Tarihçilerin umumiyetle sevdikleri bir iddiadır: “Osmanlı İmparatorluğu 16. asırda artık aşamayacağı doğal sınırlara ulaşmış ve tıkanıp kalmıştı. İran, Avusturya, Rusya ve Venedik arasında sıkışmış Osmanlı, ‘doğal’ olarak gerilemeye mahkûmdu.” Bu iddia ilk bakışta makul görünse de çürüktür. Üstüne bir de bununla paralellik ifade eden “Osmanlı gazada elde ettiği ganimetle zengin yaşardı, artık savaş kazanamayıp ülke fethedemediğinden ekonomik olarak da geriledi ve işler bozuldu” görüşünü ilave edersek sadece çürük değil aynı zamanda ard niyetli buluruz. Çünkü “doğal sınırlara ulaşma” tezi, kendini kuvvetlendirmek için bu görüşten destek alır. Adeta aynı yerde imal edilmiş gibidirler. Osmanlı İmparatorluğu’nu haraç yiyerek geçinen yağmacı bir güruh olarak gösteren bu ifade, altı asır hüküm sürmüş, sayısız badireler atlatmış, model olarak batılılarca taklit edilmiş bir cihan devletini ve onun tarihini hani “kör parmağım gözüne” dercesine meydandayken inkâra kalkışmaktır. En hafif ifadesiyle ahmaklık sayacağımız bu yaklaşımın altında kasıt aranmalıdır.

16. asırda siyasi yayılmanın sekteye uğraması, Osmanlı’nın stratejik hedef belirleyememesi yüzündendir. Beyliğin kuruluşundan İstanbul’un fethine kadar Osmanlı için hedef belliydi: İstanbul’u almak. 150 yıl boyunca bu hedeften hiç sapmayan Osmanlı, Fatih devrinde bu rüyasına kavuşmuş, hem Balkanlar’da hem Anadolu’da varlığını perçinlemiş, ama ondan sonra nasıl bir strateji izleyeceğini, kendine yeni ne gibi bir hedef seçeceğini yahut hiçbir şey yapmadan durumu muhafaza ederek yerinde mi kalacağını kestirememiş ve daha Fatih zamanında buhran emareleri göstermeye başlamıştır. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, İstanbul’un fethi Osmanlı için adeta varlık sebebiydi, sanki Osmanlı bu davada fani olmuştu. Fakat rüyanın mutlu sonla bitmesinin akabinde Osmanlı yeni bir varlık sebebi icad edemedi. Yavuz Selim Han’ın en derinden keşfettiği ve gereğini tespit ettiği bu hakikat, yüce sultanın vakitsiz ölümüyle unutuluverdi ve ta II. Abdülhamid Han’a kadar bir daha hatırlanamadı. O zaman da çok geç kalınmıştı. İlk Osmanlı halifesi Yavuz Sultan Selim Han, İslâm âlemini tek çatı altında toplamak gerektiğini, Osmanlı’nın bunu yapacak kafaya ve güce sahip olduğunu, üstelik batıya doğru ilerleyişin sürdürülebilmesi için de bunun zaruret olduğunu görmüştü. Onun bu gayeyle izlediği siyaset devam ettirilmediği ve her iki yönde sonuçsuz mücadelelerle vakit ve enerji kaybedildiği için Osmanlı darboğaza girdi.

Ta en başa, Osmanlı’nın kuruluşuna dönüp oradan ileriye doğru bir bakalım. 1299’da kurulduğunda Osmanlı, devlet geleneğine sahip olmayan göçebe bir boy tarafından toparlanmış, sadece bir taburluk askeri gücü olan küçük bir beylikti. Eğer doğal sınırlarla çevrili olmak iddiası yerindeyse Osmanlı ölü doğmuş demekti. Kurucusu Osman Gazi’nin düsturu gereği gözünü İstanbul’a dikmiş olan Osmanlı Beyliği, o haliyle nesiller boyunca bu hedefine ulaşamayacağını biliyordu. İstanbul’u almak için gerçek bir devlet ve çok kuvvetli bir ordu gerekiyordu. Üstelik sadece İstanbul’u almakla bitmiyordu iş, aldıktan sonra orayı elde tutmak belki almaktan daha zor olacaktı. Bu yüzden hem doğu hem de batı yönünde epey yayılıp İstanbul’u Osmanlı coğrafyası içinde eritmek gerekiyordu. Bütün bunları bir arada düşündüğümüzde Osmanlı’nın ne büyük bir iş başardığını az çok idrak edebiliriz. Osmanlı’nın kuruluş macerası zamane lugatına vurursak gerçek bir başarı öyküsüdür. Neyin peşinde olduğunu tesbit etmiş, bunun gereklerini bilen ve buna göre hareket eden, yani tam manasıyla ne yaptığını bilen bir Osmanlı vardır karşımızda.

Kendisinden daha büyük beylikler ve Bizans tarafından adeta kuşatılmış bir coğrafyada vücud bulan Osmanlı, avını sinsice kollayan bir kaplan gibi her iki yöne doğru adım adım genişlemeyi bildi. Bizans’a karşı gaza halinde olup, doğudan gelen göçebelerden sürekli taze gönüllü güç toplamayı beceren Osmanlı, hem Anadolu’nun muharip kesimini kendine çekmeyi başarmış, hem de böylece diğer beyliklerle zamansız bir mücadeleye girişmekten kendini korumuştur. Savaş halinde olduğu Bizans’ın taht kavgalarında taraf tutup müttefikler edinerek kendine saha açan, daha sonra müttefiklerini kukla haline getiren Osmanlı, bu sayede Gelibolu’ya çıkmayı başarmış ve İstanbul’u batıdan çevirmenin ilk adımını atmıştır. Kah Bizans’la beraber Bulgar ve Sırp krallarına karşı, kah başka türlü ittifaklarla Balkanlar’da adım adım ilerleyen Osmanlı, Batı Anadolu’daki beylikleri de yavaş yavaş ilhak etmiş ve hem Anadolu’da hem de Balkanlar’da en güçlü siyasi varlık olarak kendini kabul ettirmiştir. Başından beri belli bir yayılma siyaseti tayin etmiş olan Osmanlı, kimseyle yekten düşman olmuyor, hedefi küçültüyor, düşmanı ayrıştırmaya çalışıyor, düşmanlar arasından müttefik bulmayı başarıyor, zamanla bunlar üzerinde nüfuz elde ederek idaresi altına alıyordu. Kuruluşunun daha ilk asrında değişik din ve milliyete sahip toplulukları hükmü altına alarak küçük bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı, İstanbul’u payitaht yapıp dev bir imparatorluğa dönüşmeyi hak ediyordu.

Kaba hamasetle iddia edildiği gibi her şeyi bilek gücü ve cesaretle kazanmadı Osmanlı. Savaşta şart olan bu vasıflar haricinde Osmanlı’nın devletleşme-sistemleşme becerisi daha dikkate değerdir. Osmanlı’nın güçlü bir hanedan oluşturması, fethettiği bölgelerdeki eski düzeni fazla bozmadan devam ettiren pragmatik ve esnek tavrı, daimi talimli ordu kurup beslemeyi akıl etmesi, toprak ve nüfusu denetim altında tutması, zanaat, ticaret ve ziraati teşvik etmesi, vergi müessesesini hızlı ve adil şekilde işletmesi, bunlar için lazım olan bürokrasiyi temin etmesi, asla başıbozukluk ve idarede keyfilik emaresi göstermemesi başarısının sırlarındandır. Daha sayısız madde ilave ederek bu faslı genişletebiliriz. Öz olarak Osmanlı, İstanbul gibi bir şehri fethedip dünya hakimiyetine soyunmayı hak edecek gerçek bir devlet fikrine sahip olduğu için kuruluşunu büyük bir başarıyla tamamlamıştır. Bu hengamede doğal sınırlar olarak görebileceğimiz Bizans, Marmara Denizi, Hristiyan Balkanlar, Haçlı orduları, beylikler vs. Osmanlı’ya gıda olmaktan öteye gidememiştir.

Kuruluşundan tam bir asır sonra batıda Tuna Nehri’ne, doğuda Fırat Nehri’ne kadar ilerlemeyi başaran Osmanlı bu sırada ilk buhranını yaşadı: Ankara Savaşı. Bu hadise, ilk defa Osmanlı’nın gerçek hedefinden sapması ve hesapsız iş yapması neticesidir. Büyük ilim adamı Ahmet Cevdet Paşa’nın ifade ettiği gibi, Yıldırım Bayezid Han’ın tedbirsizliği yüzünden kopan bu fırtına, Osmanlı’nın ince siyasetine ve asırlık başarısına gölge düşürmüştür. Osmanlı o demlerde çok kuvvetliydi ama batıda Macarlarla, doğuda Timur’la burun buruna gelmişti ve daha fazla ilerleyebilmesi imkânsızdı. Macarlar Katolikti. Her ne kadar Niğbolu’da Haçlı ordusu mağlup edilmiş olsa da bu hareket Katolik Avrupalıların taarruz hareketiydi, Macarlara karşı bir Osmanlı taarruzuna daha sert bir direnişle cevap verebilirlerdi. Timur ise karşı konulmaz bir kasırga gibiydi. Askeri dehası tartışmasız Timur, Osmanlı için asla düşman edilmemesi gereken bir belaydı. Bu manzaraya göre Osmanlı gerçekten doğal sınırlarına dayanmıştı. Her iki yönde de ileri hareket için zaman ve fırsat kollamaktan başka yol yoktu, bu zaten Osmanlı’nın geleneğiydi. İlk defa bunun dışına taşan ve İstanbul’un fethi gibi bir gaye dururken Timur’a meydan okumaya kalkan Yıldırım Bayezid’in şuursuz hareketi Osmanlı’yı felakete sürükledi, ama yıkamadı. Gerçi daha alınacak yol vardı ama Osmanlı’nın sistemi oturmuştu. Fetret devri ve ciddi toprak kayıplarına rağmen Osmanlı bir devlet olarak ayakta kaldı ve yaşadı. Hâlbuki Osmanlı’dan kat kat güçlü olan Timur’un devleti, gerçekte devlet bile sayılmazdı ve dayandığı kaba kuvvete rağmen 50 yılda yıkıldı. Osmanlı ise 50 yıl sonra İstanbul’u fethederek tarihe geçti.

Fatih Sultan Mehmet Han zamanı bana göre “doğal sınır” tartışması için çok cazip bir dönemdir. Yüce sultan Fatih, saltanatının ilk yıllarında İstanbul’u almayı başarmış ve Osmanlı’yı 150 yıllık rüyasına kavuşturmuştur. Bundan sonra insanüstü bir gayretle Osmanlı hâkimiyetini perçinlemeye bakan ve gözünü Roma’ya diken Fatih, ard arda seferlere çıkarak Balkanlar’daki eski sınırlara ulaşmış, Bosna’yı da fethederek Belgrad’a kadar ilerlemeyi başarmıştır. 20 yıllık büyük çabanın sonunda Roma yolu kısalmışsa da varılan nokta tam manasıyla “doğal sınır” iddiasına uygun bir manzara arz eder. Batıda tekrar güçlü Katolik krallıklarla karşı karşıya gelinmiştir. Doğuda ise Timur’un mirasçısı olmaya soyunmuş güçlü bir lider olan Akkoyunlu Uzun Hasan’la komşu olunmuştur. Ayrıca askeri gücüyle efsane haline gelmiş Memlukler’le de güneyden komşu olunmuştu. Osmanlı’nın bu üç komşuyla da ilişkileri bozuktu üstelik. Nitekim 1472’de Uzun Hasan çok ağır bir meydan okumayla Osmanlı’ya savaş ilan edecek ve akabinde Osmanlı’nın büyük fetih sonrası strateji zaafı ortaya çıkacaktı.

1473 yılında Uzun Hasan’la karşılaşmak için sefere çıkan Fatih’in aklında ne vardı acaba? Ketumluğuyla maruf olan Fatih, sadece kendisini taciz eden hasmını etkisiz hale mi getirmek istiyordu? Yoksa Akkoyunlu coğrafyasını topyekûn istila etmek niyetinde miydi? Onun kafasında ne olduğunu bilemiyoruz ama Osmanlı devlet erkânı ve ordu, bu sefere tedirgin bir halde çıkmıştı. İkinci bir Ankara Savaşı felaketinden korkuyorlardı. 200 yıldır doğudan gelen istilacılar Anadolu’da savaş kaybetmemişti. Üstelik Akkoyunlular da Müslümandı ve onlara karşı motive olmak daha zordu ordu için. Sadece Fatih’in güçlü iradesine dayanan bu sefer belli ki Akkoyunlu mülkünü istila niyeti taşımayan bir hareketti. Osmanlı ordusunun o güne kadar gittiği ve savaş yaptığı en uzak yer olan Erzincan’da vuku bulan savaşta Uzun Hasan bütün cesaretine rağmen üstün Osmanlı gücü karşısında bozguna uğradı. İşte tam bu dem Osmanlı için büyük bir aksiyonu başlatma fırsatının doğduğu andır. Bozulmuş ve dağılmış şekilde kaçan Akkoyunlu ordusu sadece zaferi değil, koca bir ülkenin fethi fırsatını da sunuyordu Osmanlı’ya. Ne yazık ki Osmanlı ordusu Akkoyunlu ordusunu takip edip tamamen imha etmeye kalkışmadı. Eğer bu takip harekatı yapılsaydı, Akkoyunlu ordusu tekrar toparlanamayacak şekilde ezilebilir, peşinden de Akkoyunlu başşehri Diyarbakır kolayca zapt edilebilirdi. Moğol istilasından o güne 200 yıldır zulüm ve kargaşa girdabında yaşayan Doğu Anadolu, Azerbaycan, Irak ve İran kolayca hâkimiyet altına alınabilirdi. Halkı Müslüman olan bu coğrafya, Müslüman bir sultana itaate hazırdı zaten. Timur ve Uzun Hasan da bu sayede rahatça hâkim olmuştu bu bölgelere. Gerek Osmanlı devlet erkânının isteksizliği, gerekse ordunun ayak sürümesi -katı disipliniyle bilinen yeniçeri bile Fatih’i dinlemedi- yüce sultanın bu zaferin meyvelerini toplayamadan geri dönmesine sebep oldu. Sadece ganimet ve 4000 esirle geri dönen Osmanlı, cihan imparatorluğu olma fırsatını tepmişti. Böyle zorlu bir hasmı bertaraf etmek kâfi gelmişti adeta. Kazanılan bir zafer vardı ama belki de İran’ın fethi fırsatı kaybedilmişti.

Fatih, mecburen savaştığı Uzun Hasan’ı yendikten sonra, savaşın hemen akabinde olmasa bile daha sonra Uzun Hasan üzerine yürüyebilir miydi? Ordusu hala sapasağlam ayakta duran Uzun Hasan, eğer tekrar üzerine gidilse meydana çıkmayıp Osmanlı’yı uğraştırabilirdi, Üstelik Osmanlı’ya karşı sürekli dert açan Memlukler işe müdahale edebilir ve Osmanlı için yıllarca baş ağrısı olacak sonuçsuz bir maceraya girilebilirdi. Şu halde Fatih’in sadece tehdidi bertaraf edip Akkoyunlular üzerine yürümemesi eldeki imkânlar açısından en iyi siyaset olarak görülebilir.

Öte yandan Uzun Hasan’ın ölümünden (1478) sonra Akkoyunlular’ın düştüğü bunalımı Fatih’in fark etmemesi imkânsız. Son seferinde tarihçilerin tahminine göre Memlukler üzerine yürümek niyetinde olan Fatih, Üsküdar’da son nefesini verdiğinde (1481) belki de sekiz yıl önce yapamadığını yapmak istiyordu ama bu uzak ihtimal. Uzun Hasan da Fatih’le savaştığına pişman olduğunu beyan etmişti geçmişte. Bu durumda açık hedef belirtilmemişse de büyük ihtimalle Memlukler üzerine yürümeye karar verildiğini düşünebiliriz. Niyetini kesin olarak bilemeyiz, ama halifelik iddiasına da sahip olan Fatih’in son yıllarda sürekli Osmanlıları taciz eden Memluklere doğru yönelmek istediği ağır basıyor. Yola çıkarken Şehzade Cem’i Suriye sınırına göndermesi de hedefin Memlukler olduğunu göstermektedir. Dulkadirli Beyliği’yle 1467 yılında evlilik yoluyla akrabalık tesis etmiş bulunan ve 1480 yılında bu beyliğin taht kavgasında Şehzade Bayezid’in kayınpederi Alaüddevle Bozkurt Bey’i, Memlukler’in desteğini alan kardeşi Şahbudak’a karşı destekleyen Fatih’in, Bozkurt Bey’in beyliği elde edince Memlukler’le yakınlaşmasından dolayı, o tarafa yürümeye karar verdiği anlaşılıyor. Memlukler’in gücü ve coğrafya olarak yayıldığı geniş ve uzak ülkeler hesaba katılırsa Osmanlı’nın fetih siyasetini kökten değiştirecek bir adım atıldığı iddia edilebilir. Suriye ve Mısır’ın ele geçirilip yeni yönetim tesisi işlerinin zahmeti ve alacağı zamanı da düşünürsek, Fatih’in uzunca bir zaman doğu işleriyle uğraşacağı anlaşılır. Tam da Otranto yeni fethedilmişken böyle bir yol izlenmesi, İstanbul’un fethinden sonra daima batıya yürüyen Fatih’in, bunun zorluğunu görerek veya doğuya yürümenin daha lüzumlu olduğunu düşünerek strateji değiştirmesi anlamına gelebilir. Belki de Fatih, ta İstanbul’un fethinden itibaren böyle bir strateji çizmeli ve batı sınırlarında bir statüko oluşturup doğuya doğru genişleme siyaseti izlemeliydi. Fatih’in seferin başında hayata gözlerini yummuş olması ve ketumluğundan dolayı kesin niyetinin bilinmemesi, meseleyi onun şahsı açısından bir neticeye bağlayabilmemize engel oluyor.  Öte yandan, İtalya’ya yönelmişken rotanın doğuya çevrilmesi Fatih’in strateji değiştirdiği anlamına gelmese bile bu değişikliğin zaruri olduğunu delillendirir.

Fatih’in batıda uzun zaman harcamasının mecburiyetten kaynaklandığı, çünkü Sırbistan, Eflak ve Arnavut bölgelerinin eskiden Osmanlılara bağlı olması ve Yıldırım Bayezid zamanından beri Macarlarla mütemadiyen süren savaşların kesin bir neticeyle sona ermemiş olması dolayısıyla Fatih’in buralara sefer açmak zorunda kaldığı şeklinde itiraz edilebilir. Osmanlılara ait olmayan ve Tuna kıyısında Avrupa’ya açılan bir köprü mevkiinde bulunmasından dolayı stratejik değeri çok yüksek olan Belgrad’ı fetih teşebbüsü (1456) bu itirazı düşürür diyebiliriz. Çünkü Fatih’in Roma’yı da fethetme isteği biliniyordu. Kayzer-i Rum yani Roma İmparatoru unvanını da kullanarak Roma mirası üzerinde hak iddia eden Fatih, Roma İmparatorluğu’nun başşehri olan Konstantinopolis’i fethedip son imparatoru ortadan kaldırdığı için gerçekten de buna hak sahibiydi. Eğer Hıristiyan bir kral bu şehri almış olsaydı muhakkak ki Roma İmparatoru sıfatını da kendi krallık unvanına ilave edecekti. Kadim devirlerden beri geçmişi ve namı büyük olan bir devleti ortadan kaldıran kralın, o devletin ismine ve mirasına da sahip olması adet olarak benimsenmişti. Fatih de buna dayanarak Roma’nın veraseti meselesi üzerinden Avrupa üzerinde siyasi baskı kurmak ve Katolik Kilisesi’nin merkezi ve Roma İmparatorluğu’nun ilk başşehri olan Roma şehrini de fethetmeyi amaçlıyordu. Kutsal Roma İmparatoru unvanını taşıyan Alman kralıyla bu hususta rekabete girişen ve Roma İmparatoru unvanıyla tanınmayı talep eden Fatih’in Otlukbeli’nden döndükten sonra ölümüne kadar sürekli batıya dönük bir rota izlemesi, onun esas olarak doğu sınırlarını emniyet altında tutup daima Avrupa’ya doğru bir ilerleme düşüncesi içinde olduğunu gösterir. İstanbul’dan sonra Roma’yı da fethetmeyi arzulayan Fatih, belki de Uzun Hasan’la uğraşmayı vakit kaybı saymıştı. Birkaç yıl sonra Kırım Hanlığı’nı da kendisine bağlayan Fatih, yıllardır hamurunu yoğurduğu donanması ve güçlü ordusuyla Roma’yı almaya azmetmişti. Peki, gerçekten de Roma’yı fethetse bile, elde tutabilir miydi? Sadece denizden ordu yürüterek Roma’nın fethi mümkün olsa da Macarları bertaraf etmeden ve Roma Germen İmparatorluğu Alp Dağları’ndan uzaklaştırılmadan Roma’yı kavramak imkânsızdı. Osmanlı Roma’yı almak için önce Viyana’yı ve Alp Dağları’nı pıtrak gibi sarmış sayısız kaleleri tek tek düşürmeliydi. Hem Katolik şövalyelerin gösterebileceği sağlam direnişi kırmak, hem de o kadar kalenin zapt edilmesi Osmanlı için mümkün değildi.

Yeri gelmişken Katolik direnişi sözü üzerinde durmak gerekiyor. Hem dinî, hem de siyasî önderliğe sahip ve nüfusu da hayli kalabalık olan Katolik dünyası, Osmanlı’ya karşı daima sert bir düşman olmuştu. Niğbolu (1396), Varna (1444) ve 2. Kosova (1448) savaşları Katolik Macarların önderlik ettiği birer haçlı taarruzuydu. 1456 yılında Fatih Belgrad’ı almaya kalkarak karşı taarruz başlattı, ama kaleyi savunan Yanko lakaplı Hunyadi Yanoş karşısında ciddi kayıp vererek geri çekilmek zorunda kaldı. Bu seferde tek kazanç Osmanlıların zorlu hasmı Yanko’nun da ölmesiydi. O dönemlerde Katolik âleminde Müslümanlara karşı taarruz revaçtaydı. İspanya adım adım Müslümanlardan geri alınıyordu. İslâm’a karşı sadistçe öç alma gayretiyle papalık Drako (ejder) isimli bir tarikat kurmuştu. Eflak kralı Mircea Cel Batran’ın oğlu olan 2. Vlad bu sapkın tarikata bağlıydı, o yüzden “ejdere bağlı” anlamına gelen “Drakul” lakabını aldı. Kazıklı Voyvoda namıyla meşhur olan oğlu 3. Vlad da “ejdere bağlı olanın oğlu” anlamında “Drakulea” lakabıyla anıldı. Son derece dindar bir Hıristiyan olan 3. Vlad, Müslümanlara olduğu kadar günahkâr bulduğu dindaşlarına karşı da acımasız Engizisyon işkencelerini uygulardı. Bu sayede kendi ülkesinde kolay kolay hırsızlık bile yapılmazdı. Katolik Romanya (Eflak ve Boğdan,) özellikle Eflaklılar, ta Yıldırım Bayezid Han zamanından beri Osmanlı için baş belasıydı. Mircea Cel Batran (Mirça Çel Batran okunur, Osmanlılar Emirçi Beg diye anardı) isimli Eflak kralı, Yıldırım Bayezid’i ve halefi 1. Mehmet’i epey uğraştırmış, Kazıklı Voyvoda lakabıyla meşhur torunu 3. Vlad (Drakulea) da dedesinin izinden giderek Fatih’in başına bela olmuştu. 1462 yılında bizzat ordusunun başında Drakulea’yı yok etmeye giden Fatih, Tirgovişte denen yerde düşmanı kıstırdığı halde uğradığı gece baskını neticesinde ağır kayıp vermiş ve geri çekilmişti. O da yetmezmiş gibi Boğdan’da hüküm süren Stefan Cel Mare (Ştefan Çel Mare okunur) Raçova (Vaslui) Savaşında (1475) Osmanlı ordusunu ağır şekilde yenmiş, ancak Fatih’in şahsen kumanda ettiği koca bir orduyla gelip yüklenmesi neticesinde ertesi yıl Akdere (Valea Alba) savaşında yenilerek baş eğmişti. Yenilirken de Osmanlılara ağır kayıplar verdirmişti. Bir de Arnavut lideri George Kastrioti (Skender Beg) 1444’ten, öldüğü yıl 1468’e kadar, Osmanlı hâkimiyetinden çıkardığı Arnavut bölgelerini başarıyla savunmuş ve Fatih’in büyük çabalarına rağmen hakkından gelinememişti. Ancak ölümünden sonra o topraklar Osmanlıların eline geçti. Daha Macarların ve geride bekleyen Almanların lafını etmiş değiliz. Bunları büyük fedakârlıklarla yenmeyi başaran Osmanlı, bu başarıyı en çok da Fatih’in yıkılmaz iradesi ve insanüstü gayretine borçludur. Eğer ordunun metaneti ve cesareti ve de Fatih’in üstün liderliği olmasaydı, Osmanlı Tuna kıyılarından uzaklaştırılmış bile olabilirdi.

Hıristiyanlık gayreti tarihte adı az duyulmuş bu küçük milletleri bile Osmanlı önünde aşılmaz birer engel haline getirmişti. Romenler, Hırvatlar ve Arnavutlar, başlarına güçlü liderler bulmuş ve sırtlarını papalık, Macaristan ve Venedik’e yaslamıştı. Asıl Avrupa önünde kalkan vazifesi gören bu küçük devletçiklerin sağlam direnişinden belli ki, Osmanlı’nın işi çok zordu. Canını dişine takarak Osmanlı’ya karşı koyan bu milletlerin arkasında güçlü Macarlar ve Almanlar sırada bekliyordu. Papanın emriyle Polonya ve İtalya’dan da ordular toplanması mümkündü. Bütün bunlar hesaba katıldığında Osmanlı’nın ilerleyip Roma’yı ele geçirmesi imkânsız demesek de çok zor bir işti. Üstelik bunu Fatih istese bile devlet erkânı ve ordu istemezdi ve istemedi de. Saltanatı boyunca hiç oturmayan, seferden sefere koşan, “imtisal-i cahidü fillah olupdur niyyetüm din-i İslâmın mücerred gayretidür gayretüm” diye şiirinde kendisini tarif eden Fatih’in enerjisi devlete fazla geliyordu. Onun bu gayreti herkesi yormuştu. Açıkçası Fatih sevilmeyen bir sultandı bu yüzden. Saltanatının ilk yıllarından beri devlete adeta ortak duruma gelmiş büyük ailelerle çatışan (mesela Çandarlı ailesi) ve onları tasfiye eden, o ailelerle yakın teması olan ulemayla da arası bozulan Fatih, fethedilen bölgelere Türk nüfusu aktarması dolayısıyla halk nazarında da sevilmekten çok korkulan bir sultan olarak görülüyordu. Bazı idraksız ulema kesimi arasında, İstanbul’u alıp payitaht yapacak bir kişinin geleceği, onun da Deccal olduğuna dair tuhaf hikayeler uydurulduğu ve böylece Fatih hakkında akıldışı kinayelerin yapıldığı bile vaki oldu. Fatih, Abdülhamid Han gibi tahtında yalnızdı. Tek farkı kendisine sadık yeniçeri kuvvetinin varlığı ve gereğinde çok sert davranabilmesiydi. Böylece herkes ona itaat ediyordu. Onca sefer ve zorlu uğraşların en temel dayanağı Fatih’in sarsılmaz iradesinden ibaretti. Nihayet yüce sultanın ölümüyle bir anda her şey duruverdi.

Sonuç olarak Fatih Sultan Mehmet Han zamanı, İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı’nın yürüyeceği istikameti tayin etmekte sıkıntı çektiği bir dönem oldu. 1453’e kadar hedefi ve istikameti belli olan Osmanlı Devleti, fetihten sonra Roma’nın fethi gibi bir hedef tayin etmişse de bunun sonraki nesillere devredilecek bir siyaset tespitine muhtaç olduğunu ve daha büyük güç temini zaruretinin görülerek bu gücün elde edilmesi için doğuya yönelmek gerektiğini fark edemedi. Zorlu savaşlarla dopdolu geçen bu dönem boyunca harcanan emeğin karşılığı çok daha fazla olabilirdi.

Babası gibi gayretli olmayan II. Bayezid zamanında ise Akkoyunlu ülkesindeki kargaşadan istifade edilmedi, adeta olan bitene seyirci kalındı. Uzun Hasan’ın mirasçıları arasında çıkan taht kavgaları sürüp giderken Osmanlı’nın kılını bile kıpırdatmaması hayreti mucibtir. Üstelik evlilik yoluyla akrabalık tesis edildiği için Osmanlı sultanı Akkoyunlu tahtı üzerinde hak iddia edebilirdi de. Böylece II. Bayezid babası Fatih’in yarım bıraktığı işi tamamlayabilirdi. Hem de bu meşru bir hareket olurdu. Üstelik Avrupalıların, Fatih’in ölümünden sonra Osmanlı’nın tekrar üzerlerine gelmemesi için Cem Sultan’ı rehin tutup şantaj yoluyla kendilerini koruyacak kadar sefilleştiği bir dönemde Osmanlı batıdan gelecek bir taarruz tehdidini düşünmeden rahatça doğuya çullanabilirdi. Tabiat boşluk kabul etmez, bu zemini iyi değerlendiren Şah İsmail son derece mahkûm şartlarda ve Osmanlı’nın gücüne nisbetle bir tümenden ibaret sayılabilecek kuvvetle Akkoyunlu coğrafyasına hâkim olmayı başardı. Kaderin altın tepside Osmanlı’ya ikram ettiği uçsuz bucaksız topraklar Şah İsmail’e ziyafet sofrası oldu. Artık doğu istikametinde ardına kadar açık olan kapılar kapanmış ve çok tehlikeli bir düşmanla burun buruna gelinmişti.

30 yıllık durgunluktan sonra hadiseye el koyan Yavuz Sultan Selim Han başlı başına bir fenomendir. Dünya tarihinin gördüğü en büyük liderlerden biri olan Yavuz, daha şehzadeyken Osmanlı’nın halini muhasebe etmiş, gideceği yönü tayin etmişti. Bunun için kendisinin sultan olması gerektiğini kestirip babasına karşı isyan bayrağı açacak kadar ferasetli ve acar olan Yavuz, sultan olur olmaz farkını ortaya koydu.

Yavuz Sultan Selim Han, Osmanlı’nın bu haliyle bu coğrafyada sakin bir hayat süremeyeceğini biliyordu. Fatih karşısında ecel terleri dökmüş Avrupa’yla savaş hali yoktu ama durum kan davasından farksızdı. Belgrad ve Roma’yı tehdid etmiş Osmanlı için tek yol bir gün büyüyüp intikam için geri dönmesini beklemeden bütün Avrupa’yı ezip geçmekti. Bu ise eldeki kuvvetle imkânsız gibiydi. Uzun yıllar sürecek çetin bir mücadeleyi ve ödenecek büyük bedelleri göze almayı gerektiriyordu. Öte yandan doğuda belirmiş Şah İsmail tehdidi varken batıya doğru değil topyekûn harekât, birkaç yıllık bir sefer bile bir anda iki ateş arasında kalmak gibi bir facia doğurabilirdi. En azından Osmanlı saldırmadıkça yerinden kımıldamayan Avrupalılar şimdilik problem değildi, o halde henüz adamakıllı devletleşmeyi başaramamış Safeviler’e karşı bir harekât daha makul ve daha zaruriydi. Doğudan Özbek Hanı’nın da Osmanlı’yı davet etmesi, topyekûn bir doğu seferiyle İslâm âleminin ciddi bir kesimini tek bayrak altında toplamak gibi bir imkân da sağlayabilirdi. Bu şartlar altında yüce sultan Yavuz, ne yapacağına, daha doğrusu Osmanlı’nın bundan sonra ne yapması gerektiğine tam isabet denebilecek bir katiyetle ve doğrulukla karar verdi: İslâm âlemini birleştirmek ve Osmanlı’yı bu birliğin başı kılmak, sonra da dünyanın geri kalanıyla hesaplaşmak. Yavuz Sultan Selim Han, İstanbul’un fethinden beri boşlukta duran strateji ihtiyacını çizdiği bu istikametle halletmiştir.

Derhal aksiyona soyunan Yavuz, iktidarını tehdid eden kardeşlerini bertaraf eder etmez doğu seferine çıkar (1514). Fırat boylarında yedek kuvvet bırakarak Memluklerin muhtemel bir müdahalesine de set çeken Yavuz’un bu davranışı şunu gösterir: Oraya sonuna kadar gitmek için geldi. Çaldıran’da Safevi ordusunu bozan Yavuz, Otlukbeli’nde dedesi Fatih’in başına gelen sıkıntının benzeriyle karşılaştığı için seferi kesin zaferle sonuçlandıramadan geri döndü. Ordunun savaş öncesi gösterdiği isteksizlik ve isyan emareleri yüzünden Yavuz, Safevi başşehri Tebriz’e girdiği halde bütün İran’ı çiğneyemedi. Hâlbuki niyeti oralarda kışı geçirip bütün Safevi ülkesini istila etmek ve Horasan ve Hindistan’a kadar yürümekti. İstanbul’a döndüğünde kararlılığından bir şey kaybetmemiş olan Yavuz derhal ordu içindeki oyunbozanları ve hainleri ayıkladı. Tekrar sefer hazırlığına giriştiğinde ise Fatih zamanından beri Osmanlı için baş ağrısı olan Memluklerin Safeviler ile ittifak kurduğunu öğrendi. Yavuz stratejisini değiştirmedi. Hedef gene aynıydı ama taktik olarak bir değişiklik gerekmişti. Nasılsa Şah İsmail’in Anadolu’ya saldıracak cesareti kalmadığına göre, gayet meşru bir sebep de eldeyken Memlukler üzerine yürüdü Yavuz. Bu defa tam disiplin altındaki ordusuyla Memluklere hiçbir sığınak bırakmayana kadar seferini sürdüren Yavuz, Suriye ve Mısır’da iki meydan savaşı ve Kahire’de sokak savaşlarıyla Memlukleri tarumar etti. Memluk ülkeleri Osmanlı vilayetleri haline geldi. İslâm halifeliğini İstanbul’a taşıyan ve ilk Osmanlı halifesi olan Yavuz, Moğol istilasından beri paramparça olmuş Müslümanları tek bir irade altında toplamak için gösterdiği gayretin meyvelerini toplamaya başlamıştı. İki yıl süren seferden sonra ordusunu dinlendiren Yavuz için İran’ı baştanbaşa fethetmek pek zor olmayan bir işti artık, ama takdir-i ilahi Yavuz’a mani oldu. Sekiz yıllık saltanatı sonunda 1520’de hayata gözlerini yuman Yavuz, Osmanlı’yı tek hamlede “doğal sınırlar”dan çıkarmış, hem maddî, hem manevî, hem de fikrî, şahane bir miras bırakarak ahirete göçmüştür. Bundan sonra Osmanlı bir cihan devleti ve İslâm ümmetinin halifesidir.

Bununla beraber yarım kalmış işler de vardı: İran’ın fethi, doğudaki Özbek Hanlığı ve diğer Müslüman devletlerin Osmanlı himayesine alınması ve Avrupa’ya topyekûn taarruz. Peki, Yavuz’un mirasçıları Yavuz’un manasını kavrayabilmiş miydi? 1520’de Yavuz’un ölümüyle Sultan Süleyman’ın tahta geçtiği demlerde manzara şuydu: Osmanlı devleti bütün “doğal sınırları” yıkmış koca bir imparatorluktu. Uçsuz bucaksız topraklar, kalabalık Müslüman nüfus, ağzına kadar dolu hazine, güçlü donanma, lazım olduğunda sayısı 300 bini bulan çok iyi donanımlı, üstün ateşli silahlara sahip, çok iyi savaşan korkunç bir ordu, düşmanlarının kalbini durduran psikolojik üstünlük ve Devlet-i Aliyye tahtında bu mirası hak etmeyen kifayetsiz Sultan Süleyman. “Un var, yağ var, şeker var, helva yapsana” diyesi geliyor insanın. Artık ülke değil kıta fethedecek kadar güçlü bir dev haline gelmiş Osmanlı, gerçek bir lider elinde eski dünyayı baştan sona çiğneyebilirdi. Rakiplerine düşen sadece sırasını beklemek olacaktı, ama Sultan Süleyman bunu yapmayı düşünecek fikrî derinliğe sahip değildi. Sadece babasının yaptığını kopya etmeyi düşünse bile yeterdi. “Kanuni” lakabından dolayı derin bir kitabî ve fikrî yönü varmış vehmi uyandıran Sultan Süleyman, küçümsenecek bir sultan değildi ama, babası Yavuz’a nisbet edildiğinde, sığ bir liderdi. Cesaretini ve müttefiki Memlukleri kaybetmiş Safeviler, “Osmanlı geliyor” diye ecel terleri dökerken, ne hikmetse rotayı batıya çeviren Kanuni, doğu defterini açık bırakarak Osmanlı’ya ne büyük bir dert açtığının farkında mıydı acaba?

1521 ve 1522 yıllarında arka arkaya iki sefere çıkan Sultan Süleyman Belgrad ve Rodos gibi çok önemli ve zorlu kaleleri fethetti, ama peşi gelmedi. Hem Venediklilere hem de Macarlara ağır darbeler vuran Osmanlı, hasmını sarsıp kendine getirdi ve geri çekildi. Avrupa’da müthiş bir heyecana sebep olan bu harekâtın niçin birden bire başladığı ve niçin devam etmediği çok tuhaf bir durumdur. İliklerine kadar ürpermiş Avrupa, korku içinde teyakkuza geçerken Osmanlı Belgrad’ı aldıktan sonra sel gibi Macar ülkesine akıp Budin’i düşürmeye davranmadı ve zaferin şaşaasıyla iktifa etti. Mademki Safeviler bir müddet daha tehdid değildi ve mademki batıya doğru yürüyüş kararı verilmişti, o halde planlı bir operasyonla sonuna kadar gidilmeliydi. Memlukler gibi çetin bir hasmı Sina Çölü’nü aşıp Kahire’nin dar sokaklarına kadar takip eden ve yok etmeden bırakmayan Yavuz örneği taptaze dururken, Kanuni Belgrad’ın fethiyle düşmanlarını topyekûn alarma geçirmiş ve sanki iyice hazırlansınlar diye meydanı onlara bırakıp İstanbul’a dönmüştü. Daha birkaç yıl önce dünyanın en iyi süvari güçlerinden olan Safevileri ve Memlukleri perişan eden Osmanlı ordusu için Macaristan kolay lokma olurdu. Belgrad’ın peşinden Budin’in de alınmasından sonra Almanlarla göğüs göğüse gelecek Osmanlı, sahip olduğu güçle Roma Germen İmparatorluğu’nu çökertebilir ve Avrupa’yı topyekûn dize getirebilirdi.  

Beş yıl sonra güçlü Macar süvarisini Mohaç sahrasında sadece iki saatte ezen ve Macar kralını da öldüren Osmanlı ordusu Budin’e geldiğinde, korkudan kaçmış Macarların bıraktığı bomboş şehirde sadece Yahudileri bulmuştu. Her şey açıktı; Avrupa, en iyi muharip gücünü kaybetmiş, titreyerek Osmanlı’yı bekliyordu. Oysa Sultan Süleyman, Budin’i bile bırakıp, Macarların başına bir kukla kral tayin ederek geri çekildi. Bu geri çekiliş Osmanlı’nın son gerçek zaferini ziyan etmesidir. 1526’dan sonra Osmanlı bir daha böyle bir zafer görmedi. Roma Germen İmparatorluğu’na hayat hakkı bahşeden bu hata, aynı zamanda Osmanlı’nın batıya dönük taarruzunda derin bir görüş ve plana sahip olmadığını açığa çıkardı. Bunu iyi kavrayan Alman İmparatoru, Osmanlı gider gitmez Budin’i geri aldı. Osmanlının Macar ordusuna neler yaptığını gören Almanların bu hareketi çılgınlık değil, düşmanının zaafını keşfetmiş olmanın verdiği emniyettendir. Tekrar geri dönen Osmanlı ordusu yıllar önce yapabileceği şeyi yaptı ve Viyana’yı kuşattı (1529). Bu da yersiz ve hesapsızdı. Çünkü meydan muharebesi yapacağını sanan Osmanlının bu seferi, kendilerinden daha akıllı hareket eden Almanların meydana çıkmaması yüzünden meccani bir muhasara hareketine dönüştü. Tabii ki bunun için hiç hazırlığı olmayan, esasında Avrupa’ya karşı hiçbir hazırlığı olmadığını da ele veren Osmanlı, yüzbinlerce süvariyle Viyana surları önünde amaçsız oyalandı ve gene geri döndü. Ne yapacağını bilmeyen Osmanlı’ya kader cilve yapıp adeta “hadi Avrupa’yı fethet” dercesine fırsatlar sunarken sanki koca Osmanlı burnunun ucunu bile göremiyormuşçasına bir uyuşuklukla oradan oraya geziniyordu. Çok geçmeden doğudan da felaket haberleri gelmeye başladı. Çaldıran’da yenilmiş Safeviler, 15 yıl boyunca hazırlık yapmış, Osmanlı’nın Avrupa’daki başarısız manevralarını iyi tahlil etmiş, bir de Avrupalılarla ittifak sağlamış olmanın verdiği rahatlıkla Osmanlı’nın doğu sınırlarına tecavüze başladı. Durum vahimdi. Osmanlı iki cephede birden savaşmaya mahkûmdu, hem de hasımları ne yaptığını iyi biliyordu. Bu manzaranın ortaya çıkmasında en büyük pay da Osmanlı’nındı. Bir seferle Safevilerin kökünü kazıyabilecekken kılını kıpırdatmayan Sultan Süleyman, onların canlanmalarına müsaade etmiş, Avrupalıları da ezmek yerine uyandırıp ayağa kaldırmış, çok değil 10 yıl önce “bize ne zaman gelecek” diye sırasını bekleyen kurbanlarının avı haline gelmişti. Bundan sonra bir doğuya bir batıya mütemadiyen sefere çıkan Sultan Süleyman, bir kere babasının yaptığını yapmadı. Suriye’ye girdikten sonra Gazze’de kışlayan Yavuz, Sina Çölü’nü geçip Mısır’ı son sokağına kadar almadan dönmemişti. İran ise Mısır’a göre daha müsaitti toptan fetih için. Hem Safevilerin zulmettiği Sünniler hem de Özbek Hanı Osmanlı’ya biat etmek için hazır bekliyordu. Gittiği yönü tamamen zapt etmeden geri dönen, küçük kazançları ve karşısında düşman bulamadığı sahralarda kendi başına horozlanmayı daha tatlı bulan Osmanlı, kendi sonunu hazırladığının farkında değildi. İran ve Almanlar korkak olduklarından değil akıllı olduklarından Osmanlı ordusuyla sahrada çarpışmaya kalkmıyordu. Mohaç’ta Macarların nasıl kahramanca(!) yok olduklarını gördükten sonra en doğrusunu yapıyorlardı. Oysa Osmanlı, hasmını karşısında bulamayınca taraf taraf istilaya girişip düşmanı sığınağından çıkmaya zorlamıyor ve onun kendisiyle oynamasına izin vermiş oluyordu. Bunu fark edemeyen Osmanlı, sırtlanların arasında kalıp bir orasından bir burasından ısırıla ısırıla parçalanan aslanın akibetine doğru gidiyordu. Büyük Doğu Mimarı’nın “Ulu Hakan” isimli eserinde Abdülhamid Han’ın zaman zaman söylediği hakikati dile getirmenin yeridir. Ulu Hakan şöyle söylermiş: “Yavuz’un oğlu ya ben olsaydım; vaziyet nasıl olurdu?..” Bu sözde çok şey gizlidir. Dedesi Yavuz’u çok iyi anlamıştı Ulu Hakan. Avrupa’nın tekevvününü fark eden ve İslâm âleminin dağınıklığı karşısında “İttihad-ı İslâm” ideali peşinde koşan Yavuz’un izinden giden Abdülhamid Han, İslâm halifeliğini kuvvetli ve fonksiyonel hale getirmeye çabalamış, muazzam Anglo-Saxon gücüne karşı dünyanın dört bir yanında Müslümanlara ulaşıp onları organize etmeye çalışmış ve böylece hem Osmanlı’yı hem de İslâm âlemini girdiği ölüm kalım savaşından canlı çıkarmaya bakmıştır. O mahkûm şartlarda bunu idrak etmiş olan Ulu Hakan, Yavuz’un oğlu olsaydı ne olurdu bunu biz kendimize sorup şu cevabı verebilirdik: Tarihin sonu gelirdi. Kaderin garip bir cilvesi olarak Yavuz’un mirası Üstad’ın tabiriyle bir “mirasyedi”ye kaldı ve israf oldu.

Buna rağmen Kanuni döneminde bu gidiş düzeltilebilirdi. Çünkü ne Safeviler ne de Almanlar Osmanlı’yla topyekûn savaşa dayanabilirdi. Maalesef Kanuni, Budin, Bağdat ve Tebriz’i fethetmek gibi yarım zaferlerle yetindi. Budin’i alan Viyana’yı da alabilirdi, Bağdat ve Tebriz’i alan İsfahan’ı da alabilirdi. Olmadı. Ta ki artık düşmanları da Osmanlı’yla aralarındaki farkı kapatana kadar bu böyle devam etti. Sultan Süleyman’ı bu şekilde oyalarken için için olgunlaşan Avrupa ve İran, nihayet 16. asır sonlarında Osmanlı’nın ateşli silah üstünlüğünü elinden almış, direniş gayreti intikam hırsına dönüşmüş ve şartlar hemen hemen eşit hale gelmişti. “Kaçan balık büyük olur” derler ama bu kaçan, Osmanlı için dünya hâkimiyeti fırsatıyla beraber boşlukta yer tutma hakkıydı. Evet, kaçan balık gerçekten büyüktü.

Bundan sonrasını konuşmaya gerek yok, bu ayrı fasıl ve zaten meselemiz değil. Şartlar tamamen aleyhine olduğu halde doğmayı ve büyümeyi başarmış Osmanlı, şartlar tamamen lehineyken kendisini sınırlandırmayı ve tüketmeyi başarmıştır. “Doğal sınır” dedikleri şey Osmanlı’nın kafa olarak bittiği yerdir. Fatih devrine kadar İstanbul’un fethi idealiyle yaşayan Osmanlı, bu hedefe ulaşmak ve elde ettikten sonra korumak namına gerekeni yapmış, ama ondan sonra kendine yeni bir hedef koyamamış, bu sebeple zihniyet olarak tıkanmıştır. Yavuz Sultan Selim Han, hakikati keşfetmiş, hem ilan ederek hem de sistemli şekilde tatbik ederek bunu tamimleştirmiştir. Onun ardından gelenler ise Yavuz’u anlamadığı ve onun yaptıklarını bir gelenek olarak sahiplenmediği için Osmanlı’nın bütün taarruz ve müdafaaları meccani olmaktan öteye gidememiştir. Ne yapacağını bilmeyen için kuvvetli yahut zayıf olmanın bir önemi yoktur, ama ne yapacağını bilen zayıfsa kuvvetlenmeye çalışması gerektiğini bilir. Osmanlı’nın fetih ve dünya hakimiyeti siyasetinin ve 16. asırda tıkanmasının sebebi budur.

Tarihi hep eliyle tutup gözüyle gördüğü müşahhaslar üzerinden izlemeye alışmış ve hele Osmanlı tarihine at gözlüğüyle bakmayı marifet saymış tarihçilerin(!) pek sevdiği “doğal sınır” iddiasının hiç de “doğal” olmadığını ifade etmeye çalıştım. Gerçek sınır Osmanlı’nın kafasındaydı.

Aylık Dergisi 170. Sayı Kasım 2018