İran, tarih boyunca hiçbir zaman Batılı devletler açısında tehdit oluşturmamış, aksine önce Devlet-i Aliyye’ye ve sonrasındaysa çevresindeki İslâm devletlerine karşı gavurların tabiî müttefiki olmuştur. Her ne kadar İran ile İsrail, sun’î gerilimler meydana getirerek sanki aralarında kavga varmış imajı doğurmaya çalışıyorsa da, esasında aralarında ufak tefek teferruatlar haricinde tam bir mutabakat mevcuttur.

Irak ve Suriye’de cereyan eden, Türkiye’ye de sıçratılmak için azamî derecede çaba sarf edilen çatışmalar malum… Irak ve Suriye’de bugün yaşanan sıkıntıların ardında her ne kadar başrolde Amerika, İsrail, İngiltere gibi devletler görülüyorsa da, göz ardı etmemek gerekir ki burada rol sahibi olan bir diğer devlet de İran’dır. Evvelâ Saddam Hüseyin’e karşı Amerika ile ittifak eden, Amerikan ordusuyla sırt sırta savaşarak iktidarı ele geçirdikten sonra Irak’ta yaşayan Sünnîleri hedef alan İran ve bağlısı Irak hükümeti değil midir? Keza, Suriye’de şebbihalar ile kol kola Müslümanları kesen, akıl almaz işkenceler tatbik eden İranlı milisler değil mi? Doğrudan İranlı subaylar Suriye’deki katliamların planlayıcısı değil mi? Balık hafızalı olmamakta fayda var; İsrail, bölgede nükleer silah çalışması yapıldığını düşündüğü Irak ve Suriye’yi hiç tereddütsüz bombalarken, İran’dan korktuğu ve çekindiği için mi çözümü “bıdı bıdı” etmekte arıyor? Üstad Necib Fazıl’ın ifâdesiyle; “yumurtalarını pişirmek için Dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen lanetliler”, İran’ın atom bombasına sahib olma ihtimali kendileri adına en küçük bir tehdit arz ediyor olsa, dururlar mı? Biraz feraset ve biraz da basiret...

16. asırdan beri Devlet-i Aliyye’yi, dolayısıyla İslâm’ı hedef alan ve tarihinde kâfirlerle girdiği tek bir çatışma bile olmayan İran...

Gelelim Şiîliğe... Birazdan sıralayacağımız niteliklerinden dolayı bizim anlayamadığımız şöyle bir durum var: Eğer ki bunlar kendilerine sırf İslâmız diyorlar, İslâmî semboller kullanıyorlar diye Müslümansalar, İslâm dairesi içinde kabul ediliyorsalar, bir İslâm mezhebi muamelesi görüyorsalar, diğer sapık kolların ne kabahati var? Sünneti inkâr eden, sahabeye dil uzatan, Kur’an’ı tahrife yeltenen, harama helâl helâle haram diyen, taşa secde eden, imamlarına yalnız peygamberlere mahsus olan masumiyet atfeden, Aişe validemize iftira eden Şiîler... Gavurun Müslüman, Müslüman’ın gavur dediği, “gavura göre Müslüman” Şiîler. Irak’ta ismi sırf Ömer, Osman diye Müslümanları katleden Şiîler... Bunlar Müslümansa, Nusayrilere, Bahailere, Haşhaşilere, hatta kimi ortak noktalardan dolayı Yahudilere falan da Müslüman deyin, çıkın o zaman işin içinden.

Bu savaş, İslâm’ın mezhebleri arasında bir savaş değil, hak ile bâtılın savaşıdır. Evvelâ bunun anlaşılması gerek. Şia İslâm’ın bir mezhebi değil, İslâm sembollerini kullanan müstakil ve başlı başına bir dindir ve İslâm’a da düşmanlık etmektedir.

Irak, Suriye ve Türkiye Üçgeninde İran

Amerika’nın Irak ve Afganistan’ı işgâli ve iktidarın Şiîlere tevdi edilmesi, İran’da, Irak ve Suriye üzerinden Akdeniz’e doğru nüfuz alanını genişletme hevesi doğurdu. Tarihi boyunca Suriye üzerinde hiç hâkimiyet kuramamış Şiiliğin bu çıkışı, son derece manidardır. Suriye, Anadolu ile İslâm âleminin arasında bir berzahtır; başta mukaddes beldeler olmak üzere İslâm’ın merkezî noktalarına geçişimizi sağlar. Suriye’nin Anadolu açısından ehemmiyeti açık… İran’ın kapatmaya çalıştığı da işte bu berzah. (Bugün Musul’un kuzeyine Türk askerinin konuşlanması karşısında itler gibi “işgâl” diye havlayan Şiîlerin, daha dün Amerikan askerlerinin kendi memleketlerini işgaline nasıl “erketelik” yaptığını bilmeyen yok.)

Devam edelim... İran, Şiîlik kisvesi altında Farisî milliyetçiliğini ve sapkınlığını yaymaya çalışıyor. Bunun için de Irak ve Suriye’nin demografik yapısını değiştirmek ve adeta İranlaştırmak üzere bir siyaset güdüyor. Baştan beri dediğimiz üzere, esas maksat, meydana gelebilecek bir İslâm birliğinin önüne geçmek ve bunun için de Irak ve Suriye’de hâkim olup Akdeniz’e sokulmak suretiyle, bütün Müslümanların son ümidi Anadolu ile İslâm âlemi arasına kılıç gibi girmek. Tarihe bakacak olursak da, İran coğrafî olarak Türk beldeleri ile Osmanlı arasına girmiş ve 16. Asırdan itibaren Ortaasya’dan Anadolu’ya gelen taze kanın kesilmesine sebebiyet vermiştir. Bununla beraber Osmanlı’nın Batıya yönelik akınlarını da fırsat bilip her seferinde doğu vilayetlerine saldırarak yüzyıllarca Avrupa’nın koruyucusu olmuştur.

Anadolu’nun İslâm âleminin geri kalanından her ne şekilde olursa olsun tecrit edilmesi, İsrail için olduğu kadar İran için de son derece hayatî. Defaatle ifâde ettiğimiz üzere, tesis edilecek bir İslâm Devleti ve birliğinden sonra İsrail’in bu coğrafyada barınması tıpkı İran gibi imkânsız. Dolayısıyla İslâm birliğinin kurulmaması tıpkı İran gibi İsrail için de temel varlık meselesi. Bundan dolayı da İsrail’in cüret edemeyeceği böylesi bir girişimin, İran tarafından yapılmaya çalışmasının en büyük destekçisi Yahudi.

Amerika ve İngiltere’nin, gerek İsrail’in güvenliği, gerekse dünyada kendileriyle gerçek bir mücadele içine girecek, düzenlerini bozacak bir İslâm birliğinin kurulmasını önleyici her faaliyeti desteklemelerinden daha tabii ne olabilir? Onlar da bunu yapıyorlar. Şartlar nasıl ki Türkiye’ye tarihî misyonunu üstlenmeye zorluyorsa, küfür safını da eski ittifaklarını yeniden tesise zorluyor.

Türkiye’deki İrancılar

Üstad Necib Fazıl’dan başlayarak Büyük Doğu-İbda’nın erittiği “küfür buz dağı”nın ardında bıraktığı çamur deryası, bataklık henüz kurumadı ve bu iklim bir yönüyle Anadolu’yu her türlü zararlı haşerenin yuvası hâline getirdi. Kemalizmle başlayan komünizm ve faşizmle devam eden, FETÖ ile bugüne taşınan ve son 30-35 senedir bu ihanet şebekelerine arka planda destekçilik eden İrancılar malûm. Dikkat ediyorsanız saydığımız hainleri ortak paydada buluşturan hususiyet İslâm düşmanlığı. Bunlar, İslâm’ın karşısındaki her türlü oluşun ve oluşumun destekleyicileri. Bunlara mezhepsizleri de ilâve etmekte yarar var.

Gelelim İrancılara. Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı külliyesinden başlayarak, devlet müesseselerinden tutun da ilâhiyata ve STK’lara kadar çok geniş bir alanda faaliyet gösteriyorlar. Takiyye “farziyeti” dolayısıyla tıpkı FETÖ gibi kılıktan kılığa bürünen ve her dönem kendi çıkarına göre başka başka saflara yaklaşan İrancılar, diğer iç ihanet şebekeleri kadar Türkiye için tehdit arz etmektedir.

Siyaset feraset demektir. Üstad Necib Fazıl’ın dediği üzere ak sütün içindeki ak kılı ayırt edecek feraset gerekir. Takiyye bizzat inançlarının gereği olduğundan, İrancıları ayırt etmek, FETÖ’cüleri ayırt etmekten de güçtür. Türkiye’de Mustafa İslamoğlu gibi isimler İrancı olarak ön plana çıkıyorsalar da, zannedildiğinden daha geniş bir tabana yayılmış vaziyetteler. İşin trajikomik yanı, bugün Ehli Sünnet’in son derece hızlı(!) kimi kesimleri dahi farkında olmadan çeşitli İrancı grublara destek olmakta, kol kanat germektedir.

***

Son olarak sözümüzü Sarı Gürz Nûreddîn Hamza Efendi’nin Yavuz Selim Hân’ın Çaldıran Seferi’ne dâir verdiği fetvâ ile nihayete erdirelim. Topkapı Sarayı Arşivi’nde 6401 numarada kayıtlı adı geçen fetvâ’nın altında, “Ed’af-ül-ıbâd Hamza el-Fakîr eş-Şehîr bi-Sarı Gürz” kaydı açık açık okunmakta, fetvâyı yazarken, “Kâfi” kitabının “Ahkâm-ül-mürtedîn” kısmından istifâde edildiği bildirilmektedir. Bu mühim fetvâ şöyledir:

“Hüve’l-mu’în Bismillâhirrahmânirrahîm. Sevdiği kullarına yardım eden, düşmanlarını da kahreden Allahü Teâlâya hamdolsun. Peygamberlerinin en üstünü olan M……. Aleyhisselâma ve O’nun Âline ve Eshâbına (r.anhüm) salât-ü selâm olsun. Ey Müslümanlar! Biliniz ve anlayınız ki, Eshâb-ı Kirâm düşmanı râfızîlerin reîsleri Erdebiloğlu Şah İsmâil’dir. Onlar, Peygamber Efendimizin (aleyhisselâm) şerîatini, sünnetini beğenmezler. Kur’ân-ı Kerîmi ile alay ederler. Allahü Teâlânın haramdır buyurduğuna helâldir derler. Kur’ân-ı Kerîmi ve diğer din kitaplarını tahkir edip yakarlar. Bütün Ehl-i sünnet âlimlerine ve sâlih Müslümanlara ihânet edip, onları öldürürler. Mescidleri yıkarlar. Bu taifeye mensûp olanlar, reîsleri olan Şah İsmâil mel’ûnunu ilâh yerine koyup secde ederler. Hazreti Ebû Bekr’e ve Hazreti Ömer’e sövüp, hilâfetlerini inkâr ederler. Peygamber Efendimizin (Aleyhisselâm) hanımı Hazret-i Âişe vâlidemize iftira edip söverler, İslâmiyeti yıkmak için uğraşırlar. Onların bunlara benzer dîn-i İslâm’a aykırı olan pek çok bozuk i’tikâdları ve hareketleri vardır ki, şahsen benim katımda ve diğer âlimlerin katlarında tevâtür derecesinde bilinmektedir. Onlar, görünen bu hareketleri ile, dînimizin hükmüne ve kitaplarımızın bildirdiğine göre fetvâ verdik ki, kâfirdirler, mülhiddirler. Herhangi bir kimse dahî onların bâtıl olan dinlerini beğense ve rızâ gösterse kâfir olur. Bunları öldürüp cemaatlarını dağıtmak, bütün Müslümanlara vâcibdir, farzdır. Müslümanlardan ölenler sa’îd ve şehîd olup, Cennet-i a’lâdadır. Ötekilerden ölenler ise, hor ve hakîr olup, Cehennemin dibindedirler. Bunların hâli, kâfirlerin hâllerinden daha beterdir. Zîrâ bunların boğazladıkları ve avladıkları, okla, doğanla ve köpek ile de olsa murdardır. Kendilerinden veya başkalarından kız alıp nikâhlasa, nikahları bâtıldır, ölenin vârisi olamaz, mîrâs alamaz. Müslüman devletin pâdişâhı, bunların erkeklerini öldürüp mallarını kadınlarını ve çocuklarını, İslâm askeri arasında paylaştırmalıdır. Bunların yaptıkları tövbelere ve istiğfarlara aldanmamalı, hiç dinlemeyip öldürmelidir. Bunlardan olduğu bilinenler, veyahut onlara giderken yakalananlar dahî öldürülmelidir. Netice olarak; Eshâb-ı Kirâm düşmanı olan bu râfizîler, hem kâfirdirler, hem mülhiddirler ve hem de fesâd ehlidirler, İki cihetten de katledilmeleri vâcibdir. Yâ Rabbî! Dînine yardım edenlere yardım eyle, Müslümanlar arasında fitne çıkaranları kahreyle. Âmin. Kulların en fakiri olan Hamza.”

Baran Dergisi 511. Sayı