Orhan Veli’nin tüm şiirlerinin bulunduğu kitaba her tesadüf edişimde hemen sayfalarını rastgele açar ve sayfalarını karıştırmaktan kendimi alamam. Bazen bir seferde bütün şiirlerini birkaç defa okumuşluğum da olmuştur. Şahsen serbest şiir sevmem ve hatta şiir mevzuunda serbest taraftarı olanları pek bilmem, okumam, okusam değer vermem, değer verene de değer vermem. Bu husustaki katı prensibim de esasen şiirden çok anladığımdan da kaynaklanmıyor. Bu memleketin her mevzuda başına gelenlerin bu serbestlik belâsından çıktığını bildiğim için, şiir gibi kaideleri pek yüksek, tecriti derin, yani sahası sonsuzluğa akan bir mevzuda serbestlik taraftarı olmanın şiir zevkinde vasat bir görüşe karşılık olduğunu düşünürüm. Bu fikrimin ana temeli Üstad Necip Fazıl’ın (meâlen aktaralım) “serbest şiir yazanları biliyoruz fakat serbest şiir yazanlar arasından büyük şair çıktığını bilmiyoruz!” demesine dayanır. Üstad Necip Fazıl’a göre “serbest şiirin gayesi, dış şekli yıkıp bu iç şekli billûrlaştırmaksa da, mekânsız zaman gibi dış perde gergefini kurmadan iç mânâyı nakışlandırmak muhal...”dir… Ana mevzumuz değil ama şiir, gecenin geç saatlerinde bazen içinden gelip Bakî’den, Nedim ve Fuzûlî’den beyitler okuduktan sonra “elini masaya vura vura ‘şiir diye beyim buna derim ben!’ ” diyen Üstad’ın ifadesindeki yüksekliğe karşılık gelmelidir herhalde; yani, Üstad gibi bir büyük şairin teveccühüne ve o şiirin o teveccühe layık olduğunu bilebilme hassasına! Dedik ya büyük iş, büyüklüğünün malumatı bilinen fakat kendisi bizce bilinmeyen…

Serbest şiiri sevmemekle ondaki kıymetleri görememek arasındaki farkın hakkını teslim etmemek de olmaz elbette! Şiirde yine Üstadın tabiriyle “ne söyledi” yoktur ve ancak “nasıl söyledi” vardır; işte Orhan Veli de serbest tarzına nazaran fikrimce bu “nasıl söyledi” meselesinin latif misallerini taşımaktadır. Onun bazı şiirleri “Gelirli ŞiirDelikli ŞiirKumrulu ŞiirPırpırlı ŞiirCımbızlı Şiir” gibi başlıklardan oluşur. Ne sebebse, bu “papazlı yazı” başlığını bunlardan mülhem seçtiğimi hissettim; sonra bir de baktım ki, şiirin ana malzemesi zaten kelimeler değil miydi? Yazı bütünlüğünde bir kelimeden yola çıkarak mevzuumu derlediğim görüneceğinden, şimdilik anlamsız gözüken bu giriş, kelimelerin kuvvetine dâir bir havayı verecek ve sonrasında alakasız olmadığını da ispat edecektir…
 
Bir Futbolcu: Papaz Erhan
Galatasaraylı Libero Erhan vardı evvelden; lakabı da papaz’dı, Papaz Erhan! Çok bildiğimden değil de hayal meyal çocukluğumdan hatırladığım. Bu hatırlamaya sebeb olan da tabiî ki birçok futbolcunun aksine Erhan’ın daima sakallı olması. Fakat bu hatırlama işine baskınlık veren ise birçok kahvehane ve berber dükkânında o vakitler her köşede onun fotoğrafının olmasıydı. Daha yeni öğrendim, o senelerde yabancılarla yapılan bir maçta gol filan mı atmış, bir başarı mı göstermiş ne, şöhreti artmış. Galatasaraylı Erhan’ın “papaz”lığı ise ne Hıristiyanlıktan ne benzer bir şeyden, hiç kesmediği sakalıyla alakası olsa da esasen tam olarak, futbolda aşağı-yukarı-otuzuna gelmişlere de“papaz” denilmesinden... Benim gibi futboldan pek anlamayıp da ara sıra futbol maçlarına bakıp “burada ne oluyor kardeşim!” diyenler varsa, onlara “papaz” kelimesi vesilesiyle bir ipucu verebilirim ama:

Diyelim ki oyun devam ederken bir hata-faul yapıldı yahut başka bir tartışmalı pozisyon oldu. Hakemin üzerine gidip el kol hareketleri yapan, durmadan bir şeyler söyleyen, hâdise olup bittiği hâlde söylene söylene giden futbolcular var ya, işte onlar bu camianın jargonunca “papaz” diye niteleniyor; tabii, bu hâl illâ kavgacı ve benzer özellikler taşıdıklarını da göstermez. Diğer genç futbolculara mukâbil onlar artık birer “papaz”dır ve evvelki tecrübelerinden yola çıkarak mücadelenin tartışma kısmının ön saflarında boy gösterirler, oyun içinde oyunun hızlanması yahut yavaşlaması gibi yahut bunlara benzer safhalarda etkin bir rol de oynarlar… Şimdilerde ise ağabeylikten çok hır-gür çıkaranlara deniliyor yahut öyle biliniyor hatırlatalım.
 
Bir Kelime: Papaz 
Bizde, dilimizde “papaz” kelimesinin yeri pek kuvvetlidir; meyvesi, deyimi, kâğıt oyunu, büyüsü, yemeği, balığı ve niteleme için kullanılanlarıyla beraber pek çok farklı yerde farklı anlamlara uzanmaktadır. Demek ki bu kelime benzer şekilde dilimize girmiş olan diğer birçok kelime gibi artık hayatımızın tabiî akışına karışmıştır. Yani Türkçe olmuştur… Yunanca “papas”dan maada bizde “papaz” olarak telaffuz edilen bu kelime esasen ve ilk anlamıyla Hristiyan din adamlarına söyleniyor. Fransızca bir kelime olan nicotine’in Avrupa dillerinde kullanılan bu ortak kelimenin Fransız diplomat Jean Nicot’un isminden, İtalyanca bir kelime olan patiska kelimesinin İtalyan kumaşçı Batiste de Chambray’in isminden maada Batista, Batist kelimesinden kıvrılarak dilimize yerleşmesi gibi… Hristiyanlık literatüründen türeyen Papa-Baba-Rab ilişkisine nazaran papalığı temsil eden din adamlarına pappas yani papaz-peder (bizde de yer yer “baba” kelimesine atfen Farsça peder kullanılır) deniliyor ki dilimizdeki karşılığını az evvel söylemiştik. Mesela, şimdi tesadüf ettiğimiz ve dilimizde yer alan Farsça kökenli peder kelimesinin tedai ettirdiği Avrupa dillerindeki ismiyle “Peter”, papalığı ilk organize eden kişi olarak kabul edilir. Peter yani Simon-Simun, Kifas-Cephas-Kefas-Kephaisimleriyle de tanınan Simun Petrus Fransızca’da Saint Pierre-Aziz Piyer diye anılır; Fransızca Pierre-taş, kaya! Biraz evvel geçen isimlerden Aramice Kifas ve Latince kökenli Petrus da “kaya” mânâlarına gelmektedir. Şu noktaya kadar aynı şahsın bir sürü isimini gördük ve esasen hissetsek de papa yahut papaz ile alakasını tam olarak kuramadık gibi; işin esprisi de burada devreye giriyor. Hristiyanlık teolojisine göre (Katolik Kilisesi) 12 Havari’den birisi olan ilk Papa, Hazreti İsa’nın varisi addedilen Balıkçı Petrus’tur ve Hazreti İsa’nın Kilisesini üzerinde kurmak istediği Kaya yani temel şahıstır!.. Matta İncili’ne göre Hazreti İsa, 29 Haziran 67’de çarmıha gerilerek öldüğüne inanılan Balıkçı Petrus’a “ismin bundan böyle kaya olacak ve ben de kilisemi-cemaatimi bu kayanın üstüne kuracağım” demiştir. Yine Matta’ya göre, balık avlamakla geçinen Petrus’un o günden sonra Hristiyanlık için insan avlamak için yola çıkması… Papa’ların parmaklarından çıkartmadığı Balıkçı Yüzüğü’ne nazaran da balık sembolünün Hazreti İsa ve ona nisbetle de “kendilik” mânâsına “o’nun temsilcisi” bu yüzüğü taşır.

İslâm literatüründeki dünyanın Sevr-öküz ve Hut-balık üzerinde durduğu meselesine öküzce yaklaşımlarda bulunanlara da dikkat çekerek Salih Mirzabeyoğlu’nun “çocuklara Allah’ı resmetmeleri istendiğinde Balık olarak çizdikleri”ni yeri geldikçe eserlerinde hatırlattığını da bu vesileyle işaret edelim. Bunun yanında Hristiyanlara “olur mu lan öyle şey! Efendim bilim falan…” diyemeyen tonlarca okumuş cahilin mevzu İslâm ve onun getirdiği hakikatler olunca ne türlü öküzleşebildiklerini de buradan sezebiliriz…

Kelimeler arasında yaptığımız geçişlerin, tabir değişimlerinin gayesizce bir tedâi usulüyle arka arkaya sıralamak –ki, bu mevzudan azıcık anlayanlarca bile komik addedilir- olmadığını hissettirici olarak ve Papaz kelimesinin dilimizdeki karşılığına atfen:
Papaz balığı: Bir çeşit ufak KAYA balığı…
 
Bir Tâbir: Papaza Kızıp Oruç Bozmak!
Bu tâbir, deyim, İyi-Kötü-Güzel-Çirkin arasındaki farkları ve bu farklar arasındaki ton farklarını hesap edemeyip onları birbirlerine karıştırma işine dâir; Müslüman bir şahsın eksiğine bakıp dinî bir kaideyi yok saymak gibi…

Biraz evvel bahsettiğimiz “öküz” isminin temsil ettiği zihniyetin bir tarafıyla aşağı yukarı yaptığı şey de budur! Bir şekilde bir din bezirgânı bulunur ve onun üzerinden İslâm tenkidi yapılmaya başlanır. Kaidenin kendisine değil de kaideleri taşıyamayan üzerinden kaideye suç atfetmek. Az evvelki “bir yönüyle” kasdını da hususiyetle söyledim; bizim memlekettekiler de bir acaib; Hoca’ya kızıp oruç bozmuyorlar, bilakis tümden hoca, İslâm, Kâbe artık hatırınıza ne türlü mukaddes kavram gelirse tümden hepsine istisnasız karşılar! Muhalefetleri oruç bozmakla iktifa etmiyor, orucun tümden gereksizliği hakkında! Esasen bu taife için kullandığım öküz ifadesinin de ağır kaçtığını kabul ederim. 
 
Bir Papaz: Fetulah Gülen 
Herifçioğlu artık o kadar meşhur ki tanıtmak için ayrıca gayrete gerek yok, herkes biliyor, tanıyor. Elbette bu tanınma meselesini biraz abartmış ve şöhret hırsı ile varmak istediği yer arasındaki farkı iyi hesap edememiş olacak ki bugün itibariyle ciddi her insanın gözünde itibarı bir pop şarkıcısının bile daha altında. Faraza akıl tarafıyla azıcık kıt birisine bu kadar çaba şu kadar para harcayıp da şöyle bir itibar çerçevesine düşmesini söyleyecek olsak “aman sizin olsun, benim aklım kıt, zekâ geriliğine de ayrıca meftun değilim!” diyecektir. İşte dünya ve ilâhlık hırsının insanı indirebileceği derekeyi apaçık seyrediyoruz. Bir de “hoca” diye bir sıfatı vardı bu hırs küpünün ve artık zünnarı herkes tarafından bilindiği için “papaz” demekte zannederim mahzur yok; tabii, bu hırs küpü gibi gizli olmayan papazları da bu benzetmenin de dışında tutmak kaydıyla… Birisi bâtıl da olsa bir din sahibi, bizimkisi din bezirgânı, hokkabaz…
 
Bir Altın Çocuk: Zerrâb!
Amerikanların “golden boy” diye bir tabiri var ya bu adam da hakikaten “altın” değerindeydi ve enteresan bir şekilde hani iktisat piyasalarında altının uzun vadede hiç değer kaybetmemesi yahut kendi değerini hep koruması gibi nerede olursa olsun değerini koruyor. İsmiyle müsemma derler ya öyle; Farsça zer-altın. Zer-âb, Altın suyu; Türk pasaportuyla bile kıymeti düşmüyor ki sarraf yani altın işi ile uğraşan, kuyumcu… İran ekonomisi için mühimdi, Türkiye için hakeza öyleydi; şimdi Abd’de tutuklu yine pahasında eksilme olmadı ve Türkiye’ye karşı koz olarak tutuluyor. Madem “koz” diye misal verdik, oradan devam edelim; bir kumar kağıdı destesindeki as-birli değil ama ehemmiyet bakımından ikinci sırada gelen papaz gibi… Malûm, ellerindeki bir numaralı koz Fetö! Adam Pablo Escobar Gaviria’nın Kolombiya parlamentosuna tankları yürütmesinden ilhâm almış olacak, hiç çekinmeden herkesin çekirdek çitleyip dondurma yediği bir yaz akşamında tankları milletin üzerine sürün emrini verivermiş! Üstad Necip Fazıl’ın “kumar günahından sonra bir de kâğıt çalma hilesi” benzetmesindeki gibi, bir memleketin topyekûn çoğunluğunu oluşturan kesimini tanklarla dümdüz etmeye çalışır ve o milletin kaderiyle kumar oynar gibi oynadığı halde, üzülmüş numarası yapıp züppe ergenler gibi “haberim yoktu panpa”diye hile yapacak kadar da yüzsüz! E tabiî, neticesine de bakarsak “papaz her zaman pilav yemez”miş, onu da söyleyelim...

Bizim altın çocuğa gelince, devletimiz iş buyurmuş adam yapmış şimdi ona kalkmış “rüşvet” aldın, verdin diyorlar. Elin Amerikanı durur mu atmış pençeyi almış altını; e şimdi Reza Zarrab ne desin, ne etsin? Altın çocuk değerini kaybetmedi de onu attılar hücreye uyutuyorlar, ta ki Türkiye’yi bir daha sıkıştırma sırası gelene dek. Andelîbi’nin bir rüşvet vakasına nazaran söylediği gibi:

Eline zer alıp varsan efendi gel buyur derler
Eğer destin tehi varsan efendiyi uyur derler

(Eline altın alıp gitsen, efendi buyur geç derler;
eğer boş elle varsan efendi uyuyor derler)
 
Bir Casus Râhip: Brunson!
Hıristiyanlarda umûmiyetle manastırda yaşayan din adamına, keşiş olanlara rahip denilir. Arapça “rehb” korkmak, çekinmek mânâsına râhib: dünyayı terk edip manastıra çekilmiş Hristiyan din adamlarına rahip deniliyor. Papaz, rahip, piskopos, diyakoz diye gider o iş hiç girmeyelim şimdilik; bu gâvurlar da takmış bizim dört mezhebe ya, Yahudilerin yedi kollu şamdanı gibi yedi kola oradan da 77 kola kendi içlerinde ayrılmışlar, bir de bize dönüp “neden dört?” demezler mi? Pişkinliğin daniskası!

Mevzu ettiğimiz Brunson da bu 77 türün bir türünden, Püritenlerin devamı olan Protestanların Evanjelik taifesinden! Avrupa’da Evanjelik denilince Lutherci’ler hatırlanır da esasen çok karmaşık; adamlar din uydurmuş, yetmemiş her elli yılda din aplikasyonu yapmış, mevzu gittikçe karmaşıklaşmış. Biz “İslâm dünyası karmakarışık” diyoruz ya, bizimkisi nasıl bütüne nazaran İslam’a muhatap olanların karışıklığı ise, bunlarda ise iş tam tersi, din karmakarışık, maddeye hâkim olma dürtüsü çelik gibi!

Andrew Craig Brunson(50) yirmibeş senedir Türkiye’de evli ve üç çocuk babası… ABD’nin Batı Kuzey Carolina’sında küçük bir kasaba olan Black Mountain doğumlu. Bağlı bulunduğu kilise Evangelist Presbiteryen Kilisesi; Brunson oradaki hiyerarşiye göre de sıradan bir rahip değil kilisenin minister’i, bakan’ı... 

https://epc.org/isimli internet adresine ne var ne yok diye baktığınızda sitedeki haritadan kilisenin ABD’yi bir ahtapotun kolları gibi sarıp sarmaladığını göreceksiniz. Yorum olarak söylüyorum, galiba hükümet destekliler ve işler tıkırında gözüküyor… “Brunson mı tutuklandı” ooo yeni gelir kaynağı demişler “Brunson bilekliği”ni yirmibeş sent karşılığıyla destek amaçlı satışa çoktan başlamışlar, haberimiz yok; demek ki, kilise içinde özellikle üst görevliler vasıtasıyla bu casusluk faaliyeti yürütülüyor, alt kademe ise “İsa’nın Koyunları” hesabı “al bileklik-ver para”! Din Bezirgânları her yerde aynı tür zaten…
ABD’de ifade hürriyeti denilen “serbestlik” o kadar vahim bir neticeye ulaşmıştır ki elini sallasan yeni bir dinin haşa peygamberi olduğunu iddia eden bir manyağa denk gelirsiniz ki o kadar çoklar. “Çiftliği çeviren dinini ilân eder” prensibini düstur edinmiş gibilerdir ki, sabaha karşı tüm çiftliği içindekilerle yakanı, topluca beraber intihar edeni, FBI ile vatan müdafaa eder gibi çatışanları da içinde olmak üzere çok çeşitlidirler; ayrı mevzu… 

Brunson’a dönersek, ne manastıra çekilmesi, ne dünyayı terki, adam bildiğin çekirge sürüsünün lideri gibi “Şu ada senin, bu ada benim, Yelkovan kuşlarının peşi sıra” buluşmadığı klik, görüşmediği fraksiyon yok! Tabii kılıf hazır “ben bir din adamayım, her türden insanlarla görüşürüm!” İyi de abi, bu rahibin telefon sinyallerinden çıkan netice de şu:“Fetö’nün Ege Bölge imamı firari sanık Bekir Bozile birbirlerine çok yakın yerde 293 kez GSM sinyali tespit edildi.” Tesadüfün bu kadarı filmlerde dahî olmaz değil mi? Orhan Veli’nin:

“Aldırma söz olur diye;
Tak takıştır,
Sür sürüştür,
İnadına gel,
Piyasa vakti,
Muhallebiciye”
demesindeki gibi Rahip Brunson ile Fetö’cü Bekir Boz, o muhallebici senin bu kumrucu benim habire randevulaşmışlar. Görünüşe bakılırsa Brunson her türden değil de sadece bir türden insanlarla görüşüyor. Bir de görüşme sayısına bakar mısınız, beş değil yirmi beş değil 225 değil, değil oğlu değil… Teferruatlarını herkes biliyor haberlerden uzatmayalım…

Geçen hafta mahkemesi vardı. Mahkeme evvelinde Abd’liler klasik baskı unsuru olarak bazı açıklamalarda bulundu, Çavuşoğlu telefon ile arandı ama dilimizde kullanılan tabiriyle bu türlü papaz büyüsünün devri geçmiş olacak ki “tutukluluk hâlinin devamına”… deniliverdi! Artık işin neticesini hukuk halledecek, bekleyip göreceğiz…
 
 
Netice
Neticeye bakılırsa, benim anladığım, dilimizde kullandığımız “papaz” tabirinin nitelemesi, yemeği, büyüsü, kâğıt oyunu ve diğer her biriyle gayet mevzun, hatta pek latif bir hâlde kullanılmaktadır. Yerine göre jargon, yerine göre alay, yerine göre isim ve her biri birbirini tamam edici… 

Diğer tarafı ise çok karışık; karışık çünkü birisi papaz olduğu halde papazlıktan başka her işi koşturan “as-birli” gibi; diğeri ise, hoca görünümlü ama darbe tezgâhlayacak düzeyde, etki bakımından geniş mi geniş bir zünnara sahip; ne diyelim? Al kızı ver papazı mı? Papaz her zaman pilav yemez mi, bu papaz eriği başka erik mi, papaz büyüsü bitsin mi, Papaz kaçtı mı? Papaz kimde mi? İnanın bu iş çok papazlı. Tıpkı bu yazı gibi…

Baran Dergisi 602. Sayı