Osmanlı Devleti, kuruluşundan 17. yüzyıla kadar başarılı bir şekilde uyguladığı ikta sistemi sayesinde fethettiği geniş topraklar üzerinde merkezden doğrudan atadığı memurlarla -tımarlı sipahilerle- merkezi idarenin denetimini sağlayabilmiştir. Bu sistem geçmiş Sasani ve Bizans örneklerinde görülmekle beraber Resûlullah (s.a.v) tarafından kısıtlı bir şekilde ve nihayetinde Hz. Ömer döneminden itibaren Emevi, Abbasi, Selçuklu gibi İslâm devletlerinde yaygın bir uygulama alanı bulmuştur.1 Sistemin esası devlet tarafından fethedilen ve derebeylerinin (lordların) zulmünden boşalan yeni bölgelerde merkez tarafından atanan tımarlı sipahilerin yerleştirilmesine dayanıyordu.
Buna karşın Avrupa'ya hâkim olan derebeylik (feodal) sisteminde köylüler (serfler), lorddan kiraladığı toprağı sürebilmekle beraber yarı köleleşmiş bir halde hasat zamanı haftanın iki-üç günü lordun toprağını karşılıksız sürmeye icbar ediliyordu. Bunun yanında öncelikle sürülmesi gereken lordun hususi toprağıydı.2 Ayrıca köylülerin bulundukları bölgeden ayrılması mutlak suretle yasaktı. Yine sistemin işleyişine dair mühim bir noktaya değinirsek adli- idari bütün işlemler lordun tekelinde olduğundan köylü sınıfı, lordun haksızlıklarına karşı kendilerini savunabilecekleri bir muhatap da bulamıyordu. Nitekim "Serfler, hiçbir siyasal hakka ve efendilerinin bağışladığı, geleneğin dışında hukuksal haklara sahip değildi."3
Ancak Osmanlı tarafından getirilen yeni sistemle doğrudan tâbi olan köylüler, eskisi gibi özerk beylerin angarya işlerinden, zalimane idarelerinden kurtuluyor, merkeze vergi ve toprağının kirasını merkee ödemekle iktifa ediyorlardı. Bu durum da kendilerinden farklı bir dine mensup Müslüman Osmanlı idaresine itaat etmelerini beraberinde getiriyordu. (Nitekim devletin yok olma tehlikesiyle karşılaştığı Fetret Dönemi dahil 18. yüzyıla kadar süren uzun bir dönem boyunca gayrimüslim tebaada kayda değer bir itaatsizliğin görülmemesi bu görüşü destekler mahiyettedir.) Bu düzende ekilebilir arazilerin doğrudan merkeze bağlanması, tarımsal üretimin sekteye uğramasına mâni teşkil ediyor, aynı zamanda yerel güçlerin bölge halkı üzerinde tahakküm kurmasının önüne geçilmiş oluyor ve merkezden atanan tımarlı sipahiler bulundukları bölgelerde mâiyetindekilerle üretime katılıyor, onları tâlim etmek suretiyle devlete asker yetiştiriyor, devlete ait vergi ve kiraları toplayarak merkezi denetim ve bölgesel huzuru sağlıyordu.
Yukarıda gösterilen sebepler Osmanlı'nın eski Roma topraklarında hızlıca yayılmasını sağlamıştır. Ancak 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan iltizam usulü, tımar (ikta) sisteminin dolayısıyla da devletin zayıflamasının baş amillerinden biri halini almıştır. İltizam sistemine göre devlet, belirli bir bölgede vergi toplama salahiyetini nüfuzlu bir kimseye kendisinden alacağı belirli bir ücret dahilinde devretmekteydi. Bunun sonucu mültezimler, devlete ödemesi gereken ücretin de fazlasını çıkartmak amacıyla yerel halka zulmetmekte daha da önemlisi çözülen tımar sisteminin yerine kendi güç ve nüfuzunu temel alan yeni bir düzen ikame etmekteydi.
18. yüzyıla gelindiğinde merkezi idarenin zayıflaması üzerine bu durumu fırsat bilen mültezimler, iltizam usulüyle vergi toplama hakkı kendilerine devredilen fakat mülkiyeti devlete ait olan topraklar (miri araziler) üzerinde hak iddia etmiş, öyle ki devletin dahi başa çıkamayacağı yerel askeri birlikler oluşturmuşlardır. Yüzyıllar öncesinden feodal düzenin zulmünden Osmanlı adaletine sığınan teba, bu vesileyle merkezi idareye karşı muhtariyet derecesinde güç kazanan ve âyan ismini alacak olan beylerin angarya işlerine koşturmak durumunda kalıyordu. Halil İnalcık'ın tespiti üzere âyanların tesiriyle oluşan bu baskı, Fransız ihtilalinin ardından yayılan milliyetçilik cereyanın ve dış devletlerin tahriklerinin de etkisiyle, iç kargaşaların oluşmasına sebebiyet verdi.4 Nitekim İnalcık, bu bahsi ele aldığı kısma şu cümleyle dipnot düşmektedir: "Valilerin, memurların, metropolitlerin suiistimallerini harici tahrikatı ve daha bir çok amilleri inkar etmemekle beraber bizce reaya isyanlarının hakiki sebebi budur"
Yazının mahiyeti açısından bir parantez açmayı yerinde görüyorum: Burada bir yönüyle ele alınan Osmanlı'nın dağılma süreci, İdeolocya Örgüsü'nün tarih muhasebesinde Üstad Necip Fazıl'ın işaret ettiği üzere temelde "İslâmiyet'in anlaşılmaması, onun yeni zaman ve mekâna tatbik edilememesi" sonucu aşk ve vecd devirlerinin kapanmasıyla beraber fikir ve ahlakta yaşanan çürümenin cemiyet nizamına ne şekilde sirayet ettiğinin anlaşılması yönünden faydalı olacaktır. Katip Çelebi, devletin kötü gidişatına binâen 17. yüzyıl ortalarında kaleme aldığı Düstûru-l Amel adlı risalesinde bu çözülmeyi rüşvet, haksız tayinler, mansıp satmak gibi uygulamalara bağlamakta ve bunlardan vazgeçilmediği takdirde ülkenin mahvolacağı uyarısında bulunmakla birlikte Büyük Doğu'nun esas aldığı "ahlâkî çöküntü" prensibini destekler niteliktedir. Aynı zamanda İnalcık'ın görüşünü de bu noktaya irca etmek mümkün gözükmektedir.
Konumuza dönecek olursak nihayetinde merkezi yönetim, bu kargaşa ortamına binaen devletin otoritesini hissettirme zarureti yolunda bir adım atılması gerektiğini geç de olsa kavramış, 3. Selim ile başlayan ıslahat hareketinin hazin bir sonla bitmesinin ardından Rusçuk Âyânı Alemdar Mustafa Paşa'nın desteğini arkasına alan 2. Mahmud, merkeze yakın âyanlarla beraber 1808 yılında Sened-i İttifak adı verilen belgeyi imzalamıştır. Metnin giriş kısmında Merkezi İdare ile yerel güçler arasındaki çekişmenin devleti yıkılma noktasına getirdiğine dikkat çekilmekte, bu senet yoluyla sorunun çözüleceğine işaret edilmektedir. Madde 1'de padişahın otoritesine değinilerek âyânların bu otoriteye itaati, Madde 2'de her askerin devlet merkezine bağlanacağı (burada yüksek ihtimalle âyanların yerel güçlerine dikkat çekiliyor), Madde 3'te hazine ve devlet gelirlerinin ehemmiyeti, Madde 4'te yasama yetkisinin uhdesinde olduğu, Madde 5 ve 6'da ise padişah ile âyanlar arasındaki birlikteliğe karşı çıkanlara veya merkezde devletin düzenini bozanlara karşı beraber hareket edileceğine, Madde 7'de gerek sultan gerek âyanların halkı mağdur edecek kadar ağır vergiler koymaması gerektiğine temas edilmekte ve Sadrazam ve Şeyhülislâm olacakların makamlarına geldikleri gibi bu senedi imzalamaları ve Padişah’ın da bu hükümlerin sürekli olarak uygulanmasını bizzat gözetmesi öngörülmüştür.
Merkezî otorite ile yerel güçler arasında kabul edilen bu belge, Osmanlı'da iktidarın sınırlandırılması yönüyle önem taşımaktayken, âyanlar yönünden iktidarı sınırlandırma maksadından ziyade "özerk bir düzen kurma" çabasına dayanması, işlevsellik yönünde engel teşkil etmiş ne var ki her iki tarafı da memnun etmemesi ve Alemdar Mustafa Paşa'nın yeniçeri isyanında öldürülmesinin ardından diğer sadrazamlar tarafından teyit edilmemesi sonucu merkezi idareyi güçlendirme ya da sınırlandırma amacına hizmet etmemekle beraber bir nevi ölü doğmuştur.5
Dipnotlar
1-Diyanet İslam Ansiklopedisi, "İkta" Maddesi.
2-Leo Huberman, Feodal Toplumdan 20. Yüzyıla. s. 14.
3- Alaaddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s. 237.
4- Halil İnalcık, “Tanzimat Nedir?” isimli makale.
5-Abdurrahman Eren, Anayasa Hukuku Ders Notları, s. 88-89
Görüş: Zekeriya koç
Aylık Dergisi 197. Sayı