Geçen haftaki  “papazlı yazı”mda bana göre mühim iki şerh düşmüştüm, ilki Amerikalı Papaz Andrew Brunson’un mahkeme neticesinin ne olacağını bekleyip görmemiz gerektiği, diğeri ise Brunson’un başrol oynar gibi görünmesine mukabil bu meselenin esasen tek papazlı değil çok papazlı olması…

Ne yaparsa yapsın işgal edemediği memleketi, emperyalistlerin, hususiyetle İngilizlerin “çıkardığı çizmeleri” giymekle görevlendirilmiş malum şahıs, bir zamanlar “Türkiye cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır” demişti. Gelinen noktaya bakıldığında dediği gibi de oldu; ufak bir teferruat farkıyla: İstemedikleri gibi şeyhler, dervişler memleketi olmadık ama bu sefer de ortalık papaz müsveddelerinden geçilmez oldu. Medeniyet Tarikatı’ndan kasıt bu papaz furyası ise F. Gülen (77), A. Oktar (62), A. C. Brunson (50) ve türevlerinin sardığı şu ortam ve gündeme bakılarak bir başarıdan bahsedilebilir, ayrı mevzu…

Malumunuz geçen hafta da bu papaz muhabbeti sürdü ve hatta ABD başkanı ve yardımcısının hâdiseye dahliyle ile haber, Top 10’da bir numara oldu… Brunson’un memleketimizdeki yasadışı faaliyetleri elbette mühim bir mesele. Bu ehemmiyet 15 Temmuz darbesine dahli olup olmadığı noktasından bakıldığında daha da artıyor. Bunlar biliniyor ve konuşuluyor; benim dikkat çekmek istediğim husus ise bu “Pastör Brunson” meselesini ABD hükümetinin kendisi için niçin bu kadar elzem bir mevzu gördüğü … Öyle ya, ehemmiyeti ne olursa olsun dünyayı ahtapot kolları gibi sarıp sarmalamış bir devlet, görünüş itibariyle bir posta güvercini olmak mesabesinden öte bir mahareti olmamış bir papaz için bu kadar güç sarf eder mi? Edebilir; çünkü Brunson’un göründüğünden daha da fazla ehemmiyeti vardır belki de. Aynı zamanda ABD başkan yardımcısı Evanjelik kanadın güçlü bir temsilcisi olmasından dolayı bu mevzuyu kendine iş de edinmiştir. Peki, “As” mesabesinde olan diğer papaz F. Gülen (77) mevzuu hakkında, hem de Türkiye bas bas bağırırken niçin tek kelime edilmez? Burada iki husus öne çıkmaktadır. Birincisi, eğer konuşacak olursa Brunson’un 15 Temmuz davalarının bir numaralı şahidi olması, ikincisi ise ABD’nin başka ajanlarına “size sahip çıkıyorum” mesajı; bu aşırı sahiplenme içgüdüsü ilkini önlerken ikincisini tahkim ediyor. Ama bunlar da teferruat; ABD’nin işlediği ne suçlar ayyuka çıktı da hangi Allah’ın kulu hesap sorabildi ki?

Napolyon gibi büyük harb dehâlarının sık başvurduğu bir taktik olarak ehemmiyetsiz bir noktaya aşırı ehemmiyet vererek asıl hedef noktalarını saklamak gibi bir strateji vardır; ehemmiyeti her ne kadar yok değilse de, ABD’nin Brunson mevzuunda canhıraş bir şekilde davranması da bunu göstermektedir. Brunson’a pek basit tedbirlerle bir suikast düzenleyebilecek güç ve çapta oldukları hâlde bu aşırı sahip çıkma mevzuu şaibeli gözüyor. Kaldı ki, 15 Temmuz darbesini ABD’lilerin yaptığı hususunda şüphesi olan yok ve bunu bilmeyen cahiller bile mevcut değil!
Geçen haftanın alaka çekici haberlerinden birisi de The Washington Post’un F. Gülen (77) ve A. C. Brunson (50) arasında mukayese yaparak “al papazı ver papazı” ifadesine benzer bir ifâde kullanması. Bu, bize, işin bir tarafıyla ABD’nin kendi iç işlerine dâir yönünü gösteriyor; çünkü yakında Türkiye pazarına girecek olan Amazon adlı online alışveriş sistemi, The Washington Post’un da sahibidir ki böylesi büyük bir Pazar ile çatışma istememektedir. Aynı zamanda The Washington Post ve şürekâsının sıkı bir Trump muhalifi olmasını da buna ekleyelim… Demek ki görünürdeki papaz savaşları esasen başka savaşların da işin içinde olduğu karmaşık bir mesele… Nitekim aynı günlerde İran’a uygulanacak ambargo vesilesiyle Türkiye’ye gelen ABD heyetinin eli boş döndüğü yönünde bir görüntü var. Yine geçen haftaki Brics toplantısında Rusya ve Çin ile ekonomik ikili ilişkiler noktasında iyice yakınlaşan Türkiye’nin, ABD’ye verdiği rahatsızlık papaz meselesinden binlerce kat daha mühim. ABD, tabiî olarak dünyada kendisinden daha büyük bir ekonomik gücün varlığını istemiyor; haftalardır süren ve Trump’un başlattığı vergi savaşlarının ana sebebi bu; aşırı vergilendirme ile Çin’deki fabrikaların, iş gücünün tekrar ABD’ye döndürülmesi projesi. Nitekim Trump yine geçen hafta bunu açıkça ifade etti; sosyal problemlerle boğuşmasına nazaran ve ekonomik gücünün epey büyük olmasına mukabil büyüme nisbetini yüzde 4 artıran bir ABD’den bahsediyoruz.

Bunlarla beraber dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip Venezüella’yı kıskacına alan ABD, orada işleri ha hallettim ha hallediyorum derken Rusya, Çin ve Türkiye’nin Venezüella’ya arka çıkma teşebbüsleri de bu papaz hâdisesinin ardındaki bir diğer mevzu. Venezüella’da çıkartılan ve İsviçre’de işlenen altınların artık Türkiye’de işlenmesi anlaşmasına karar verildiği açıklandı yine geçen hafta!

Tüm bunları ve benzer bilinmeyenleri üst üste kattığımızda, bu papaz meselesinin bir papazdan daha çok ABD’nin nüfuz sahasının daraltılmasına müsaade etmemek için böylesi bir “şaşı bak şaşır” modunda bir tarzı hareket olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Türkiye’ye gelince:
Bizim için işler esasen pek netameli! Rûhî ihtilaçlarımız zaten normal kabul ediliyor ve çaresi de alınan tedbirlere bakılırsa yakın zamanda bulunamayacak gözüküyor. Diğer yandan aynı hususa mutabık gördüğüm iktisadî bakımdan muvazenesizliğe varan bir hâl mevcut; bizdeki iktisâdi düzenin işleyişi hep muvazenesiz olmuştur, lakin bugünkü vaziyetin gösterdiği, oturmuş kriz hâlinin kendisini koruyamadığı bir cihete savruluyor olması... Bu yeni bir şey değil, devre devre büyümüş, 15 Temmuz ile kendisini geriye atmış, sonra tekrar su yüzüne çıkmış ve en son seçimlerden evvel tekrar ayyuka çıkmış fakat “tahammülün de fevkinde” mizaciyla ses etmemiş milletimizin farkında olarak seyrettiği... Bugün yaşanan ve ileriye doğru artan bu gidişat tersine çevrilmezse, yukarıya doğru tırmanacak olan bu iktisâdî krizin bir mühim veçhesi de bizim toplum tipimizin değişmesi. Evvele nazaran lüks tüketim malzemelerinin bugünün şartlarınca artık normal sayılması gibi –ki esasında hayatın akışınca bunda bir terslik yoktur- bir hâl var ve milletimiz bu hâlden çıkmamak için darbeye karşı direndiği gibi direnecek bir görünüm arz etmektedir. Artık insan tipi değişmiştir ve hem yeni şartlara hatta durmadan daha üst şartlara sahip olmak isteyen ve bundan ne olursa olsun vazgeçmek istemeyen milyonlarla ifâde edilebilecek bu insan kalabalığının önünü kesemezsiniz; onları vicdanından yakalayıcı, böylesi bir kelepçe ile kendi kendine yetici şartlar oluşturulmadıkça da mevcut iktisadi düzenin kapitalist mantalitelerine uymak zorunluluğu kendisini her daim dayatacaktır. 

Enflasyon nisbeti yüzde 15’lerle ifade ediliyor. Bu da ifade edilen; en basitinden yaz mevsiminde meyve sebze fiyatlarının bile bu kadar aşırı pahalı olmasından yola çıkarak diğer her sahadaki aşırı pahalılığı alım gücünün artmaması ile hesap edersek, eğer tedbir alınmaz ise 2018 Eylül yahut Kasım’ında maalesef daha da bunalmış bir iktisâdi manzaranın artık kendini açıktan gösterdiği şartlar gelecektir. Ekmek fiyatları meselesinde fırıncılar odasının, minibüs ve taksi fiyatlarında şöförler odasının ve başka her kalemde bilmem ne odasının mafyavârî bir tahakkümle fiyatlara ayar verebildiği bir yönetim zaafı tüm iyileşmelere mukâbil maalesef devam etmektedir.

Zannımca milletinin Facebook profillerine bakıp onları öyle yaşıyor zanneden yeni ekonomi bakanının da her toplantıda –tıpkı Erdoğan’ın ilk 15 Temmuz açıklamasında olduğu gibi- dâima gülüyor olması da cabası; adalet bakanı, ekonomi bakanı sağlık bakanı gibi ehemmiyeti pek yüksek ve aşırı ciddi koltukların sahipleri, mevzularındaki hâli kavramış yahut kavramamış olsun, hiç olmazsa görüntüyü kurtarmak adına herkese gülücük dağıtan pozlarını gizlemek zorundadır. Tebessüm etmekle gülmek arasındaki fark ayırt edilemediği zaman belli makamlarda ciddi neticelere uzanacak problemler doğurur; Soma faciası’nda muhalefetin o günkü hükümeti bir çırpıda boğacağı vaziyet ortaya çıkmışken eski enerji bakanı Taner’in, Soma meselesinde hükümetin yüzünü temsil etmesi böylesi dehşetli bir problemi nasıl en aza indirdiyse, şu iktisâdî sıkıntı içinde ve memleket esnafının canı burnunda iken ekonomi bakanı’nın her tarafa gülücükler dağıtarak “işler iyi panpa” modunda takılması da bırakın olan vaziyeti, olmayan vaziyetleri de ortaya çıkarıcı bir garabettir… Ekonomi bakanı şu olsun, bu olsun yollu oturduğu yerden Twitter seviyesinden hallice akıl dağıtacak bir tarzımız olmadığına göre de kastettiğimiz nokta bellidir, ekleyelim… Ekonomi bakanı kim olacak aklım ermez de, en azından Fransızların ihtilal devrindeki maliye bakanı Türgo çapında bir adamın işlere el atması lüzumludur; belki tedbirler alınıyordur da bilmiyoruzdur, bekleyip göreceğiz…

Türkiye’nin siyasî ve iktisadî bu sıkışıklıkta düştüğü diğer bir handikap ABD’ye mukavemet göstereceğim derken Rus politikasının esiri olması gibi bir tehlike içindedir; Ruslar, kendisine mukavemet eden bütün Amerikan dünyasına karşı her gün yeni bir müttefik bulurken, bunu daima Türkiye üzerinden yapmaktadırlar. Ve Rusya’nın her hamlesi diyelim ki kendisine yüzde doksan bir artı sağlarken aynı artılar Türkiye için yerine göre beş, yerine göre iki buçuk; Türkiye’de elimize yüzümüze bulaştırdığımız Amerikan ajanı avı devam ederken, hiç dikkat edilmiyor ki Rusların da içimizde ajanları var mıdır? Evet, mevzuunu ve teferruatını yeri geldikçe söylemek üzere ifade edersek Rusya’nın devlet içindeki nüfuzu maalesef en ez Amerikan tehdidi kadar önemlidir. Türkiye devleti içindeki bu Rus nüfuz sahasının kuvveti bazı yazarlar tarafından dile getirilmiş fakat ortalığın tozundan görülememiştir… ABD mandası olmamak için Rus tuzağına düşülmesi tehlikesi gün geçtikçe artmakta ve ABD karşıtlığının ortaya çıkardığı büyülü havada bu tehlike hissedilmemektedir. Rusların kendisi bilir bilmez onu bilemem de, şuuraltılarında iki ana hedef vardır; birincisi Ayasofya’nın zaptı ve bu vesile ile Ortodoksların dünya zaferi, ikincisi sıcak denizlere ve o denizlerin karalarına doğru boyuna ilerleyerek nüfuz sahasını artırmak ukdesi; böylelikle de manevi liderliği maddî sahaya aksettirebilme davası…

Madem Türkiye Rusya için hayati önem arz etmektedir o hâlde bu pazarlık masalarında Türkiye’nin söz sahipliği en azından Rusya kadar olması lazım gelmez mi?

Tabii olarak “evet” ama ABD ve Rus tabiîliğinin reelliği bu tabiîliği darmadığın etmekte ve her iki taraf da Türkiye’ye daima ve hep sun’i kârlar vermektedir; Suriye meselesinde her veçhesiyle “en azından” değil en çoğundan kâr elde etmesi gereken, hem de en çok zarar görenin kendisi olduğu hâlde Türkiye, aynı masanın karşılıklı iki tarafına oturan ABD ve Rusya’nın pazarlık masasından arta kalanları bile toplayamamış, sadece askerî olarak bir ufak bölgeyi –o da zaten mecburendi- ele geçirmekten başka ne elde edebilmiştir?

Rusya nüfuz sahasını genişletmiş, ABD tüm kamplarını ve tetikçi unsurlarını korumuş, Esed yerli yerinde, hakeza İran bile bu vesileyle boyuna yer genişletti! Ha, biz insanlığımızı koruduk! İnsanlığını korumak politikacıların ana işi değildir, onların ana vazifesi insanlığı korumaktır; iyi bir insan olmakla binlerce iyi insanı korumak arasında ince falan değil bildiğiniz kalın bir fark vardır… Elbette, kim ne derse desin Türkiye Suriye mevzuu etrafında Osmanlı hoşgörüsünü, yardımseverliğini ve insanî hassasiyetini diğerlerine nazaran gösterebilmiş olarak altın harflerle yazılmış mükemmel bir tavır gösterdiğinden kuşkumuz yok! Fakat Osmanlı her devresinde bu türlü işleri yaparken ona göre kendi başka kanunları, ona göre belirli nüfüz sahaları ve ona göre politik gücü ile bunları yapmış ve yaptığı insanlığı hayvanların kucağına terk edici bir zaafa bürünmemiştir. Türkiye, ABD ve Rusya arasındaki nüfuz sahası mücadelesinin mühim bir aktörü olduğunu her ne kadar bilse de, kararlarında politik olmaktan çok hissi davranmaktadır. Bu haleti ruhiye bir an evvel terk edilmeli ve ikisinin de kendisine yar olmayacağını zaten bildiği müstakbel evlilik namzetlerine muvafık politik tutuma doğru kendisini çekmek zorundadır.

İçinde bulunduğumuz her zaafa mukabil Türkiye’nin her mevzuda büyük bir potansiyel taşıdığına inandığını söyleyenlerin, bu potansiyele muvafık olarak daha müphem bir politika yürütmesi gerekir. ABD ile mesela iktisâdî bakımdan savaşacak gücümüz yoksa açıkça böylesi bir savaş ilânı nasıl gereksiz bir atraksiyonsa –ki böylesi bir savaş zaten cereyan ediyor, o halde baltalarımızı biledik diye açıklama yapmaya yahut baltalarımızı sakladık diye fark etmez, ne gerek var- diğer tarafıyla ABD ile böylesi bir savaş yürütülürken Rusya’ya karşı kadîm dost pozları takınıp “ondan korktuğum için sana geldim panpa” der gibi sarılmanın ne âlemi vardır? Neticede ABD ve Rusya, güçleri ne olursa olsun dünyaya hâkim olmanın kilit noktasının Türkiye olduğunu ve Türkiye olmadan Ortadoğu’ya, Ortadoğu olmadan diğer yerlere karşı güç gösterisinin mümkün olmadığını bilmektedirler! 

Türkiye’nin vaziyetine bakıp herhangi bir çay ocağından herhangi birisinin görebildiği böylesi bir politik gidişat gösteriyor ki, eski politik tavırlar ve alışkanlıkların henüz mevcut hükümetin kendi üzerinden atamadığı bir paradoks olarak kendini açık etmektedir.

Attığı bir Twitle ekonomisini bir aşağı bir yukarı çekebildiği bir memleketi ABD, ABD’nin kendisini tekrar tahakküm altına alacağı korkuları ile dolu olan zedelenmiş ilişkiler mağduru bir eski aşığı balkonunun altında gören bir Rusya, ne sebeple Türkiye’yi ciddiye alsın! İkisi arasında müphem bir siyaset yumağı oluşturmadan yapılan her iş neticesinde yine az kazanan bu memleket, çok kazanan onlar olacaktır.

Baran Dergisi 603. Sayı