Esselâmü aleyküm.
Oturabileceğim daha iyi bir telefon kabini buldum, oturabiliyorum şu ân, yaşlanıyorum artık.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim.
Haberler neler? Kumandan Mirzabeyoğlu nasıl; o da iyi mi?
(Av. Yılmaz, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun iyi olduğunu ve 29 Kasım 2014 Cumartesi günü, saat 17:30’da, İstanbul’daki Haliç Kongre Merkezi’nde bir konferans vereceğini; tam da Carlos’un Paris’te kaldığı cezaevinden telefonla aradığı gün ve saate denk gelen o vakitte, Carlos’un yine aynı şekilde kendisini arayabileceğini söylüyor.)
Tamamdır; elbette arayacağım. Çok iyi, çok iyi. O’nun için dua edelim.
Bana soracağınız herhangi bir soru var mı?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, dilediği gibi konuşabileceğini söylüyor Carlos’a.)
Hakkında konuşulacak çok şey var, ancak şu ân bir karmaşanın hüküm sürdüğü Suriye hakkında konuşmak istiyorum biraz. Çok acayib bir durum sözkonusu çünkü Suriye’de.
“Haberler”, çoğunlukla  Kürtlerin yaşadığı ve Marksist-Leninist Kürtler tarafından idare edilen Kobani şehrinde savaşan DAİŞ [IŞİD – Irak ve Şam İslâm Devleti] mensubu kardeşlerimize yönelik bombardımandan bahsediyor hep. Oysa, bildiğim kadarıyla, hem Suriye ve hem de Irak üzerinde cereyan ediyor asıl savaş. Bu bakımdan, korkarım, bir çeşit “medya manipülasyonu” yürütülüyor bu vesileyle. Anlaşılıyor ki, emperyalist ABD’nin fikri, hiç de bir halka veya birilerine yardım etmek falan değil. Onun tek düşündüğü, ABD’nin idareci sınıfının ve siyonizmin stratejik çıkarıdır yalnızca.
Bu idareci sınıf, tüm siyasî partilerin ve ideolojilerin de üstündedir. Bunların peşinde oldukları tek bir şey vardır: Her gün daha da zenginleşmek ve dünyanın kalanını kontrol etmek.
Tekrar etmeme gerek yok: Şahsî bazı sebeblerden dolayı, Beşşar el-Esad’ı severim. Ne var ki bu rejim, tarihî anlamda kendi sınırına varmıştır. Değişmelidir gerçekten de. Ancak böyle şiddet kullanılarak değil elbette.
Irak’a gelince… Orada DAİŞ’le omuz omuza savaşan ve bir kısmını bizzat tanıdığım bazı insanlara, bazı Iraklı subaylara daima saygı duymuşumdur. Kendisiyle doğrudan bağlantım olmamışsa da, tanıdığım ve tanıştığım bir insan olarak İzzet İbrahim el-Durî, çok dürüst bir insandır. Belki de Irak Baas Partisi liderlerinin en dürüstüdür kendisi, en dürüst olanlarından bir tanesidir. Dünden bugüne hâlâ mevkiini muhafaza ediyor ki, onun nâmına büyük bir fazilet bu.
Irak halkları –bunu özellikle çoğul kullanıyorum- Amerikan işgaline direnmeye çalışmışlarsa da, çoğu Şiî olan bazı an’anevî politikacılar tarafından, hattâ sadece onlar da değil, kimi aşiret liderleri başta olmak üzere, yine idareci sınıftan bazı burjuva Sünnîler –ki daha o zamanlar bile Amerikalılarla çalışan  ve Batı Avrupa ülkelerinde veya ABD’de sürgünde olan kişilerdi- tarafından ihanete uğramışlardır.
Mesele şu ki, orada bu kadar muazzam bir savaş yaşanırken, sürekli, bu savaşın büyüklüğününe nazaran çok küçük bir mesele olan Kobani’ye vurgu yapıyor dünya basını. Elbette Kobani’de savaşan her iki taraf için de büyük bir hâdisedir bu, fakat mesele Kobani’den ibaret değil ki.
Peki basının sadece Kobani’ye yoğunlaşmasının sebebi nedir? Bunun mutlaka bir sebebi olmalı ama o sebeb nedir, ben de bilmiyorum. Yalnız, bildiğim bir şey var ki, çok ama çok kirli şeyler dönüyor orada.
Dünya basını, orada savaşan İslâmcı “aşırı uçlar” hakkında, yâni DAİŞ gibi cihadçılar hakkında kötüleyici yayınlar yaparken, dünyanın her köşesinden oraya savaşmaya gelmiş bu cihadçılar arasından da özellikle Batılı ülke vatandaşlarını öne çıkartıyor, sadece onlar üzerinde odaklanıyor. Hâlbuki orada Iraklılar da, Suriyeliler de var, ama nedense bundan pek bahseden yok. “Iraklı” veya “Suriyeli” dememiz de, gerçi İngiliz ve Fransız sömürgecilerin o toprakları resmen bölmüş olmasından kaynaklanan -sun’i- bir “milliyet” tanımı gereği.  Fakat yine de, mesele ortada duruyor: Niçin sadece Batılı ülke vatandaşları üzerinde duruluyor? Orada, Londra’nın doğusundan yahut Fransız şehirlerinin varoşlarından kalkıp bölgeye gidenler savaşmıyor sadece.
Unutmayalım ki, bizim de objektif olarak müttefiğimiz olan Rusya ve Çin’in 50 yıllık müttefiği olan Suriye gibi bir ülkenin rejimi değiştirilmek isteniyor. Büyük bir tarihî “jeopolitik” sözkonusu o bölgede. Hâdise, Kobani’den veya Batılı cihadçılardan ibaret değil yâni.
Ne yapmalı peki?
Kobani bahsinde artık tarafını belirlemek zorundadır Türkiye. Şu ân Türk hükümetinin takib ettiği politika, çok sıkıntı doğuracak türden bir politika çünkü. Meselâ, şayet Kobani problemini sonlandırmak istiyorsa Türkiye, ya Kürtleri mağlub edecek yeterlilikte bir takım savaşçı Türkleri oraya gönderir, yahut da tam tersine, savaşın gidişatını değiştirebilecek tarzda, Türkiye veya Irak Kürdistan’ından birkaç bin Kürdün oraya geçmesine izin verir.
Fakat yapılan bu değil ve Ankara’daki hükümetin bununla değil de, Kobani’deki muharebenin, orada kan dökülmesinin daha da sürmesiyle asıl ilgilendiği görülüyor. Bu husus epey âşikar.
Hükümetin başında olanların müslümanlığından kuşkum yok, fakat bu şekilde “müslüman kanı” dökülmesine mutlaka karşı olmaları gerekiyor.
Son üç senedir o bölgede, şimdiki Suriye ve Irak topraklarını da içine alan tarihî “Büyük Suriye” topraklarında dökülen, hemen daima “müslüman kanı”dır. Evet, müslüman kanı! Üstelik, çoğunlukla Sünnî müslüman kanı!..
Öyleyse neler oluyor orada? Amerikalılar ne yapmak istiyor? Gördüğümüz şu ki, “inanan” herkesi birbirine kırdırmaya ve bertaraf etmeye çalışıyorlar!..
Haydi Irak’ta veya Suriye’de savaşan farklı grublar yahut farklı ideolojiler var. Birinden birini tutabilirsiniz. Ya tüm “kitab ehli” için mukaddes olan Filistin’de olanlara niçin kayıtsızlar? Hiçbir uluslararası kanun ve anlaşmayı takmayan siyonist yabancıların, o herkes için mukaddes toprakları işgal etmesini, göstere göstere ve dilediklerince insan öldürme “dokunulmazlığı”nı, protestocu silâhsız sivilleri katletmesini niçin umursamıyorlar peki?
Geçtiğimiz günlerde [Kudüs’te] bir “sinagog”a saldırı düzenlendiği haberleri geldi; malûm. Bir müslümanın sinagoglara saldırması yasaktır, haramdır. “Kitab ehli” insanlar orada ibadet ediyorlar zira. Ne var ki sinagoglar, başka bazı faaliyetlerin “örtü”sü olarak kullanılıyor bugün. Böyle olunca, o “korunmuş” statülerini de kaybetmiş oluyorlar artık. Bunun içindir ki, sinagogları kendi amaçları için kullanan bu kirli şahısları sinagoglardan temizlemek bir şart hâline geliyor.
Mossad’ın “operasyonel bürosu” olarak kullanılan İstanbul’daki bir takım sinagogları havaya uçuran ve bu arada kendilerini de fedâ eden cihadçıların yaptığı tam da budur. Bu yüzdendir ki, ölen yahudilerin “Türk vatandaşı” olması gerekirken, İsrail Dışişleri Bakanı gelmiş ve Türkiye’nin Başbakanı da ölen “yabancılar” için bu siyoniste tâziyelerini iletmiştir. Demek ki, o “sinagoglar” aslında birer İsrail üssüydü ve bundan dolayıdır ki “meşru” hedeflerdi.
Bu vesileyle, şu ân Türkiye’deki “NATO hapishâneleri”nde yatan ve yaptıklarıyla hem hem İslâm ve Filistin davasını, hem de Türkiye’nin ve Türkiye halkının şerefini savunan kardeşlerime selâmlarımı gönderiyorum. Allah hepsinin yardımcısı olsun.
Ayrıca; bizim kendi iç meselelerimizi bahane ederek, kimsenin bize “dışarıdan” müdahale etmeye de hakkı yoktur. Geçmişten bu yana, bir dava uğruna bir başka ülkedeki, meselâ İspanya’daki, Cezayir’deki, Latin Amerika ülkelerindeki, Vietnam’daki, hattâ ABD’deki bağımsızlık savaşlarına fert fert “gönüllü” olarak katılanlar olmuştur. Bu meşrudur ve bir başka meseledir. Fakat yabancı güçlerin bir takım bahanelerle bir ülkeye müdahale etmesi, Irak’ta yapılan gibi binlerce asker göndererek orayı işgal etmesi kabul edilemez. Güya asker bulundurmadığı zamanlarda bile, elçilik koruması bahanesiyle yine binlerce asker, özel kuvvet ve askerî danışman göndermesi de aynı şekilde. İnsanları aptal yerine koymaktır bu. Bağdad’daki Rusya büyükelçiliğini belki 100 civarında Rus muhafız korurken, Amerikan büyükelçiliğini binlerce Amerikalı “muhafız” koruyor!..
Bir diğer ifâdeyle, bugün bir “propaganda savaşı” cereyan etmektedir dünyada ve bu propaganda da dünya halklarının gerçek çıkarlarının nerede olduğunu gözlerden saklamaya hizmet ediyor.
Bu gözle bakıldığında, DAİŞ bünyesinde savaşanların mücadelesi meşrudur;  zira Amerikan işgaline karşı savaşmaktadırlar. İşgal edilmiş bir ülkedir Irak ve Suriye’de de benzer problemler sözkonusudur.
Irak ve Suriye’de ön plânda neler cereyan ediyorsa etsin, görünmeyen arka plânda şu hususun geçerli olduğunu unutmayınız: İsrail devletinin savunulması!.. İsrail, kurulduğu günden bu yana hiçbir uluslararası kanun ve anlaşmayı takmazken, şimdi “DAİŞ şöyle, DAİŞ böyle!” diye gözlerimiz boyanmaya, İsrail’in suçları dikkatlerden kaçırılmaya çalışılıyor.
DAİŞ’le Kobani’deki savaş, sun’i biçimde gündemde tutulup devam ettiriliyor bence. Bu savaşı, gerçekten istedikleri takdirde, sadece bir gün içerisinde bitirme gücüne sahibtir NATO. Ne var ki, hem NATO hem de Türkiye, bu savaşın böylece devamından yana.
Bana  sorarsanız, Türkiye’deki kardeşlerimiz ve gönüldaşlarımız bu meseleyi hararetle gündeme getirmeli ve meselenin İslâm ülkelerinin daha da bölünmesi olduğunu haykırmalıdır. Bu bölünme, sözkonusu topraklarda yaşayan hiç kimsenin çıkarına değildir. Bizim çıkarımıza olan tek bir şey vardır; o da birleşmedir.
Son olarak, benim hazzettiğim bir hâdise olmamakla beraber, DAİŞ cihadçılarının bir takım yabancı rehinelerin kafalarını kesmesi, belli ki provokatif bir imaj oluşturmak içindir ve böyle yaparak asıl istedikleri şey, Amerikalılar başta olmak üzere, NATO birliklerinin gelerek savaşa dahil olmasıdır. Adam adama, yüz yüze muharebede, kaç sene sürerse sürsün, cihadçılar daima kazanacaktır çünkü. Afganistan’da savaşan cihadçılar, Sovyet kuvvetlerine karşı bunu başardılar; malûm.
Ne yapacaklarına karar vermek, NATO ülkelerine düşüyor artık.
Öbür türlü, “büyük cihad”, Avustralya’dan Kanada’ya, Mısır’dan Fransa’ya, dünyanın her yerinde, tüm NATO üyesi yahut müttefiği ülkelerde, savaşı kazanacaktır.
Bitirirken, avukat meslekdaşlarınızı kucaklıyor, çocuklarınızı öpüyor, Kumandan Mirzabeyoğlu’na hürmetlerimi sunuyorum.
Allahü Ekber.
Baran Dergisi 411. Sayısı