Şükrü Sak yazdı; Salih Mirzabeyoğlu ile Ölüm Odası etrafında temel meseleler... -III-
 

“Gölgesi uzayan zaman…”
- "Gölgesi uzayan zaman..."
-"Aranması ve bulunması gereken hikmetler..."
-"Hâbnâme: Rüya Kitabı... Tilki Günlüğü..."
-"Cin Hastalığı: Gaibi kurcalayan çilingir..."
-"İnsan, hep istikbâli karşılayıcı..."
-"İslâm'a Muhatap Anlayış..."
 
Salih Mirzabeyoğlu: -Şimdi orada, “uzama” diye de bir tâbir vardır… Uzâma… Şöyle söyleyeyim, mesela ben senin boyunu ölçtüm; Güneş’te vurmuş, bu adamın boyu bu kadar olduğuna göre diye hesap ediyorum, fikir yürütüyorum tamam mı!..  Durum böyleyken, ondan sonra bir bakıyorsun, bunun “gölgesi uzamış…” Anlatabiliyor muyum… Şimdi “asıl durduğu yerde duruyor”, “gölge” uzuyor… Bunun gibi, nisbetler içinde, -doğru nisbetle- baktığın zaman “izâfiyet” giriyor işin içine… Batı’da –Hölderlin- biliyorsun, “Dil, mülklerin en tehlikelisi verilmiştir insana” diyen şair… Felsefede yakalamıştır bunu; bu “insan bir konuşan olalı” sözü üzerinden.. Diyor ki, “Yine de kalıcılık ve süreklilik direten ve hazır bulunan ışımaya başlayınca görünür, ama bu, zaman açılıp uzadığı anda olur. “Zamanın uzaması…” anlaşılıyor herhalde… Neyse, karışıyor mesele… Başka mevzular da giriyor çünkü işin içine… Benim söylediğim şu, burada “uzama” diye bir kavram var… Bunu izâh sadedinde, “gölgenin uzaması” bahsi misâl sadece, anlatabiliyor muyum?.
“İslâm’da çelişki”ymiş gibi görünen meselelerde
aranması, bulunması gereken hikmetler vardır…
Bu tür şeylerdir ki yeni bilgiler getirir…”
Şükrü Sak: -Zamanın içyüzü tasavvuf demiştiniz…
Salih Mirzabeyoğlu: -Burada bütün hadise şundan ibarettir; Karşılaşmış olduğun şeylerde, böyle “çelişki” gibi görünen hususlarda, -“İslâm’da çelişki”ymiş gibi görünen meselelerde- aranması, bulunması gereken hikmetler vardır…  Çünkü, ancak böyle şeylerdir ki “yeni bilgiler” getirir… Anladın mı?...Teferruatla ilgili hususlarda söz konusu ise bu, ha, onlar da “Allah’ın rahmeti” cümlesindendir… Bak ne kadar önemli bir mevzu çıktı ortaya? Ancak bu tür şeylerdir ki, “yeni bilgiler” getirir, yeni bilgilerin ortaya çıkmasına vesile olur… Yoksa hayat statik kalırdı, anlatabiliyor muyum… Yani “hayat” olmazdı… Hayatın statikliği demek, “yeni” olan hiçbir şeyin olmaması, bir bakıma “akış”ın durması, o canlılığın, yeniliğin –olmaması-, katılaşması demek…
Şükrü Sak: -Yani “tâbir ve tevile” açık olmasaydı o şeyler
“Hâbnâme; Rüya kitabı… Tilki Günlüğü…”
Salih Mirzabeyoğlu: -Hah, anlatabiliyor muyum? Bak mesela şimdi Nakşîlik yolunda (kültüründe)… –ki bu çok üzerinde durulmuş bir mesele değil, bizim Ölüm Odası’nda çok sık geçer, misâl- “Cin”, “gizli”, “gizli varlıklar”, “gizlilikler” filân diye anlatıyoruz ya… İşte Allah’ın “Lâtif” ismi, tabii o mertebede.
Şimdi orada “cin hastalığı” diyor tamam mı… Böyle bir mevzuu.
Şükrü Sak: -Evet efendim…
Salih Mirzabeyoğlu: -Şimdi “cin hastalığı”nın karşılığını, neye tekabül ettiğini söyleyeyim sana; doğrudan “yeni devir”… Karşılığı budur! Ebced karşılıklarını da söylüyorum; -Seyyid Taha girmiyor-, Seyyid Fehim Arvasi, Esseyid Abdülhakim Arvasi, Necip Fazıl Kısakürek ve ben! Espriyi anladın değil mi? Burada; muhabbet, mütefekkir ve beş katlı anlamları da saklı! Arabça “He” harfi, “zikir” harfidir, biliyorsun! Tam olarak karşılığı; “Habnâme…”
Şükrü Sak: -Rüya kitabı… Tilki Günlüğü… Rüya-nâme…
“Cin hastalığı: ‘Gaib’i kurcalayan çilingir…”
Salih Mirzabeyoğlu: -Rüya kitabı… Espriyi anladın değil mi… Şimdi bak, nereye geldik… Orda, “cin hastalığı” deyince, hemen klâsik cin hikâyeleri akla geliyor veya pespaye bir şekilde işte, cin hikâyesi mi diyor, ne bileyim böyle “cinnî” mevzular… Hiç ilgisi yok… Şimdi, buradaki tam karşılığını söylüyorum sana; cin hastalığı; hep öte, hep ötenin ötesine bakmakta… Durduğun her yer, yeni bir “bilinmezle” karşılaştığın yerdir… Tekâmülde… Anlatabiliyor muyum… “Gizli” hastalığı… “Gizlilikler” hastalığı… Gizli olanı, bilinmez olanı arayan… Sır tutkunu, sır hastalığı… Buradan “Şair, gaibi –bilinmezi, gizliyi- kurcalayan çilingir”e de çıkar mevzu… Anladın değil mi; diyor ya Üstad; “Öteler öteler gayemin malı…” Hep ötenin ötesine bakmak… Demek ki, “sır ve rüya” bahsiyle ilgili söylediklerimizin aslı ve hakikati buraya dayanıyor. Sırları kurcalamak… Sırrı, sır olanı, ‘sırrî’ olanı anlamaya çalışmak… İnsan, “gaib-gayb” önünde durandır bir anlâmda, eğer “gaib-bilinmez” olmasaydı, “bilinmezden devşirilen bilgi” diye izâhını yaptığımız mevzuu- “bilgi” olmayacaktı vesaire… N’oluyor şimdi bu durumda; “gizliliklerin” açık edilmesi, açığa çıkarılması, “gizli olanı” arayıp bulma gibi bambaşka bir mânâya tekabül ediyor…
Şükrü Sak: -Sırra düşkünlük… “Bilinmez”e dönük yüz… Sır peşinde… “Hakikati bir hırsız gibi..”
Salih Mirzabeyoğlu: -Üstad’ın vasıflandırması o… Bu “cin hastalığı”ndaki “hastalık” da Allah’ın insanı kendine çekmesi… Bildiğimiz hastalık… Çünkü hastalık durumunda insanın Allah’a sığınması artar, sağlıklı iken olduğu gibi değil, daha fazla sığınma, yaklaşma, sıhhat-şifâ dileme… Sıhhattin ‘kendinden’ değil, Allah’tan geldiğinin şuuruna varmak gibi… Bu çerçevede, hastalık da Allah’ın insanı kendine çekmesidir… “Hastalık”da böyle bir mânâ da var… Yani, “Meçhul”e nisbetle insanın durumu bu; hep ötenin ötesine bakmak; sınırsız tekâmül…
Şükrü Sak: -Araz olarak hastalık… Yani, hastalığın, sıhhate göre ‘âraz’ durumu…
Salih Mirzabeyoğlu: -Araz… Tabii… Mesela, ihtiyarlıyoruz, ölüyoruz… Allah’tan geldik Allah’a dönüyoruz…
Şükrü Sak: -Evet efendim…
Salih Mirzabeyoğlu -Ha, bak, onu söyleyeyim sana; bu “Ölüm Odası”nda üzerinde duruyorum sürekli; “Taht” alt demek. Arş altı tabaka; “kürsi…” Kürsi Kamer menzillerinden. Kürsi; koltuk anlamında aynı zamanda… “Koltuk” deyince de; Abdülhakîm koltuğu… Şimdi bu “Atlas tabakası” Allah’ın yaratma mahallidir. Orası da “kürsi”nin altıdır… Yine Allah’ın “Şekûr” ismi, Kürsi mertebesi, o da Kamer menzillerinden “nesre…” Bak bu “nesre”nin anlamları da çok ilginç; “Kuşun eti didiklemesi” gibi mânâları var. Didikleme; Ekl… Ekl: “akl…” Buradan devam eder; Akl; “ölüm…” Ölüm: “ip” ruh filân. Bunun dışında, “nefs”; yayma, saçma demek, ‘yazı-çizi’ demek…
Şükrü Sak: -“Yazılmış, yazılan” demek…aynı zamanda…
Salih Mirzabeyoğlu: -“Nefs”in, aynı zamanda, ruh’la beden arasında “berzah” olması durumu var, böyle tarif eder Muhyiddin-i Arabi Hazretleri… Şimdi, ondan sonra Allah’ın bir ismi; “Hakîm…” Resulullah Efendimizin bir ismi; “Hakîm…” Ve, ondan sonra; “Abdülhakîm…” Yine aynı mânâlarla irtibatlı; Allah’ın “Kabid” ismi… “Kısıcı, sıkıcı…” Şimdi orada “kısıcı mısıcı” deyince yanlış anlaşılıyor –veya- anlaşılabilir… Tabii, te’dip anlamı gibi geliyor. Bununla birlikte çok farklı ve buna zıt mânâsı da var; Mesela, hamuru sıktın mı elinde, böyle yanlardan fışkırır, biliyor musun. Bu ‘sıkma’da, taşma, taşırma anlamı da var… Kısaltıcı… Kısaltıcı demek, bizde mesela, “özleştirici” filân derken, “Özü”nü almak başka şeydir, bir takım şeyleri tasfiye başkadır.  Yani bu, sen şimdi Ankara’ya gideceksin tamam mı, şöyle, gittiğin yol 150 km, halbuki bir takım ölçüm biçim yapılmış filan, sonra bir bakıyorsun 50 metreye inmiş, bunun gibi yani…
Şükrü Sak: “Kabid”, aynı zamanda, “sıkma” anlamına bitişik şekilde, o “sıkılma” ile doğurma.. Böyle, daralıyor, daralıyor, o “kasılma” ile, yani burada “doğurucu” bir anlam da çıkıyor…

"Nakşilik en kolay yoldur!"
Salih Mirzabeyoğlu: -Hah… Tohum için bile çatlarken, harareti arttı deriz… Tasavvufta, Nakşibendiyye için “Nakşilik en kolay yoldur” derler… Ama buradaki kolay, “kolaycılık” değil… Anladın değil mi? Kolaycılık değil. Şimdi “en kolay yoldur” der, hepsinin lübbünü almıştır... Tarikât başlarının hepsi; İmam-ı Rabbâni Hazretleri için, “O bizdendir, o bizdendir, o bizdendir” diye sahiplenirler ya… Nerdeyse bütün tarikatların geriye doğru yolu, İmam-ı Rabbâni Hazretlerine çıkar… Hepsi ona bağlar kendi silsilelerini veya bağlanır bir şekilde… Bunun hakikati var tabii ki… Nakşilik bütün yolların, -Allah’a giden, götüren yolların- lübbünü almıştır o mânâda… Her neyse… Allah’ın “Kabid” ismi, “Esir” mertebesi… Kâinattaki anâsır-ı erbaa dedikleri 4 unsurun yapıldığı şeydir; “Esir mertebesi…” Ve şimdi dikkat et; Bunun karşılığı da; Kamer menzillerinden; “Kalp…” Anladın değil mi? “Kalp” deyince mesele bitiyor aslında değil mi?
Şükrü Sak: -Anladım efendim..
Salih Mirzabeyolu: -Bak şimdi, kalp, kürsi, anladın ne demek istediğimi değil mi; bütün bir mânâ yumağı hâlinde iç içe geçmiş hepsi… Mânâların böyle üst üste istiflenmesi gibi… “Ruh nisbeti bir harman, ışık içinde oyun”, hatırladın değil mi bu mısrayı, Kayan Yıldız Sırrı’ndan…  Şimdi burada “kronoloji” filân olmaz. “Ölüm Odası”nda üzerinde sık duruyorum; şimdi burada; 1400 diye bir şey var. Üstad’ın da o bildiğin, “1400” diye bir şiiri var… Tamam mı… Şimdi, felsefede de böyledir bu; “zaman üstü” dediğimiz hikâyeyi “süre” olarak anlatırlar, öyle tarif ederler… Süre: o bizim kronolojik zamanımızın dışındaki olan zamandır… “Kişi üzerinde bulunduğu işin zamanı içindedir…” Ne iş üzerindeysen o işi zamanı içindesin. “Üzerinde bulunduğu işin zamanı içinde…” Şimdi senin için 5 dakika geçmez, ben 5 saatin nasıl geçtiğini anlamadım meselâ… Anladın değil mi?

“İnsanlık kıyâmete kadar hep ‘istikbâli’ karşılayıcı…”
İstikbâl hep “İslâm’ındır!..”
Şükrü Sak: Yaşanana…
Salih Mirzabeyoğlu: -Zaman insana göre… Şimdi, “uzunluk, kısalık”, insana göre bak, dikkat edersen… Anlattım ya bu “uzama” meselesini… Bu perspektiften baktığın zaman, 1400, bin dört yüzdür. Bak 1400’ün şeyini sana söyledim; “Taht… Kürsi…” Esîr’in manasını ve menzilini söyledim. Şimdi burada iş nereye geliyor; Bu, bu işin gerçekleştiği zamandır! Bu tarihin anlamı da budur! Ondan sonra, yanlışlıklardan biri de şudur; -bunun idrâkinde olmayız çoğu zaman- tamam mı, biz her saniye, bir saniye sonrayı karşılayanız. Anladın değil mi? Şimdi böyle baktığın zaman, “İstikbâl İslâmındır!” dediğin zaman, senin hemen şu ânından başlayan bir şey! Bu mânâda biz hep "İstikbâli karşılayıcı"yız, her ân...Ve biz sonuna kadar, yani kıyâmete kadar, anlatabiliyor muyum, insanlık kıyâmete kadar; hep “istikbâli” karşılayıcı…
Şükrü Sak: Ve “istikbal” hep İslâm…
Salih Mirzabeyoğlu: -Anlatabiliyor muyum?.. Şimdi orda tabi, sonunda bozuluyor mozuluyor bilmem ne, onlar hep İslâm’ın hükmü altında olan şeyler! Yani bildirilmiş, ne olacağı bildirilmiş… Ondan sonra kıyametin kopması… Bunlar Allah’ın takdiri ve bildirdikleri-bildikleri-… Şimdi bu mânâda biz hep istikbâli karşılayıcıyız… Anladın ne demek istediğimi değil mi?.. “İstikbâl” hep “geliyor” aslında… “Karşılayıcı” mısın? Şimdi böyle hani; “Yaaa bu istikbâl, istikbal.. ne zaman gelecek bu?”… Burada esaslı bir yanlış ve zaaf var, böyle bir yaklaşımda. Bak o zaman şöyle bir yanlışlığa düşülüyor… Sen şimdi, devamlı olarak “emekleyen çocuk” değilsin değil mi, bak, ordan şimdi bu yaşına geldin, senin yemen değişiyor, içmen değişiyor, fizikî olarak da anlatabiliyor muyum… “Geliyor” sürekli…  Gelen, “istikbâl”… Senin istikbalin… Duyguların değişiyor, şeyin değişiyor, bilmem neyin değişiyor, şudur, şudur şudur, filân…

“İslâm’a Muhatap Anlayış…”
Bu nisbet içinde baktığın zaman?.. Şimdi “İslâm’a Muhatap Anlayış” diyorsun, bu böyle hazır elbise değildir ki! Lak lak edeceğin ezber ve şablon değildir ki… İslâm’a muhatap anlayış, senin, bir günü –yani aslını söylüyorum ben, şimdi kim buna göre nedir, ne değildir onu söylemiyorum- şimdi, “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır” diyor Allah Resûlü değil mi? Ölçü bu değil mi?..
Şükrü Sak: Evet efendim…
Salih Mirzabeyoğlu: -Şimdi, “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmış” olduğuna göre, senin bugünkü İslâm’a muhatap anlayışına göre, demek ki yarınki biraz daha tekâmüldür… Tekâmül etmiş olman gerekir… Durmak ve donmak yok! “Eş” geçti mi aldandın! Bu nereye kadar gider? Bu şimdi, sonsuzdur… Sonsuza kadar gider… Ve her ân yenilenme sırrı! Yoksa böyle kaz gibi hani İslâm’a muhatap anlayış filân olmaz! Ne demek istediğimi anladın değil mi?
Şükrü Sak: -Anladım efendim…
Salih Mirzabeyoğlu: -Ve, eşya ve hadisenin teshiri hiçbir zaman bitmeyecektir! Teshir memuriyeti… Anladın değil mi, yani böyle, klişelere, ezberlerle anlaşılacak mevzu değildir bu! Ondan sonra biz, bu mânâlar etrafında dolanırken Üstad’ın o sözüne denk geldi… Tevâfuk…
Üstad diyor ki; “2022’de Kıyâmet kopar mı kopmaz mı”… filân…