Kaç zamandır düşünüyordum. Doğrusu, kaç senedir mi demeliydim acaba? Her on Kasım’da, onun ölüm yıldönümünde bir yazı kaleme almak, onu anmak ve anlamak adına bir şeyler yapmak, böylelikle onu her on Kasım’da andığımız yeknesaklıktan çıkararak başka türlü hatırlayıp aziz hatırasını yâd etmek… Emelime bu yazıyla ulaştım, çok şükür…
Elbette bir sayfalık yazı içinde onu anıp anlatmak mümkün değil; fakat, hiç olmazsa böyle bir yazı kaleme alarak bize bıraktığı üstün değerleri, kıymetli nutukları bir nebzecik de olsa anabilmek hoş bir duygu…
Onun ölümü bu memleket için büyük kayıplardan bir kayıptır. Evet, her hayat değerli, kıymetli ve kendine has husûsiyetler barındırmaktadır; fakat bazı kimseler vardır ki, onların hayatları belki on, belki de yüz kimsenin hayatına bedel bir zenginliktedir; işte o bütün hayat çizgileriyle bu zenginliklerimizden, bu memleketin yetiştirdiği evlatlardan birisiydi.
Bütün ömrü bu memleket için çalışmakla geçti… Bu memleketi “sevmek” diye bir kavram varsa onun lügatinde bu hâl “uğruna paralanmak” yahut ölmekle eş değerdi…
Öyle de oldu; onun bütün hayat hikâyesi bu toprakların hürriyeti uğruna “paralanan”, ızdırap çeken ve uğurda her türlü cefaya sebat gösteren bir millî kahramanın hikâyesidir…
Bir hayat düşünün ki, ilk mektep yıllarından başlayarak son nefesini verene kadar hiçbir husûsî gaye gütmeksizin bir millete adanmış ve bu uğurda harcanmış; bu üstün bir şeydir! İster onu sevebilir, ister sevmeyebiliriz! İster fikirlerine katılabilir, ister katılmayabiliriz; fakat böyle üstün ruhların, nadir kahramanların ve böylesine eşsiz zekâların hakkını teslim etmek bu topraklarda hür gezen her insanın vicdan borcudur…
Onun bütün başarısının sırrı bu topraklara, bu millete ve memlekete olan hayranlığında gizliydi. Belki memleket sevdası metrelere, hesaplara sığamaz ama, herkes bilmelidir ki, bir çok kimsenin sevgisi hakkında bazı kanaatleri ileri sürebiliriz de, onun bu millete olan hayranlığına zannediyorum hudut biçemezdik…
Dostları etrafında nehirler gibi taşkın galgalelerle coşan, heyecanından neredeyse sarhoş hâle gelen o, düşmanlar karşısında ise seller kadar kuvvetli ve öfkeliydi; evet, hayatı boyunca seveni kadar sevmeyeni de çoktu. Hâlâ da öyle!.. Aslında böyle de olmalıdır. Çünkü böylesine büyük ruhların, tezatlı gibi gözüken fakat en büyük bütünlüğe hasret çeken üstün adamların dostlarından çok düşmanları vardır. Ve tarih boyunca da böyle olmuştur…
Olsun, biz onun yolunda, izinde gidenler olarak onun düşmanlarını da anlamak zorundayız; çünkü ona düşman olan, onun yenilikçi, yani ihtilâlci, inkılapçı taraflarını aşırılık olarak addetmişlerdir. Fakat bir memleket düşünün ki, harplerden bunalmış, nüfusu azalmış, dünya tarih sahnesinden neredeyse silinecek bir noktaya gelmiş. Böyle bir memleket ancak ve ancak kat’i kararlar alabilecek inkılapçı insanların eliyle yoğrularak hayat sahnesinde var olma hakkını bulabilir… O, memleketin işgal altında olduğu bir dönemde hâdiselerin içerisinde kendisini bulmuş ve o buluştur ki yoluna çıkan her türlü olumsuzluğu alt ederek yenmeyi başarmanın hikâyesine dönüşmüş bir hayatı sürebilmiştir… Her umudunu yitirmiş, ekonomik açıdan büsbütün zaafiyete uğramış ve yangın arsasını andıran bir memleket için onun gibi değerler paha biçilemez kıymettedir.
Her on Kasım günü, onun bıraktığı miras ve düsturlara ne kadar da ihtiyacımız olduğunun hatırlanması gereken mühim bir gündür!
Her on Kasım günü, bu memleketin yetiştirdiği eşsiz kahramanlardan bir kahramanın belki naçiz vücudunun toprak olduğunun ama fikirlerinin asla unutulmaması gerektiğinin parıldadığı gündür!
Her on Kasım günü, onun Samsun’da okuduğu muhteşem nutkun, bir milletin ve memleketin nasıl düşünmesi gerektiğini ifade eden vecizelerle dolu haykırışın günüdür…
Evet, belki bugün onun naçiz bedeni toprak olmuştur ama bu vatanın gerçek sahipleri elinde fikirleri ışıl ışıl parıldamaktadır. Eğer bu parıltılara tutunursak bu topraklarda bir şeyleri değiştirebilmenin, yeni başarılar elde edebilmenin fırsatlarından, imkanlarından bahsedebiliriz… Buraya yazabildiğim ve yazamadığım tüm hissiyatımla birlikte en derin bir hürmet içerisinde emanetini taşıyacağımıza, bu memleketi onun düşmanlarına yar etmeyeceğimize söz veriyoruz!
İşte bütün bu hissiyat içerisinde onun Samsun nutkunu sizlerle paylaşırken bir kez daha rahmet ve minnetle anıyorum, izindeyiz, Allah rahmet eylesin…
 
“Evvela kelâm sonra kelâm… Sizlere, Karadenizli gardeşlerime Akdeniz’den, Barbaros’un denizinden, Toroslardan selâm ve sevgiler getirdim.
Kardeşlerim, bir Peygamber sözüdür: ‘Ey insan, nerede bir kötülük görürsen onu elinle, elinle önleyemezsen dilinle önleyeceksin! Dilinle de önleyemezsen kalbinle tashih edeceksin.’
Bu Peygamber sözü benim bütün hayatıma hâkim oldu. Bana rehber oldu. Bana ışık tuttu… Daha lise sıralarındayken ben bir imanın, bir fikrin adamıydım. Deli denizler gibi köpüren genç ruhlarımızda Allah sevgisinden, millet sevgisinden başka bir şey yoktu… Tepeden inme dışarıdan gelme yapılan birçok inkılaplar milleti allak bullak etmişti…
 Paris sokaklarında yetişenler! Hukuk-u beşer beyannamesini ezbere bilenler! Laiklik ve inkılapçılık perdesi altında yoksul Anadolu halkının imanını, vicdanını, hak ve hukukunu pervasızca çiğnediler… Kıtalara hükmeden,  üç kıtada asırlarca dimdik duran ecdadımızı, şurada, burada, halkevlerinde türlü kılıklara sokarak tahkir ve tehvil ettiler. Bizi mazimizden, bizi kökümüzden bizi bizden ayırdılar…
Onlar kendilerini yarı ilah sanıyorlardı. Yapanlar onlardı, yaratanlar onlardı, partilerinden bahsederken ‘şerefli partimiz’ diyorlardı. On yılda on beş milyon genç yaratmışlardı. O kadar ileri fikirli, o kadar ileri gidiyorlardı ki 400 yıllık mesafeyi, yirmi yıla sığdırmışlardı…
Her şey onlarla başlıyordu, şanlarla şereflerle dolu koskoca Türk tarihi onlarca gayrı istibdat, kapkara Ortaçağdı…
Tam yirmi yedi yıl tanrılar gibi konuştular. Firavunlar gibi saltanat sürdüler. Yediler, içtiler, kustular… Bol harcırahlar, husûsî vagonlar, yatlar, sürgün ettikleri padişahların saraylarında şahâne hayatlar; zevk, eğlence âlemleri… Vur patlasın, çal oynasın, her gün bayram her gün seyran, altta galanın canı çıksın!..
Altta galan milletti, halktı, köylüydü!
Amma nutuklarda, amma afişlerde ‘Köylü milletin efendisidir’ diye yazılıydı. Halkı ve köylüyü ‘efendimiz sensin, efendimiz sensin’ diye diye soydular.
Ne utandılar, ne utandılar ne doydular!”
Osman Yüksel Serdengeçti

 
Baran Dergisi 514. Sayı