Çocukluğunun şehri Omaha’da ağaçların arasında yürümeye bayılırdı. Şişenin içerisinde denizleri gezen bir mektup gibi hissetmek hoşuna gidiyordu. Rüzgârı, yaprakların gölgesini gözetmekten büyük hazzeden, her şeye anlam yüklemeye çalışan bir karakteri vardı. Kabına sığmıyor, ruhu bedenine ağır geliyordu. Çok basitmiş gibi gözüken şeylerde derinleşmesini seven mizacıyla “trende dururken özgürdüm. Yahut arabanın içerisinde raylardan gelen sesleri dinlemeyi severdim. Tuhaf bir ritmi var, anlıyor musunuz?” diyordu.

Büyük aktör, başucunda kayıt cihazı taşıyor, aklına gelenleri kaydediyordu. Böylelikle hatırında kalmayacak ince nüansları yakalayabilmeyi ümit ediyordu. Bir nevi akıp giden zamanın içerisinde otorite sahibi olmak istiyordu.

New York’a ilk geldiğinde çorapları delik, aklı kıttı. İçki içer, kaldırımlarda yatardı, hayli meraklı biriydi. Bu başıboş adamın aktör olması tamamen kaderin küçük bir göz kırpmasından ibaretti. İnsanlara ve rol yapma merakı onu sosyal araştırmaların yapıldığı New School denilen müesseseye itti: Hitler’den kaçan Yahudilerin çoğunlukta olduğu bu okul, onun için harika bir fırsattı. Utangaç ve ezilmiş bir çocukluk geçirmesine mukabil, sevgi ve nefreti kalbinin derinliklerinde hissetti. Kendini her koşulda ifade etmeyi kendine kural edindi. Annesinin nefesi likör kokardı, iyi bir piyanistti, oğluna hayvan sevgisini ve tabiatta muhteşem sırların olduğunu söylüyordu. Meşhur aktörün babası ise seyyar satıcıydı; kış aylarında ise korkutucu soğuk sebebiyle para karşılığı dövüşerek hayatını idame ettiriyordu.

New School’da aldığı eğitimden sonra meşhur oldu. Babasının on yılda kazandığı parayı altı ayda kazanmaya başladı. Öfkeli olması gerektiği rollerde, babasının, annesini dövdüğü zamanları hatırına getiriyordu; geçmişine saplantılı olması rol yapmasına faydalı oluyordu. İlk filminin adı ‘The Men’dir. Bu filmde belden aşağısı felçli olarak rol aldı. Üç hafta boyunca felçlilerin bulunduğu hastaneye gitti. Oradaki intibalardan istifade etti.

Rıhtımlar Üzerinde isimli film ona Oscar’ı getirdi. Bu senaryoda insan sevgisinin para sevgisinden daha üstün olduğu açıkça gösterilmiştir. Teddy karakteri, saflığından ötürü tuzağa düşer ve rıhtımdaki en yakın iş arkadaşının ölümüne vesile olur. Öte yandan bu arkadaşının da kız kardeşine aşık olur. Rıhtımı elinde tutan mafya, çalışanların iliğini, kemiğini sömürürken Teddy karakteri ise kadına duyduğu sevgiyle beraber kendi vicdanına yenik düşer ve ağabeyinin de mafyayla beraber yanma pahasına katilleri ihbar eder. Tereddüt ve vicdanının esiri bu karakter, hâdiseyi dedektiflere anlatmakla kalmaz, iş arkadaşının ‘sır’ dolu ölümü için elinden geleni ardına komaz. Dalgalar ne kadar şiddetli gelirse gelsin, insan tutunacak bir kayalığı gözüne kestirdi mi boğulmamak için çaba sarf etmez mi? Doğruyu söyleyenler, her zaman kuru, çirkin kalabalıkların önünde rezil olmakla karşı karşıyadır!

Meşhur aktör kendisine teklif edilen her rolü kabul etmedi. Darboğazda kalma pahasına yönetmenlerin kendisini kurban etmesine müsaade etmedi. Kendi sabitlerini keşfetti -iyi yahut kötü- prensiplerine göre hareket etti.

Çocukken babasının zorla gönderdiği harp okulunda yalnızlıktan hazzetmeye başlamıştı. Vazife dışındaki tüm vaktini askerîyenin kütüphanesinde geçirmişti. Kütüphanede National Geographic’e ait Tahiti özel sayısını incelemeyi çok severdi. Bu adaya duyduğu alâka sonunda onun uzun süre burada yaşamasına vesile oldu. Denizde İsyan isimli film de Tahiti’de çekilmiştir. Film seti her ara verdiğinde çocuk ruhlu aktörümüz ve arkadaşları ceketlerini bir kenara atıp dosdoğru denize giriyordu: ‘Burası umduğum gibi, hasretini çektiğim her şeyi sonunda buldum’ demişti.

Amerika’daki işçilerin canhıraş çalışıp, haklarını alması gerektiğini ifade eden aktör, insanların birbirlerini ezmesine tahammül edemiyordu. ‘Hepimiz insan haklarından bahsedip duruyoruz; ama Amerika umum olarak cahil’ deyip ezilen ve aşağılanan siyahiler için harekete geçti. Bir beyaz olmasına rağmen her öldürülen siyahînin yerinde kendi oğlunun olabileceğini hayal etti!

Martin Luther King Junior ile beraber siyahî çöpçülerin cüzi miktarda zam alması için grev düzenlediler. Soluk benizli şövalye, siyahîlere destek verdiği için ‘zenci düşkünü bir ucube’ olarak nitelendirildi. King gibi, bir gün fizikî olarak zarar göreceğini, hatta öldürüleceğini de düşündü, ‘ben siyahîler için değil bütün insanlık için hareket ediyorum’ deyip tüm meydan okumaları gözünü kırpmadan kabul ediyordu.

İkinci defa Tahiti’ye gitti. Orada kendisini tanımayan insanların arasında sıradan bir hayat yaşıyordu, tabiatla iç içeydi. Ve ardından hayatının filmi Baba için rol yapmasını istediler! Yönetmen Francis Coppala Baba (Godfather) filmi için onu istiyordu. Stüdyo ekibi Coppala’nın bu fikrine karşı çıktı. O, Baba rolünü oynayabileceğinden bile emin değildi. Yetenekli oyuncu, sanki göğsünden vurulmuş gibi ses çıkarabilmesi için ağzının iki kenarına pamuk yerleştirdi. Baba filmini seyrederken diyalogların arasında hipnoz olup, seyredilen şeyin bir film olduğunu unutanlar olmuştur, tıpkı benim gibi...

Baba filminde oynadığı için oğlunun mafya tarafından kaçırıldığı iddia edilmiştir. Halbuki kaçırılan çocuğun annesi Anna –aktörümüzün eski eşi-  oğlu Christian’a bir süre saklanırsa on bin dolar vereceğini söylemiştir.

Baba filmiyle bir kere daha parlayan aktör, akademi ödülüne layık görüldü, ama ödül törenine katılmadı, temsilen Kızılderili bir kadın gönderdi. Kadın, temsilen katıldığı ödül töreninde, sinemayı elinde tutup istediği gibi yönlendirdiğini iddia edenlere ateş püskürdü.

Omahalı Godfather bir röportajında, ‘Kızılderililer hakkında bildiğimizi zannettiğimiz çoğu şeyi Hollywood filmlerinden öğrendik. Bize çirkin, vahşi ve kötü gösterildiler. Amerika’nın asıl yerlileriyle ilgili öğrendiğimiz her şey yanlış. Birleşik Devletler’in Kızılderililerle arasında ‘iyi niyet’e dayalı 400 anlaşma var, hepsi çiğnendi. Özgürlüğü, hakkaniyeti, adaleti savunan bir ülke olduğumuzu iddia ediyoruz... Ama öyle değil. Açgözlü, yıkıcı, öfkeli, işkenceci, korkunç insanlardık. Bir kıtadan öbürüne gelip, Kızılderililer arasında kargaşa çıkarttık. Kendimizi böyle görmeyi sevmeyiz.’ diyerek bir kez daha insaniyetini kaybetmişlere meydan okudu. Bununla da kalmadı: Wisconsin’de Amerikan hükümeti ve Kızılderililer arasındaki hâdisede cepheye indi. ABD Ulusal Ordusu tavşan avlar gibi insanları katletmekte kararlıydı, meşhur aktör yine insanîyet namına yağmur gibi yağan mermilerin arasındaydı. Amerika’nın Vietnam işgâline de karşı çıktı. Onun nazarında ölen Amerikan askerlerinin ebeveynleri cahil birer böcekti. Canilere karşı merhamet, insanın kendisine ihanet etmesi değilse ya nedir?

Oğul Christian, üvey kız kardeşi Cheyenne’nin sevgilisini öldürdükten sonra; sevgilisinin kaybına dayanamadı, Cheyenne Tahiti’de intihar etti. Baba’yı bulutların üzerinde hissettiren tabiat harikası yer, artık bir külhan kadar boğucu ve bunaltıcıdır. İnsan olmaya çalışmak, onun için en ulvî roldü: Nihayet kader ona reddedemeyeceği bir teklifte bulundu!
 
“Oyunculuk tekniğini çok çabuk geliştiriyoruz. Çocukken bile... yulaf ezmesini yere attığımız zaman annemizin alâkasını çekmek istiyoruz. Rol yapmak, hayatta kalmaktır.”
Marlon Brando


Baran Dergisi 597. Sayı