Özgürlük hepimiz için önemli, öyle ki çağımızda anayasaların temelini özgürlükler oluşturuyor. Fakat bilgilenme süreciyle özgürlüğün eşanlamlı olduğu unutuluyor. Bilgi ve şuur seviyemiz kadar özgürüz aslında. İçten ve dıştan anlayışı ifade eden idrak kelimesiyle de bunu açıklayabiliriz; tasavvur ve tasdik. Anlama yeteneği, akıl erdirme, anlayış ve algı demek olan idrak; nihaî aşamaya gelmek, ulaşmak mânâları da var.

Dıştan anlayışa ilim, içten anlayışa irfan denir. Özgürlüğün her şeyden önce içteki bir anlayış derinliği olduğunu hatırlatalım. Ondan sonra dışta genişlik başlar. Zaten varoluş ferden yaşanır. Öyle ki esir olmasına rağmen “hürüm!” diye bağırabilen ile şekilde hür olmasına rağmen idrakte esir arasındaki farkta görüldüğü üzere. Namık Kemal’in şu dizeleri idrak ile özgürlük arasındaki ilişkiyi ifade eder: “Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhâ-yı hürriyet / Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten.” (Bîdad adaletsizlik demektir.) İdraklerin iğdiş edildiği bu devirde şu soruyu da sormadan edemiyoruz: Acaba Namık Kemal’in korktuğu olmuş mudur?

Bilgi nedir, bilmeyi bilicilik demek olan irfan nedir? Bunları da bilmeliyiz ki, özgürlüğümüzün farkına varalım. Modernizmin ve internetin getirdiği bilgi kirliliği ve dezenformasyon (yanıltma amaçlı yanlış bilgi) ve manipülasyon (yönlendirme) nedir, bunu da bilmeliyiz. Uluslararası sermaye (kapitalist sistem) tekelinde olan bilgi, enformasyon, medya, ilim ve akademiyi (Batının “Kurul” diktatörlüğünü) de iyice bilmeliyiz. Aslında Batı modernizm anlayışı gereği tek tipleşmedir. Sanki dünyanın merkezi Batı ve Batı’dan başka hakikat yok. Düşünce ufkunu daraltan bir anlayıştır modernizm.

Özgürlük denince de bedenî hazlar anlaşılıyor. Hâlbuki her şeyden önce idrakin kadar özgürsün, dünya görüşünün çerçevesi kadar özgürsün. Aslında idraki küt olanların bedenî hazlarda bile sığlıkta dolaştıklarını söyleyebiliriz. “Parası var zevki kıro” misalinde olduğu gibi. Aslında Batı’nın entelektüelleri ruhî boşluğunu bedenî hazlarda uç noktalara vararak dışa vurmuştur. Nietsche, Bodler, Sade vs. buna misâldir.

Kendi varlığını ve kâinatı idraki kadar gördüğünden, idraki sığ olanın hürriyet alanı da dar olur. Varsa, Allah inancını da kendi dar kafasına indiriyor demektir; “sır idraki” bunun için mühim. Şunu belirtelim ki, fikir mihrakı olmayınca bir müddet sonra bilgiler arasında kafa karışıklığı ve safsata boy gösterir. “Sır idraki” kazanamayan ise ne kadar bilgi bolluğuna maruz kalsa bile darlıktan kurtulamaz. Bilgisayar gibi bilgi ile yüklü olur; fakat idrak ve irfanı geniş olmaz. Hatta insan zihni bilgi çöplüğüne döner. Bilginin ve hürriyetin gayesi olan hakikat kaybedilir, ufku açılacağına gittikçe kararır. Kafa karışıklığı ve şüpheler artar. Hatta imansızlık girdabına düşülür. Böyleleri kendi kafa karışıklığını etrafındakilere sirayet ettirmeye çalışır, veremli kadın psikolojisi gibi. Ve kendi sığ seviyesini dinî ölçülere isnad etmeye bakar. Bu hususta dinî kitaplar ve makaleler bile yayımlar. Dinî otorite (nisbet davası) olmadığı için televizyonlarda hatta Diyanet’te böyleleri sıkça görülür. “Ölçüler yerli yerinde ama ölçülere bakan göz nerede?” (S. Mirzabeyoğlu) hayatî sualinin ihmal edilmesinin acıklı ve ibretli sonucu, İslâmcı bilinen fakat ne idüğü belirsiz, nisbetsiz ve edebsiz cahil hoca ve akademisyenlerden piyasa geçilmez olmuştur. Bozacının şahidi şıracı hesabı, böylelerinin müridleri de olmaktadır. Çünkü aklını kiraya vermek mânâsına müritlik kolay ama istikamet ve idrak davası zor, gerçek müritlik zor.

Bilgi ile haşır neşir fakat Hazret-i Ebubekir’e ait, “idrakin aczini idrak, idraktir” ölçüsünden pay sahibi olmayan yani irfanı olmayan akademisyenlerin genel hâli “hikmet gözü”nü yitirdiklerinden “akademik körlük”e dönmüştür. “Bilmediğinin ne olduğunu bilmemek” veya “neyi bilmediğini bilmiyorlar” tesbitleri bunlara denk geliyor.

Hayatın anlamını idrak edememe sonucu, okuduğu bilgilerin hikmetini de kavrayamayan ve her insanda (en cahili dahil) Allah vergisi bir parça olan feraset duygusunu da kaybedip ahmaklık derekesine düşmek söz konusu. Dikkat edin “cahiller” kelimesini kullanmıyorum. Yani, insanı hiçbir bilgiye maruz bırakmayıp saf tabiatı ile bıraksan, bozulmamış hâliyle feraset duygusu taşır ama irfansız bilgi ile devamlı beyni iğdiş edilen ve idraki kütleşen insan, ne kendi ile, ne tabiat ve canlılar ile, ne de Yaratıcısı ile bağ kuramaz. Sıkıcı ve sıkıntılı biri olur. “İlim insanın cehlini alır, ahmaklık baki kalır” (Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri) hikmetli sözünde olduğu gibi. Böyleleri en temel mesele olan “hayatın anlamı nedir?” sualini de ıskalarlar. Çünkü “ilim” bunu öğretmez. Ancak olsa olsa felsefesini yaparlar.

Günümüzün Batı güdümlü ilim anlayışı, irfanı görmezden geliyor ve hatta inkâr ediyor; ama bütün ilmî buluşlarda irfanî boyut vardır. Kesinlikle ilham vardır, kimilerinde rüyalar bile vardır. Tabiî bütün bunlar, çalışana ve mevzuunda yoğunlaşana. İnsanî çabayı (temelde ruhîdir, materyalist zihniyette olsa bile) madde, bilgisayar ve hayvandan ayıran husus. Otomatikle iradî faaliyet arasındaki fark. Kütüphaneyi ezberlemek veya bilgisayarlarda her türlü bilgiyi bulmak insanın oluşuna ve keşfine has bilgi veya irfan olmadığı gibi, özgürlük de olmaz, hatta bu şekilde medeniyet dahî kurulamaz, ilmî yenilikler de doğmaz. Otomata bağlanmış teknik gelişmeler hariç. Fakat teknikteki önemli yeniliklerde dahî söylediklerimiz caridir. Keşif ve ilhamın payı vardır.

Mevzuumuzla alakalı olduğu için belirtelim ki, medeniyet kurmak insana mahsustur ve her medeniyetin bir irfanî boyutu vardır. Çünkü bilgileri tekrarla medeniyet olmaz. Medeniyet kendine has bir orijine sahiptir, doğum ve oluş çilesi vardır. Yani, bir doğum ve oluş sancısı çekmeyen ve insana has orijin taşımayan hiçbir medeniyet doğmaz. İsterse putperest olsun, onun puta inancında da kendine has bir taraf vardır. Somutta tecelli etse bile, inanma ihtiyacının tezahürü ve soyut olanın iştiyakı vardır ve kesinlikle taklid değildir. Demek ki Batı medeniyetini taklid ile yeni bir medeniyet inşaı olmaz, olamaz.

Şunu vurgulamak istiyoruz ki, düşüncen kadar hürsün ve ancak düşünebildiğin yere kadar gidersin. Allah Resûlü, sekiz asır önce İstanbul’un fetholunacağını müjdelemiş ve bu düşünce-ideal Müslümanları sekiz asır İstanbul önlerine taşımıştır. Keza Kristof Kolomb’un, özgür düşüncesi ve hayali olmasa idi, ummanlara açılamaz, Hindistan diye Amerika’yı keşfedemez (daha önce keşfolunduğu iddialarına rağmen) ulaşamazdı. “Hayal ettiğin kadar yaşarsın” meselesi.

Dört köşe kalıplar içinde sıkışmış akıl âletini (akıl, kelime olarak bağ mânâsına gelir) iman ve aşk kanatlarıyla aşarak maveraya uçan insan (aslında bu hâlin fıtraten mevcudiyeti insanın maveradan geldiğinin ispatıdır da) bize gerçek hürriyetin adresini de verir. Nefsin esareti yanında aklın da esaretinden kurtulmalı (akıl gereksiz demiyoruz, bilakis gereklidir, ama sınırları vardır) ruhun kanatları altında hakikate, gerçek özgürlüğe varmalı. Einstein’i “Einstein” yapan matematikî formüller değil, onları basamak yapan, onların üzerindeki idraktir. Einstein’in ifadeleriyle söylersek: “Tecrübe edebileceğimiz en güzel ve en derin heyecan mistik duygudur. Bu, her hakikî ilmin tohumudur. Bu heyecanı tatmayan, onun karşısında hayret ve saygı duymayan insan ölü gibidir.”

Tabiî ki bu keşifler, maddenin ve madde hakkındaki bilginin de hakkını vererek, onların ötesini araştıranlara geliyor. Yoksa oturduğu yerden hikmet satmakla olacak işler değil. Allah’ın kanunu böyle. “Ben çalışana veririm” diyor. Batıl dahi davasını iman, aşk ve heyecanla kuruyor ve ilerletiyor.

Cumhuriyet rejiminin en büyük kötülüğü İslâm karşıtlığı demek olan laiklik anlayışından öte idrakleri iğdiş etmesidir. Bu hususta harf inkılabı milad gösterilir. Çünkü insan kelimelerle düşünür. Osmanlıca kelime ve harflerdeki kültür, idrak, his zenginliğini bir gecede ortadan kaldırarak millete en büyük fenalık yapılmıştır. Zihinler daraltılmış, hisler körleşmiştir. Zor ve anlaşılmaz gelen Divan Edebiyatında bir kelime ile birkaç mânâ anlatılır ve tedailerle zengin hisler oluşturulurken kolaya kaçmanın sonucu 300 kelime ile bütün duygu ve düşüncelerini ifade eden kuru bir gençlik yetişmiştir. Bu kısırlıkta tahassüs ve tefekkür olmayacağı açık, ilim de olmaz. Osmanlıcanın zorluğu ise idrakleri genişleten ve faydalı bir zorluktur. Tıpkı Japonların ve Çinlilerin dünyanın en zor alfabesini bırakmamalarında olduğu gibi.

Ulus devletin eğitim sistemi, tek tipleştirme ve idrakleri rejime göre kütleştirme üzerinedir. Eğitim kelimesi ile maarif kelimesinde bu fark görülebilir. Birinde irfan tüterken öbüründe sanki tornadan geçirme vardır. Kelimelerle oynayarak bizi bozdular. Konfüçyüs’ün, “yönetim elime geçerse önce dili düzeltirdim ki anlaşma sağlansın” deyişindeki hikmeti düşünmeli. Lisan darlığı, fikir darlığı demektir. İnsan, lisanla mühürlenen bir varlık ve kâinat lisanda toplu. Bunun için lisanla oynamak vatanla oynamak mânâsına gelir. Necip Fazıl’ın tesbitinde olduğu gibi, bizim his ve tefekkür boyutumuzu genişlettiği yani idrakimizi ve özgürlüğümüzü geliştiren Büyük Doğu İbda dünya görüşünün, böyle çorak bir kültür ortamında yeşerdiği için, hüda-i nabit ve keramet çapında olduğunu söyleyebiliriz.

Kafa tembelliğine alışan nesiller gittikçe daralır ve eğitim standartları da gittikçe düşer. Okuma oranlarından, sınıf geçme kriterlerine kadar Avrupa’dan geri olmamızın sebebi, kafa tembelliğidir ve İslâm harfleri olan Osmanlıcayı zor görmek gibi daraltıcı zihniyet bizi bu hallere düşürdü. Batıyı da dışından biliyoruz, içimizdeki Batıcıların hali de taklid seviyesinde ve dar kafa (yobaz) misalidir. Yani Batı’daki tefekkür derinliği yoktur. Hâlbuki İslâm’ın yükseliş asrında mesela Endülüs üniversitelerine Batı’dan öğrenciler geliyor idi ve Batı rönesansını İslâm’a, İslâm’ın ilim ve medeniyetinden aldıklarına borçlu olmasına rağmen öyle bir hileli ilim terazisi kurmuştur ki, bunu inkâr ediyor.

Ekonomik kalkınma için Ar-ge ve katma değerli üretimden bahsediliyor, marka olmaktan “know-how”dan bahsediliyor. Beşerî sermaye deniyor. Eğitime yapılan yatırımların işin temelini oluşturduğu söyleniyor. Aslında bütün bunlar yaratıcı-keşfedici zekâ ile ilgili. Yani harflerimizden başlayarak oluşturulan Batı taklidi ve daraltıcı kafa bizde de en büyük engeldir. Buna ırkî olan düşünce geleneği eksikliğini de ilave edince durum Müslüman olanında da iç açıcı değil, laik-Batıcı olanında da. Hâlbuki İslâm’ın ilk emri oku iken ve kütüphaneleriyle meşhur medeniyet kurmuş iken. Cumhuriyetin ithal devrimleri ve harf inkılabı ile birlikte duygu-düşünce dünyamız kökünden baltalanmış ve küspe nesiller doğmuştur. Bu açıdan Necib Fazıl’ın Salih Mirzabeyoğlu’nun Kültür Davamız eserine yazdığı şu takdim, hayatî önemi haizdir. “Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi, ilk çileli nefs murakabesi…” İbda idraki, havandaki cevher misali, kurtuluş yolunun anahtarı mesabesindedir. İdrak ve irfan davası güden ve bunun ehemmiyetini idrak edenlerin (idrakin aczini idrak de bir idrak oluyor) anlayacağı ve kurtulacağı bir yoldur. Gerçek özgürlük yoludur. Ruhun kanatlarıyla akıl atını koşturmanın, kâinatı ve kendini keşfetmenin zevkli ve heyecanlı yoludur.

“Allah’tan hakkıyla âlimler korkar” ve “ilmin başı Allah korkusudur” ölçülerini biliyoruz ama idrakinde miyiz? Bu mevzu çok mühim. Çünkü idrakte kurtulamazsak, hem dinimiz, hem vatanımız tehlikeye girer, hem de bedenimiz. Bunun şuurunda ne zaman olacağız? Bu da bir idrak mevzuu. Allah’a idrak ve irfan için dua etmeyi en başa almalıyız aslında. Çünkü idrakin kadar Müslümansın ya da değilsin. İdrak ve irfan tarlası olarak Büyük Doğu İbda dünya görüşü kurucu ve yönlendirici ilkedir. Ümmetin birleşmesi için gereken tek fikir mihrakıdır, hüviyetimizdir.

Biz bu meseleye işaret ederken, bir grup veya hizip derdi taşımıyoruz, siyasî bir amacımız yok, meseleyi idrak sahiplerine ulaştırmak ve idrakleri kör ve sağır olmayanlara bir nebze hitap etmek istiyoruz. Bunda şahsî veya zümrevî bir çıkarımız yoktur. Allah hepimizin idrakini açsın, gönlünü açsın diyorum. Çünkü gönülle idrak yakın ilişkide. Gönlü kararanın idraki de küt oluyor. Bu açıdan cahil halkın irfanı olabiliyor. “Size kocakarı imânı lâzım” Hadis-i Şerif’i hatırlanmalı. Bunun yanında ilmi olan kişi ise irfanla irtibatını kestiği an ayağı kayabiliyor, saçmalayabiliyor. “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” Hadis-i Şerif’i buna işaret ediyor.

Özgürlüğün hakikati nedir, sınırı nedir, bizi özgürleştiren düşünce nedir? Suallerini irdelemeye çalışıyoruz. Kapitalizmin babası Adam Smith veya Marksizm’in babası Karl Marks veya “Özgürlük Üzerine” kitabının yazarı John Stuart Mill ve benzerlerinin kendini putlaştırdığı sınırlı aklı mı, yoksa Mutlak Fikir’e bağlanmak ve ona nisbetle bir düşünce sistematiğine ait olmak mı? Bizce Mutlak Fikir, hakikat ve özgürleşmek demektir. Bunun için, “hürriyet, hakikate esarettir” denmiş. Hakikati kaybeden, nisbeti, dayanağı, ekseni olmayanın hürriyeti de olmaz. Fırtınalı denizde güvenli liman aranır, ummanlara açılırken de pusula gerekir. Mutlak Fikir’in kılavuzluğu ve nisbet davası, özgürleşmek içindir. Modernizmin-kapitalizmin tek tipliğinden ve idraksizliğinden kurtulmak davası ancak ruhların İslâm’ın hakikatine nisbetle özgürleşmesi ve bunun “Tatbik Fikri”nin zevk ve aksiyonu ile olur. Kişi ancak ruhunun vatanında mutlu olur.
 

Baran Dergisi 550. Sayı

27.07.2017