnunum… Sanıyorum asıl anlatmak istediğime bir giriş yapmış oldum, göreceksiniz… NYMPHA-Ser kurgularından, bana gerçek olarak yutturulmaya çalışılan, gerçekten öyle de olsa farketmez biri ki, iki aya yakındır işleniyor: “Ne çoluk çocuğum, ne karım var, ne kimsem - bir ismim vardı, ama işler eskisi gibi değil!” diye yakınan ve ıstırab duyan, belâ arayan görevli varmış. Eskiden mahkûm tepelermiş, bir isim yapmış, şimdi o nâmı –suçlu ben!– pörsümüş. O, aç kalmış ayı perişanlığında, benimse “hiç olmazsa iyi kötü bir ismim!” varmış. NYMPHA-Ser, bunu bana onun durumunu hafifletici olarak söylüyor… Ben de alayla, ama hakikati ifâde edici bir söz söylüyorum: “Yok da olsa, OLMAK yok mu, yaşatan da o, ölmek de!”… Bu ifâde, benim YAŞAMAYI DENEME isimli romanımın kahramanı KİM’den… Hani bunlar inançsız ya… Sonra NYMPHA-Ser, alayla, “şöhret için çalışmayla, Allah rızası için çalışma!” bahsinde, bana Allah rızası için çalıştığımı göstermek üzere yazmayı bırakmamı söylüyor… Böyle şeyler… “Var olmak, bilinmektir!” diyorum, ama espri olsun diye… Sonra iş ciddiye binince, ORKİD’in 2005’te ettiği bir lâfı geliyor aklıma: Kan kokusu almış sırtlan sarhoşluğu ve “en büyük çete olma” şevki içinde, nasılsa ben garanti av, bir gece şöyle dedi —“Bütün milletin gözü üstümüzde!”… Ben bunu, o zaman da şimdi de, onun için aleyhte bir unsur olarak görmedim, görmüyorum; samimi ve hakikati olan bir dava olarak karşıladım, şimdi de… Dediğim gibi: “Var olmak, bilinmektir!”… Bunun üzerinde duruldu mu, “beni bilen kim?” davasından, her türlü beşer münasebeti dışında “Allah’a imân” gereğine çıkılır. Demek ki, en hakir bir fertten, en ulvî Zât’a kadar, beşerî şöhretin en tantanalısından en alelâdeye kadar, ulvî ve süflî, bilinmek asıldır; mesele, hakikatin hakikati olarak imânda - son tecridte. En başta bulunan. Bunu bir cemiyet ve Devlet bahsi içinde düşündün mü, o imânın tertiblerinde “ideal model” ortaya çıkar. Her eğri oluş kendisine nisbet edilecek olan. Model, herkesin emeğiyle olmak istediğine yol göstermekten başka, ne olunamadığının da kendisine nisbetle gösterilebileceği olandır… Düzenli cümlelerle olmasa da, söylediğim böyle şeyler - son bir aylık fasıl… “Zihnimden geçeni mi öğrenmek istiyorsunuz? İşte zaten bildikleriniz? Yoksa beni kullanmak mı istiyorsun?”… Aynı şaka-alayla ekliyorum: “Katiyyen olmaz!”… Sözümün şaka veya alay olması, onlara kalmış… Bu NYMPHA-Ser, belki taktik olarak TELEGRAM’ı tek kendinde göstermek istiyor, her neyse, tekil söyleyeyim, garib mahlûk veya rolünde: Pek herkesin kolayından anlamadığı bir şeyi, anladıktan ve bundan zevk duyduğunu ben hissettikten sonra, yine ahmaklığına dönüyor… Devam: “Kendini varlığın bir yerine bağlamadan yapamıyorsun; zifiri bir karanlık-hiçlik içine Kâinat’ın gömüldüğünü düşün, dürülüp yok olduğunu. Her ne kadar ölümden sonrayı düşünmemekten bahsetsen de, bütün varlığın yok oluşunu istemiyorsun. Yoksa, ben öldükten sonra Kâinat büsbütün hiç olsa ne çıkar dersin; oysa sen ölsen de varlık adına katılacağın bir varlık kalsın istiyorsun!”… Biraz kendini dinleyen her insanın bulacağından hareketle iş, büyük velinin “Topyekûn varlık ortadan kalksa, bana bir keder ulaşmaz!” diyesiye bir hakikate çıkar: “Allah dost ve yol göstericisi Resûlü… HOŞ: Nympha-Ser, zihnimden geçene-dilime giriyor, ben yazmaya veya konuşmaya başladığımda da, hem bedenime sıkıntı ve hem zihnimi karıştırma gibi bir telâş içinde, onu kendileri empoze etmiş görünmek üzere lâfa giriyor. Aslında leb demeden leblebiyi anlamaya kadar gider bir basit mesele. Onlara bu hususta, bilinmeyen bir melodiye bile girilebildiğinde de, icracıyla aynı sonrakilere geçilebildiği misâlini veriyorum. Ama icra olmadan, tanıdığımız bir melodiye bile kendimizin giremediği durumlar olduğunu da… Misâlimin hoşluğunu takdir, onlardan. İşte benim için asıl hoşluk!”
*
NYMPHA-Ser, Salı gecesi musallat… Benim kitabların “akıllılarca” paralanarak paylaşıldığından dem vurma faslından olarak; kimi düpedüz, kimi tashih, kimi kelime değiştirerek yapıyormuş… İNTERNET’te, yahud bilmem nede… Tabiî olarak herşeyi takib edemiyorum… Alâkasız zamanda, alay ederek sinirimi bozmak ve yaptığım işte beni küstürmek amacıyla… Salı gecesi, KAYAN YILDIZ SIRRI’nda, daha önce benim iki mısraını söylediğim bir şiirin kayıb olduğunu, onun eski baskıda bulunduğunu, bunda bir kasıd ve buna benzer şekilde benim yolladığım yeni yazılar ve kitablarımda matbaa öncesi ve matbaada bazı paragraf veya cümlelerin yürütüldüğünü… Şiir kitabımı elime aldım ve VESİLE isimli şiirimi mevcut gördüm: Kuşların düğünü var saçlarında söğütün — Sükûtun ırmağında devrederken güneşler — Hiç konuşma öyle dur yeri yok ki öğütün — Vâdesiz vadelerde fısıldaşırken eşler… Aşk şarkısı söylemek aslında tâ içimden — Ne kaş ne göz ne kirpik hepsi bir vesile — Ama bilmem nedendir muradım bile bile — Kendini aratıyor bir kadının peşinden — (1988)
*
Hadîs: “Vesileye yapışınız!”… Vesile, mücerretlerin tecelli imkânı… TELEGRAMCILAR, kontrole almak, şu, bu, boşver, nefsimin menfi kutbunu köpürtmek ve müsbet kutbunu köreltip ona gömmek üzere bir rolden, kendileri için nasıl bir son dilerler bilmem, benim için ne olursa olsun bir vesile… Şu işlemekte olduğum eser ne? Hele hele, “BEN KİMİM?” davam… Bilerek bilmeyerek herkesin sadece yaşamış olmakla bile varlığını isbatladığı dava. HAYAT, bilmek ve bilinmek, bunu bildireni bilmek ve ona bilinmek için var. Herkesin içyüz ve dış yüzünde bir tarihi.
*
Münasebet: VESİLE, alâka. İki şey arasındaki uygunluk, yakınlık, bağlılık, tevafuk: 553.
İsti’sal: Soruşturma, tahkik etme, araştırma: 553.
İntika: Bir şeyi seçme, ayırdetme: 553.
Mebşure: Yüzü ve vücudu güzel yaratılmış kadın. “Güzel huylu nefs”: 553.
Mesube: İyiliğe karşı Allah tarafından verilecek mükâfat: 553.
Tefeccu’: Canı yanma. Kaygılı olma. Belâ ânında hüzünlü olma: 553.
İntizar: Ümid ederek beklemek: 1552= 553.
Zihin Kontrolu: 1553.
Müctemi’: Toplu, topluca, hepsi: 553.
Mevlâna Celâleddin-i Rumî: (1243’de, İran’ın Belh şehrinde doğdu. Anadolu’da Konya’ya yerleşti… Sözü: Bu taife elini küfre değdirse Şeriat doğar, cahil elini Şeriate değdirse küfür kokar.): 553.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 553.
 
YOLLARIN BİRLEŞTİĞİ YER




Salih Mirzabeyoğlu: 451.


Netb: Büyük olmak, gövdeli olmak. Ebedd-Nefs: 452= 1451.
Bint: Dişi. “İnsan nefsinin kabil-mümkün ve kabul edici vasfı”: 452= 1451.
Lahutî: Uluhiyet âlemine mensub. Sır âlemi. Gayb âlemine mensub. Ruhanî âlemle alâkalı: 451.
Tevehhüm: Evhamlanmak. (Âyet meâli: Denizler tutuştuğu zaman… Deniz: İlim.): 451.
Müteceddid: Yenilenen, yenilenmiş olan: 451.
Mita’: Yolların birleştiği yer. Bir yerin son bulduğu yerin sonu. Geniş yol: 452= 1451.
*
Devlet-i Aliyye-i Ebed Müddet: 950.
Sırat-ı Mustakim: 950.
Rezn: Koparmak. “İşi kapmak. Başarmak. Gedik açmak, delmek-Farz”: 950.
Meşayih: Şeyhler. Pirler. “Boyun”. (LETAİF: Lâtifeler, cisimle ilgili olmayan, derin ve gizli HİSLER, duygular… EMR Âlemi –BERZAH Âlemi ve RABBANÎ âlemden her tecellinin kemâl mertebesi için, Şühud Âlemi– şu görünen âlemde de, beş hassemize muhatab HALK âleminde bulunan BEDENİMİZ’de de, kemâl halkedilmiştir… Malûm, RABB, her mertebede BİR’i gösteren “besleyen, terbiye eden, mürşid”; RABBANÎ, Rabb ile ilgili, O’ndan… Suretsiz ve maddesiz EMR Âlemi, ARŞ’ın üstünde; HALK Âlemi ise, ARŞ’ın altında… HAKÎM Allah ve ABDÜLHAKÎM Koltuğu bahsini hatırlayınız; Efendi Hazretleri’nin, tarikate girişi ile ilgili istiharesinde “5 lâtifenin çeşmelerinde yıkanışı”nı… EMR Âlemi’ne âit 5 lâtifenin, İNSAN ruhunun ten kafesinde kalbine intikalinden sonra BEDEN’de yerleri ve oraya dair yüksekliklerin en yükseği kemâl mertebeleri: Başta kalb ve orada huzur ve tecelli. Ruha âit lâtife, sağ memenin altında ve cezbe-muhabbet. SIR lâtifesi, sol mememin üstünde ve ona âit kemâl VAHDET taleb etmek. HAFA için sağ memenin üstünde, İSTİGRAK-gark olma. SIRRIN SIRRI için BOYUN çukurunda ve “insan mevzuunu bulamaz ki ben desin!” hakikatinin tecelli ettiği lâtife… Allah’ın kendi nefesinden üflediğini buyurduğu ruhun O’na dair mânâsı ile, KALB-Beden’de tecellisi ilgisi, “insan kendi nefsini bildikçe Rabbini bilir; ve bilinen herşey halk, bilinmez Hak’tır!” hikmeti çerçevesinde düşünülürse, bundan kıyasla lâtifeler ve yerleriyle onların iktisabı mevzuunun KALB hakikati ile ilgisi anlaşılır… Lâtifelerin yerleri, Ruhun tevzi yerleri ve onun kemâl mertebeleri… Şuna dikkat: Bâtın kahramanlarının en üstünlerinin yaptıkları tasnif, birbirini destekleyen kelimelerin kavramlaşması ve birbirini destekleyen kavramların sistemi meydana getirmesi gibi, kalb hakikatinde CEM-ÜL CEM belirten bir sistemin BEDENE-Kurban olmuş nefsteki gösterilmesine dairdir… Bu toplu hakikatin açılımları ve tafsili boyunca, tasniflemeye dair sayı değişir. Tıpkı, Allah’ın Zât Âlemi, BERZAH - Emr Âlemi, Halk Âlemi gibi… Ve kelime ve kavramların kullanıldığı yere göre mânâ almasına dikkat… “Devlet-i Aliyye-i Ebed Müddet” terkibinin, hem ruh, hem beden, hem NİZAM-I Âlem gayesi güden siyasî teşkilâtlanma olarak DEVLET mânâsına kök hakikatini göstermiş oluyoruz… “Can boğazdan gelir!” meşhur lâfını bilmeyen yoktur; canın boğazdan gelmesinin KALBÎ hakikati de, belirtildiği üzere. O bir Zümrüd-ü Anka, Simurg, ALBATROS-Deniz kuşu… Ruh hakkında size çok az şey bildirildi!” buyuruluyor âyet’te: İsrailliler’in ALLAH Sevgilisi’ne ruhtan sorması üzerine. “Az, çok” lâfzı ile kilo hesabı mânâlandırmaları bir tarafa bırakarak, Allah Sevgilisi’nde tecelli eden İNSANÎ hakikatin namütenahi sonsuz mânâsına işaret buyurulduğunu sezmeye bakalım. Bilgisizlik bilgisini… İKLÂL. (Kıllet’ten): Azlık, az görme: 162: Ben kimim?): 950.
Zü-Mirre: Halk. Hayırlı amel-Bedîî eserler: 951= 1950.
*
Simurd-Küllî ruh, peşine takılan can kuşlarının nihayetinde kendilerini buldukları neyse O… Bu idealin günümüzdeki gerçeğini, Bodler’in ALBATROS isimli şiirinin hâlimize tatbikinde görelim: Çok kere, eğlenmek için gemi tayfaları — Tutarlar ALBATROSLARI, bu geniş deniz kuşlarının — Tuzlu girdablar üzerinde kayan gemiyi — Takibeden ağır yolculuk arkadaşlarını. — Döşemeler üzerine bırakıverdiler mi onları, — Bu mavilik kralları beceriksiz ve mahçub, — Sarkıtırlar acınacak bir hâlde büyük beyaz kanatlarını — Yanlarında sürüklenen kürekler gibi. — Ne çirkin, ne kadar sümsük olur bu kanatlı seyyah! — O ki vaktiyle o kadar güzeldi, ne gülünç, ne sallapati! — Biri piposuyla usanç verir gagasına, — Öteki taklid eder topallayarak, vaktiyle uçan bu sakatı! — ŞAİR fırtınada uçan ve yaya gülen — Bu bulutlar kralı gibidir tıpkı, — Yeryüzüne sürülmüş yuhalar içinde, — Engel olur yürümesine dev kanatları!..
*
ZURHÂNE: İdman ve talim yeri. “Nefs tezkiyesi için dünya-Kâinat, İslâmî hakikatin ortasına oturtturulmuştur.”: 869.
MENFEZ: Nüfuz edilecek delik, “sır, sıfır, şifre”, pencere. Ağız, yarık. Girilecek yer. (Üstadım’ın “Zındandan Mehmed’e Mektub” isimli şiirinden: “Garib pencerecik, küçük, daracık — Dünya’ya kapalı, Allah’a açık!”… Arş’ın üst ve altı hâlinde, EMR Âlemi ve Halk Âlemi arasında BERZAH oluşunu ve HAKÎM sırrını hatırla.): 869.
İZK: Ağaç dalı. (Hatırlanmalı: MİHAD’ın, Dal harfi, İRŞAD edici. Allah ve Allah Resûlü: DAL, iki ELİF’tir. VAHİD Allah ve VAHÎD Allah Resulü: BERZAH sırrı. Bu sırdan pay hâlinde dereceler. DAL-Mürşid.): 870= 1869.
MEKTUBAT: Müceddid-i Elf-i Sani, –İkinci bin yılının yenileyicisi–, İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nin baş eseri: 869.
Necib Fazıl Kısakürek - Salih Mirzabeyoğlu: 1868= 869.
Albatros: 869.

 
ENDÜLÜS



Levha: (…) Mayıs 1997… ENDÜLÜS benzeri sütunları olan bir yer… Bizim arkadaşların da olduğu bir topluluk var… NAMAZ kılmak sözkonusu oluyor; ikindi vakti… Namaz kılmak için dışarı çıkıyorlar… Ve bulunulan yer KÂBE oluyor; ama daha geniş bir mekân… Namaz kılmak için beklenmesi söyleniyor; RESÛLULLAH Efendimiz gelecekmiş… Biraz sonra O ve yanında Kumandanımız geliyorlar… Resûlullah Efendimiz bir nur yumağı hâlinde… Kumandan’ın üzerinde simsiyah bir elbise var, yüzü ve elleri aydınlık, bembeyaz… Resûlullah Efendimiz imâm oluyor; KUMANDAN ise MÜEZZİN oluyor… Bu sırada Kumandan, tam Peygamberimiz’in arkasında duruyor. — (Umman Şahiner.)
 
*
ENDÜLÜS: (Osmanlı’nın kuruluşunun hemen ilk senelerine tevafuk eden devirde kurulmuştur. Hicrî ve Milâdî tarih hesaplarındaki kaymalar yüzünden, biz üç aşağı beş yukarı 1327 tarihini tercih ettik. Endülüs, Dört Halife Devri’nden sonra kurulan Emevî Devleti’nin yıkılışı üzerine, İspanya’ya geçip orada kurdukları devletin adıdır. Emevî Devleti’nin İspanya’da devamı. EL-DAHİL, yâni “Muhacir” namıyla maruf Abdurrahman’dan itibaren üçüncü HİŞAM’la sona ermek üzere 16 Halife gelip geçmiştir. ABDURRAHMAN’a kadar KURTUBA Emirliği diye adlandırılan bu devlete, bu Hükümdar zamanında ENDÜLÜS Emevî hilâfeti nâmı verildi. Hükümdar, EMİR-ÜL Müminîn unvanını aldı. Bu devir, ilim ve irfanın zirveye ulaştığı, Avrupa’nın ENDÜLÜS’e akın ettiği devirdir… Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin doğumu da, Endülüs’ün Mürsiye şehrinde: 1165: Rahman Suresi’nin 19 ve 20. âyetleri toplamı… EBU BEKİR MUHAMMED BİN ALİ. (Muhyiddin-i Arabî): 485: Mermare-Kadın. “Nefs. İki deniz. İki ilim”… Kaptan Mirzabeyoğlu: 485: Kaptan Gusto Müslüman… Endülüs Devleti’nin yıkılış tarihi: 1602: İtare-Bir şeyin peşini bırakmayıp takib etme. Dikkat ve hiddetle bakma… Endülüs Devleti’nin Başşehri Kurtuba’da, Devlet’in yıkılışından sonra ilk ezan sesi, KURTUBA Camii’nden 409 sene sonra duyuldu… ÜÇIŞIK: 410-1409: Musa Mirzabeyoğlu… MUSA Mirzabeyoğlu: 418= 1417: Necib Fazıl Kısakürek.): 145.
RAHMAN Sûresi 19. âyet: 1145.
Ustumme: Her nesnenin aslı: 145.
Nesike: Hak yolunda kesilen kurban. Çocuğun doğumunda kesilen kurban. (Bedene-Nefsin kurban oluşu.): 145.
Gusne: Tek DAL: 1145.
Suadî: Topalak otu. Kust. “Rüyâ, düş”. (Suude: Mübarek saymak. İyi addetmek.): 145.
Hemlâ: Serab. Kut. Seri - faal. İşi sıkı tutan: 145.
Heysam: Arslan. Kısa boylu. “Tilki. Gönül”. (Kuş’am: Arslan, sırtlan gibi hayvanlar. Karınca yuvası. Pîr… Üstadım’dan: Ruhum kelle şekeri vehimlerse karınca, — Kömürden kara rengim onlar beni sarınca.): 145.
Feyne: Saat. Zaman: 145.
Amele: Amiller. Amel edenler: 145.
*
Tımtım: Kalın etli cüsseli adam. Ebedd. Dilinde pelteklik olan: 98.
Asheb: Tüyünün üstü kızıl, içi beyaz deve. “Beden. İdrak. Can”: 98.
Ez-men: Benden. (Ezman: Zamanlar.): 98.
Ezman: (Kürtçe): Gök: 98.
Halezon: Helezon: 98.
Zaman: 98.
Namaz: Dua. Zikir. Kur’ân. Kunut. Rüku. Salât. Şükür. Secde. Tesbih. Hamd. Günde 5 vakit farz, ona uygun rekâtta sünnet ve vacib olarak kılınan, bunun dışında nafile cümlesine girenlerle - Allah rızası için yapılan ibadet: 98.
*
MÜEZZİN: Ezan okuyan. “Nesebi belirsiz. Kusto-hayâl. Rüyâ. Sâhil. Fikir”. (Nesebi belirsiz olmak, mevzuuna göre nefsi - özü - aslı bilinmeyen herşey için geçerlidir. Bilgisizlik, bilginin bilgisizlikten dolayı devşirilmesi boyunca hep öte mânâsında olabileceği gibi, doğrudan idrakin aczini gösterecek mevzu ve bilgi hâlinde - bilgisizlik bilgisi hâlinde de olabilir. “İdrakin aczini idrak bir ilimdir!”; tasavvufta HAYRET makamı ki, nefsin “ben” diyemediği, O da olmadığını farkettiği-ayırdettiği, ama bir vehm varlık olarak kendini isbat yerine tenzilin edebe daha uygun olması bakımından “O” dediği, O’nda garkolma bakımından bir SEKR hâlinde de aynı şey, nihayet “O değil, O’ndan” hakikatinin ifâdesi bir varoluşan tarzda seyrine-tekâmülüne devam ettiği, bu iştiyaktan başka halk adına birşey kalmadığı… Halk-mahlûk adına birşey kalmaması, bu bilgisizlik, halkın mahiyetinin yokluk oluşu mânâsındadır; idrak seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesinin de değişmesi meselesi… O ve O’ndan: Bu, Allah’ta fani olmanın, Resûlü’nün nefsinden hisse bilgisi mânâsındadır - idrakin aczini idrak… EL-MÜMİN: Kulunu emin kılıcı mânâsında, Allah’ın 99 isminden biridir… MUHAMMED-ÜL EMİN: Allah Sevgilisi’nin ismiyle anılan vasfı ki, Risaletle görevlendirilmeden önce de böyle tanınırdı… MÜMİN: Allah’a inanan kul… Allah’la kulu arasında bir neseb bağı olamayacağı tabiî… Kur’ân’ın ilk muhatabı Allah Sevgilisi olduğu gibi, namaza davet de O’nun nefsinden hisse hâlinde O’nun VARİSİ Sahâbeden tecelli eden bir mânâdadır: Hicret’in birinci yılında, namaz vaktini ilân işini bir usule bağlamak için Allah Sevgilisi, sahabîleriyle görüşüp davetin nasıl yapılması hakkında fikirlerini sordukta, Abdullah Bin Zeyd Bin SA’LEBE isimli sahabî, — “Ey Allah’ın Resûlü, ben bu gece bir rüyâ gördüm. Yanıma yeşil kaftanlar giyinmiş bir kimse geldi ve bana bazı kelimeler talim etti. Öyle ki, uykuda mıyım değil miyim belli değildi!”… Ve EZAN ile KAMET’i, rüyâsında gördüğü gibi okudu, kabul gördü ve sesi güzel Hazret-i Bilâl’e öğretti. İlk ezan okunduğunda Hazret-i Ömer, Allah Sevgilisi’ne koştu, — “Bilâl ezanı nasıl okuyorsa, rüyâda öyle görmüştüm!”… VAHY, İLHAM ve BEDAHET davasını, Allah’tan gelen ve Allah’a dönen insanın kaderinin hasrında bütünleyen mânâ, “ezan” bahsinde göründü… Bu mevzuda bir din büyüğünün tefsiri şudur: “Allah, ezanı VAHY yolundan Peygamberine bildirmeyip sahabîlerine rüyâda malum etmekle, bazı hâlleri ümmete doğrudan doğruya tecelli ettirerek, bütün din ölçülerinin hak olduğuna dair delil vermiş ve itikadlarını kuvvetlendirmiştir!”… Ölçü meâli: “Hem ben, hem bana bağlı olanlar, körükörüne değil, BASİRET üzre Allah’a davet ederim!”… SA’LEB-Tilki. “Gönül-Temizlik. Takva”: 602: SAKB-Delme. Delinme. Bir taraftan diğerine açık olan delik. Berzah. Sütü çok olan deve. “Çok ilim sahibi nefs”. Çok kırmızı. “Basiret, feraset”… HABB-Med. Denizin kabarması, denizde dalga olması. Denizin kararsızlığı. “Merec-el Bahreyn”: 602: ŞÜPÜŞ-Bit. Fely. “Gizli. Rüyâ. Sır”… EZAN-Bildirmek. Namaza davet: 752: Keramet-i Kevniye… CİZN-Ağacın kökü: 752: ZEBAN-Dil, lisân, lûgat… EZAN: 59: Mehdî-Allah Sevgilisi’nin bir ismi.): 796.
Mütearife: İsbatı icab etmeyen söz. Herkesin bildiği. Doğruluğu aşikâr. Tanınmış. Meşhur: 796.
Teşvif: Haberli olmak, anlamak. Bakmak, nazar etmek. “İdrak”: 796.
Guşetmek: İşitmek: 797= 1796.
Hususî: Bir şeye âid olan. (Ezan, azan okuyana nisbetle hususidir; işitenlere nazaran umumi… Mânâsı, hem okuyan, hem de işitenlerin idrak farkına nisbetle, hususi… Ezan okunurken ÜSTADIM’ın söylediği, YEVMİYEM: “Zaman israfı içindeyiz. Belki okuyan da zaman israfı içinde!”…): 796.
Me’zun: İzinli. Selâhiyetli. İcazetli: 797= 1796.
Müştzen: Yumruk vuran, boksör. “Dövüşçü”. (Muşt-Yumruk: 740: Mütefekkir… Hasf: Ay tutulması. “Leyl-gece. Karanlık gece. Sır.”: 740: Firaset-Zihin uyanıklığı. Binicilik, süvari. “Allah’ın mevhibesi, vehbî bilgi”… Mücahede: Harb, dövüş… Hadîs: “Harb, Hud’adır”… Allah’ın 99 güzel isminden biri olan RAKİB-Üstün çıkıcı olduğunu, “küçük cihad, büyük cihad” bahsini, Huda’nın “Rabb” ve Hud’a’nın oyun ve mekr mânâsı yanında, oyun’un amel demek oluşunu hatırlatalım… Ne yaparsan yaparsın, yaptığın Allah’ın dediğidir: Kaderin tarifi bu… HÜDA: Kur’ân’ın bir ismi. Hidayet. “Hidayet ve başarı Allah’tandır”. Doğru yolu göstermek. Doğruluk… Kâfir, istemese de, Allah’ın kulu ve Resûlü’nün kadrosu… KUR’ÂN, bütün zıtların hakikatin hakikati olarak toplandığı sır manzumesi birliği gösteren Allah Kelâmı; bütün varlık, olmuş, olmakta olan ve olacak olanıyla, ezelden ebede onun gerçekleşmesi kitab. Allah Sevgilisi, HAKİKAT-İ FERDİYYE, Resûller Başbuğu… Resûl: Allah’ın elçisi, O’nun bildirdiklerini tebliği eden… Hadîs: “Namaz, dinin direğidir”, ana sütunu… Ezan: Bildirmek… Ezan: Namaza davet… Müezzin: Ezan okuyan… ÜSTADIM: Mesele namazla bitmez, namazla başlar!): 797= 1796.


 
MUSA ÇELEBİ HAN


Anne tarafından Germiyanoğlu ve anneanne tarafından Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin torunlarından, Yıldırım Bayezid’in 11 oğlundan biri… Fetret devri: Doğu Türkistan Hakanı “Aksak” Timur’un, Çin’den Mısır’a kadar cihanşümul bir İmparatorluk kurması –Altunordu, Memlük, Hindistan, Bizans İmparatorluklarının, Osmanlı Devleti’nin, bir sürü Hükümdar ve sayısız şehzâdenin tâbi oluşunu sağladıktan sonra, Çin’in de metbuu olmak için Anadolu’dan ayrılması– bu devir… TİMUR, 1. Anadolu seferinde Sivas’a gelince, MALKOÇOĞLU Mustafa Bey 4.000 askeriyle onun 200 bin kişilik ordusuna karşı müthiş bir savunma yaptı. Şehir zabtedildi ama, bu zorlu savaş TİMUR’a, Anadolu’daki kalelerin tek tek düşürülemeyeceğini anlattı. Malatya’yı da alıp Kafkasya’ya çekildi. Sultan Bayezid bu sırada ordusuyla Kayseri’ye varmıştı… Timur, onun kendisine tâbi olacağını sanıyordu, yanıldı; teklifleri kabul edilmemişti. Kafkasya’da kışlarken, Osmanlı’ya bağlı beylikleri ayaklanmaya davetle kendi beylerini de onunla muharebeye ikna etmeye çalışıyordu. Karşılarındaki gücün Sünnî olması, kendi beylerini ikna için sebeb; çünkü kendileri de sünnî… TİMUR, 1402’de tekrar Anadolu’da… Uzun zaman dolaşarak, peşindeki Osmanlı ordusunu yorarak, ANKARA ovasında: 300 bin askeri, 32 zırhlı fili… Yıldırım Bayezid, 120 bin askeri ile ANKARA’ya geldi ve 28 Temmuz sabahı muharebe başladı. Şimdiye kadar hiçbir savaşta 6 binden fazla zayiat vermeyen TİMUR’un, 40 bin zayiat vermesi, savaşın ne kadar çetin geçtiğini gösterir. Anadolu Türkmen Beyleri’nin saf değiştirmesi, Şehzâde Süleyman ile Vezir-i Azam Çandarlızâde Ali Paşa’nın (30 bin kişilik kuvveti idare ediyordu) muharebe alanını terk etmesi, Sultan Yıldırım Han’ın merkez olarak sonuna kadar savaşıp Çatalca’da esir edilmesi… TİMUR, şehzâde Süleyman, Bayezid’in oğulları İsâ ve Mehmed Çelebilere, Osmanlı’ya bağlı Beyliklere metbu olduktan sonra, ANADOLU’dan çıktı… ANKARA Muharebesi’nden Birinci Mehmed’in Devleti toparlamasına kadar geçen süreye, OSMANLI’nın “Fetret Devri” denir… Musa Çelebi Han, Birinci Emir Süleyman (Şehzâde Süleyman) ile Birinci Mehmed arasında, Osmanlı’nın soy kütüğünde 7. saltanat başı görünen. (1410-1413)… Emir Süleyman, Anadolu Beyliklerini kendine bağlamaya çalışırken Musa Çelebi de Mehmed Çelebi’ye itaat etmiş olarak, aynı çaba içindeler. Beylikler’in bu saflaşması yanında, Musa Çelebi Rumeli’ye geçerek Eflâk (Romanya) Prensliği’ni kendine bağladı, Sırbistan Prensi ise Emir Süleyman’a tâbi… Rumeli’de Sultan Emir Süleyman ile Musa Çelebi, Çatalca’da; fakat Musa Çelebi savaştan kaçınarak çekildi… Edirne’de bulunan bazı Beyler, Sultan Emir Süleyman’dan memnun olmadıkları için Musa Çelebi’ye tâbi olduklarını beyanla, onu Eflâk’tan çağırdılar. Sultan Emir Süleyman’a baskın ve onun Edirne’yi terk etmesi, sonra yolda katledilmesi… Musa Çelebi, SULTAN… Birinci Mehmed Çelebi ile ihtilâf… Politika bu: 35 yaşında öldürülen ağabeyleri Sultan Emir Süleyman’dan Rumeli’yi alma vaadiyle ağabeyi Mehmed Çelebi’ye tâbi olan ve yardım gören Musa Çelebi Han, Tahtı ele geçirerek onunla karşı karşıya gelmişti. Henüz 22 yaşında… Çok sert tabiatlı… İstanbul’u 5 defa muhasara ederek, Bizansı da karşısına aldı. Muhasaradan zor kurtulan İmparator, bütün imkânlarıyla Mehmed Çelebi’yi desteklerken, Musa Çelebi Han Selanik’i Bizans’tan geri almak istediyse de, başaramadı; Çatalca’yı geri aldı ve orada üzerine gelen Mehmed Çelebi’yi mağlub etti. Onun Bizans’a yaralı olarak sığınmasından sonra, Sırbistan Prensi ona tâbi olduğunu ilân etti; ardından Rumeli Akıncı Beyleri’nin de Mehmed Çelebi’ye teveccühü ve daveti… Mehmed Çelebi, kendi üçüncü defa 30 bin askerle Rumeli’de ve Sırbistan Prensi birlikleri de ona katıldı. VİZE yakınlarındaki savaşta, Sultan Musa Çelebi Han yenildi; çekildiği Sofya’ya yakın SAMAKOV’da - Çamurlu Derbend meydan muharebesinde tekrar yenildi ve öldürüldü. 25 yaşında idi. Cenazesi, büyük ağabeyi Sultan Emir Süleyman gibi, Bursa’ya gönderildi… Osmanoğulları’nın metbuu olan TİMUR’un küçük oğlu Sultan Şahruh, kardeşi Musa Çelebi’yi öldürdüğü için Mehmed Çelebi’ye sert bir mektub yazdı; o da ona tevil edici bir cevab. Bu aynı zamanda Mehmed Çelebi’nin TAHT’a geçmesinin kabulü mânâsına geliyordu. Basiretli bir Sultan olan Birinci Mehmed Çelebi döneminde, ANADOLU birliği yeniden sağlanmıştır. Onun devri (1413-1421), OSMANLI tarihinde Fetret Devri’nin sonu olarak bilinir.
 
*
Musa Çelebi: 163= 1162.
Ben Kimim?: 162.
*
Musa Çelebi Han - Rahman Sûresi 20. âyet: 2832.
ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU: 832.
*
Musa Çelebi Han, Osmanlı Sultanları sırasında asıl Mehmed Çelebi olmak üzere, ağabeyleri Emir Süleyman’la beraber ona nisbetle sanki yan lâhika gibi gösterilen bir Sultan; bu yüzden de tarih ilmi ile ilgili olanlar dışında ismi biraz meçhul kalmış… İsminin verdiği imkânda görünen ebced tevafukları, elbette sadece ebced tevafukları hâlinde zâhir olmayan ABDÜLHAKÎM Koltuğu hakikatinin iç ve dışa doğru her devir için geçerli hususuna bir misâl daha teşkil etmesi bakımından tarafımızdan ele alınmıştır.




Baran Dergisi 253. Sayı