Yine bir çarşamba günü, mesai bitmiş. Otobüs ile evime gidiyordum. İstanbul’da yaşayanlar, saat 17-19 arası otobüslerin ne kadar dolu olduğunu bilirler... Trafik de otobüsün içerisi kadar yoğun idi. Hava kapalı, hafif rüzgârlı, yağmur da çiselemek ile çiselememek arasında kararsız. İnsanların yorgunluğu yüzlerinden belliydi. Dışarıda yolcu bırakmak istemeyen şoför, “arka tarafa doğru ilerleyelim” demekte... Ve sistem içerisinde gün geçtikçe emeğinin karşılığını alamayan, fakirleştikçe fakirleşen insanların o feryadı, “daha nereye gideceğiz, insanlar ile akraba mı olalım?”. Bir tarafta, mesaisi bitmiş insanları ailesiyle aynı sofraya oturtmak isteyen şoför, diğer tarafta yolcular... Tam o sırada, “kendimi orta kapının karşısındaki köşeye atmalıyım” diye düşündüm. Bir genç olarak, bizden yaşça büyük insanların olduğu yerde koltuk beklemek absürt olurdu doğrusu. Biraz sonra maksadıma ulaştım ve zorlu şartlar altında kendimi o köşeye attım, orta kapının hemen karşısına, sol tarafa... Aynalıkavak’ı geçip, Kırmızı Minare’ye varmıştık bile. Çantamdan kulaklığımı çıkarttım, sırtımı köşeye verdim ve Haliç’i seyretmeye koyuldum. O sırada bir kadın ve adam otobüsün orta kapısından bindiler, yanlarında bebek ve arabasıyla birlikte. Köşeden ileriye doğru birkaç adım attım ve bebekli arabanın oraya yanaşmasına müsaade ettim. Kırmızı Minare’den Halıcıoğlu’na kadar etrafımla bütün bağlarımı kestim, eve gittiğimde neler yapacağımı düşünerek, müzik dinliyordum. Tahminen aradan on beş dakika geçti.

İnternetten “Best Of Handel” adı altında iki saatlik bir kolaj indirmiştim; Frideric Handel’e ait iki saatlik, eserlerin birleştiği bir çalışma. Tevafuk üzerine listemde bu eser çalıyordu. Handel’in hangi şarkısını dinlediğimi bile bilmiyorum, kolajın içerisinde 60’a yakın parça var. Bir müzikten diğer müziğe geçiş esnasında otobüse tekrar baktım, bebeğin hiç durmadan ağladığını, insanların da bıkmış vaziyette olduklarını gördüm. Sonra dışarıyı seyretmeye devam ettim, trafik ışıkları, karşıdan karşıya geçmek için sabırsızlanan insanlar, otobüsün içerisindeki itiş kakış... Birkaç dakika sonra tekrar etrafımı göz ucuyla dikizlediğimde herkesin rahatsızlığının bir kat daha arttığını gördüm. Bir bebeğe, bir de ailesine baktım. Bebeğin susması için hiçbir şey yapmıyorlardı. Belki de insanlar bu yüzden gergindi. Adam Suriyeliye benziyordu. Kulaklığımı çıkartıp, “Türkçe biliyor musunuz?” diye sordum. “Biraz” dedi. Kulaklığımı sol elime alarak, sağ elimle önce kulaklığı sonra da bebeği gösterdim, “müzik” diye ilave ettim. Adam biraz kararsız şekilde gülümsedi, “olur” dedi. Otobüsün orta kapısı ve çevresindeki bütün koltuklar bize odaklanmıştı. Zaten gözlerini ve kulaklarını oradan alamıyorlardı ya neyse... Telefondan müziğin sesini birkaç seviye kıstıktan sonra kulaklığı bebeğin kafasına geçirdim. Sudan çıkmış balık gibi çırpınan bebeğin buruşuk yüzünde, müsbet bir ifade belirdi. Bebek susmasın mı... Anne ve babasının suratındaki mahcubiyet, tebessüme dönüşmesin mi? Keza aynı hisler etraftaki dayı ve teyzeler için de geçerli. Hemen diğer ucumdaki bir dayı, “madem böyle bir olayın vardı, daha evvel niye yapmadın” minvalinde bir şey söyledi. Ben de, “belki de kulaklığın olayı budur, takılıyken olduğun yerden uzaklaşıyorsun ya, o yüzden iyi bir şeydir” dedim.

Müzik... “Kâinatta her şeyin kendine göre ses çıkardığı, suyun şırıldadığı, kuşun öttüğü, koyunun melediği, telin inlediği ve göğün gürlediği bir âlemde, perde perde nispet helezonlariyle, mutlak hakikat arayıcılığından başka bir şey olmayan musikîyi, asliyle nasıl inkâr edebiliriz?..” diyor Üstad Necip Fazıl Kısakürek... (1)

Ve Handel
George Frideric Handel 1685’te Almanya Halle’de doğmuştur. Johann Sebastian Bach ile aynı yıl, Almanya’nın Halle kentinde (Bach’ın doğduğu Eisenach kentinden 80 km uzaklıkta) doğan Handel, bir cerrahın oğludur. Handel, tıpkı Mozart gibi çocuk yaşlarında keman, obua, org, klavsen çalmasını öğrendi. 17. yüzyılın başında önce İtalya daha sonra da 1710 Aralık’ta İngiltere’ye gitti. Sonra tekrar Almanya’ya dönse de, 1712’de tekrar İngiltere’ye gitti. Ve 47 sene burada yaşadı. “Water Music” isimli meşhur eserini de Büyük Britanya Kralı I. George’a atıfta bulunarak bestelemiştir.

Bir Hâdise
Sene 13 Nisan 1737 idi; Handel, Grosvenor Meydanı Brook Sokağı’nda zemin katta bir evde yaşıyordu. Handel, bir düşüş sürecinden sonra eskisi kadar meşhur değildi. Evinde çembalo (piyano tarzı, klavyeli enstrüman) çalarken bir anda odasında yere yığıldı. Uşağı Handel’in odasına girdiğinde onu iki seksen yerde görünce ne yapacağını bilemedi. Ve tam o anda asistanı Christoph Schmidt’in tevafuk şekilde eve geldiğini gördü. Schmidt, Handel’in doktoru Dr. Jenkins’i buldu. Handel son zamanlarında beste yapamıyor, borçları yüzünden muzdarib idi; son çare olarak 10 bin sterlinini bir tiyatroda orkestra kurmak için harcadı. Daha elli iki yaşındaydı. Doktorun eve varıp, müdahalesinden sonra Handel’in kolundaki damardan aniden kan geldi, bir damar patlamıştı; yapılan tedavi netice vermişti. Handel’in şuuru açıldı ve verdiği ilk tepki “her şey bitti, sonum geldi... Artık dayanacak gücüm kalmadı... Böyle yaşamak istemiyorum...” oldu. Handel vücudunun sağ tarafını komple kaybetmişti. Ve uşağının “iyileşecek mi” sorusuna, doktorunun cevabı “mucizeye bağlı” oldu. Handel tam dört yıl boyunca, sağ tarafı ölü bir şekilde hayatına devam etti, beste yapmaya çalıştı; ancak sağ elini milim bile hareket ettiremiyordu. Doktor bir süre sonra, tekrar muayene etmek üzere Handel’in yanına geldiğinde, ona Aachen’deki kas su kaplıcalarını tavsiye etti. Doktorun söylediğine göre o sıcak suda üç saatten fazla bir insanın durması intihar demekti. Handel bunu göze almıştı. Doktorun tavsiyesi üzerine kaplıcalara gitti ve müspet netice aldı... Sağ tarafı tamamen felç olan Handel, birkaç hafta sonra gitgide iyileşiyordu. Ama onca aradan sonra eskisi gibi olabilecek midir... Handel iyileşmeye başlasa da kasvetli bir süreçten geçiyordu. Borçlar birikmiş, özgüvenini kaybetmişti. Handel bir metin buldu, bu bir oratoryo idi. Kapağı açtı ve metnin ilk başlığı “Messiah” idi. İlk iki kelime şöyle: “Confort ye” yani “teselli bul” İşte o andan sonra ilham Handel’in elinden tuttu ve dosdoğru yeraltından yeryüzüne... Handel üç hafta odasından çıkmadı, sadece metni notaya döktü ve prova yaptı...

Handel’in bir yıldız gibi parlaması için her şey tamamdı; tek bir şey hariç. “Messiah”ın son sözü. O dört yıl aradan sonra onu hayata bağlayan şeyin Yaradan tarafından geldiğine inanan bir kişi, ancak şunu söylerdi: “Âmin”... Bu Handel için hayatının en kritik dönemiydi belki de. Dostoyevski’nin, Beyaz Geceler’de dediği gibi: “Ulu tanrım! O ne mutlu andı. Böyle bir an insana hayat boyu yetmez mi” dediği anlardan bir tanesi. Bu eser İngiltere’de çabucak meşhur oldu. Kraliçe Handel’i çağırmıştı. Öte yandan “Messiah” için gelen tüm teklifler Handel tarafından kabul ediliyordu. Karşılığında ise mahpuslar ve hastalar için tedavi şartı koştu. Daha sonra kör oldu ama “Messiah”ın ateşi onu ölene kadar sardı; çalışmalarına ara vermedi.

Gözleri görmeyen Handel, 6 Nisan 1759’da bir sahne aldı. Bunun veda sahnesi olduğu bütün İngiltere tarafından biliniyordu. Bestekârın rahatsızlıkları nüksetmeye başlamıştı. Handel cuma günü ölmek istediğini söylemiş ve 13 Nisan Cuma günü de hayatını kaybetmiştir. Bir tevafuk ise “Messiah”ın ilk sahnesi dört yıl önce 13 Nisan Cuma günü insanların karşısına çıkmıştı...

 
(1) Necip Fazıl Kısakürek, İman ve İslâm Atlası, sh. 311
 
İstifade Edilen Kaynaklar
Stefan Zweig, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar.

Baran Dergisi 542. Sayı