15. yüzyıldan itibaren kullanılmış ve örf hâline gelmiş bir ticaret usûlü olan bey’ bi’l-vefa, aslında murabehe usûlünün geçici satış biçiminde uygulanan bir şeklidir. Meşhur Şeyh Bedreddin’in “Câmiu’l-Fusûleyn” adlı eserinde Nesefî’nin “Fetva”sından naklen şöyle geçmektedir:

“Zamanımızda halkın faizden korunmak için yaygın olarak kullandığı ve adına bey’ bi’l-vefa dedikleri muamele, gerçekte rehin muamelesinden başka bir şey değildir. Çünkü bu muamelede, alıcı mala mâlik olamaz ve mal sahibinin izni olmadan da ondan yararlanamaz. Maldan izinsiz yararlanır ve malı telef ederse tazmin etmesi gerekir. Eğer rehinli mal –kimsenin kabahati olmadan- telef olursa borç düşer. Bize göre bununla rehin muamelesinin hükmü arasında hiçbir fark yoktur. Akdi yapanlar ona satış deseler bile bu, teamül hâline gelmiş rehindir ve burada maksat, alacağı teminat altına almaktır.”

Rehin anlaşmasında, mal rehin eden kişide kalmasına rağmen, bey’ bi’l-vefada, rehin veren belli bir ücret karşılığında maldan yararlanmayı sürdürebilmektedir. Murabeheye benzediği nokta da tam burasıdır. Böylelikle ortada bir malın olduğu bir anlaşma yapılmakta ve borç veren, kira adı altında bir kâr tahsili yapabilmektedir. Tabiidir ki, bey’ bi’l-vefa sözleşmesinde, alıcı akit süresince mala mâlik olamamaktadır. Satıcı, süre dolmadan her an borcunu ödeyip malı geri isteyebilir. Ancak bu şekilde ipotekli bir malı, ne satıcı ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça başkasına satamaz. Bu hak mirasçılara da geçer.

Bugün faizsiz finans kurumlarının kredi işlemlerinde en çok kullandığı metodlardan birisi, bey’ bi’l-vefadır. Faizle borç verme şeklinde tezahür etmese de, yakından bakınca işlem, “çalı etrafını dolanma” gibi durmaktadır. O yüzden bu ve benzeri muameleleri ferdlerin veya herhangi bir hayır işi çalışmayan kurumların yapması aslında çok tavsiye edilmemiştir. Bu işlemlerin helalliği, ancak maksadı Allah rızası için bir hayır işine matuf olursa katileşmektedir. İstikbaldeki İslâm devletinde para vakıfları ya da kamu bankalarının dışında kalanların şahsî kazanç gayesiyle bu tür ticarî faaliyetlere girmesinin devletçe yasaklanmasında kanaatimizce bir mahzur yoktur. Piyasada düşük nisbetlerle borç ya da kredi sağlayan kurumlar oldukça, zaten bu tür işlemleri yapan kişilere ihtiyaç kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

İslâm fıkhına göre, rehin edilen (ipotekli) bir maldan, sahibinin izni bulununca rehine veren kimse yararlanabilir. Böyle bir yerde kendisi oturabilir, ticaret yapabilir ya da kiraya verip kira bedelini alabilir.

Mecelle’yi şerh eden Ali Haydar Efendi, “Bey’ bi’l-vefa yoluyla satılan bir gayrimenkulün gelirinden bir bölümü, alıcıya ait olmak üzere şart kılınsa, bu şarta uyulması gerekir.” demektedir. Ömer Nasuhi Bilmen’in konu ile ilgili tesbiti ise şu minvaldedir:

“İslâm âlimlerinin çoğunluğu, mülkiyeti muhafaza kaydıyla satışı (bey’ bi’l-vefa) rehin (ipotek) olarak kabul ederler. Mal sahibinin izni olunca, alıcı malın gelirinden yararlanabilir. Meselâ: Faizsiz yolla borç almak isteyen (A), aylık 1000 lira kira geliri olan ve gerçek değeri 100 bin lirayı bulan bir gayrimenkulünü, bey’ bi’l-vefa sözleşmesi yaparak, iki yıl süreyle, (B)’ye satsa, (B) iki yıllık süre içinde 24.000 lira kira bedelini alabilir. (A), en geç vade sonunda 100.000 lira borcu (B)’ye öderse, ipotek kalkar ve gayrimenkulünü geri alır. Eğer süre sonunda kredi geri ödenmezse, bu gayrimenkulün mülkiyeti kendiliğinden (B)’ye geçer.

Ancak (B)’nin bu ipotekli gayrimenkulden yararlanamama riski de vardır. Gayrimenkulün boş kalması, tarım arazilerinden ürün alınamaması gibi riskler bunlar arasında sayılabilir.
Yukarıdaki örnekte, (A), kendine ait ipotekli gayrimenkulü kullanmaya devam edecekse “kiracı” sıfatıyla yararlanır. Bu durumda (B)’ye rayiç fiyat üzerinden kira bedeli ödemesi gerekir. Fıkıhta bu son işleme “Bey’ bi’l-istiğlâl” denilmiştir.

Bu duruma göre alacaklı, şart konulmuşsa, ipotekli yerden yararlanabilir. İpotekli yerin kira gelirini almak da yararlanma kapsamına girer.

Bu muameleler İmam Ebû Yusuf’a göre câizdir ve bunlar hayır işine hizmet için yapıldığı ve ayrıca bir alım-satım mahiyetinde bulunduğu cihetle uygundur. Ribâdan kurtulmak için yapılmış şer’î bir çözüm şeklidir. Bunlar yasak bir borç verme muamelesi değil, belki menfaati celbeden birer satış meselesidir. Akitler başka başka mahiyetleri haiz olduğundan bir akdin meşrû olmamasından diğerinin de meşrû olmaması gerekmez. Ancak işin özüne bakıldığında karz-ı hasen, yani içinde borç verene ait bir menfaat bulunmayan, tamamen rızâ-yı ilâhiye dayanan bir borç verme işlemi dinen çok güzeldir.”

Borcun tamamı ödeninceye kadar, ipotekli mal üzerinde satıcı aslî, alıcı fer’î zilyed durumundadır. Bunun bir neticesi olarak, şart yerine gelmeden malda yapılacak temlikî her tasarruf geçersiz sayılır. Bu konuda kötü niyetli üçüncü kişilerin hakkı da korunmaz.

Bey’ bi’l-vefa bahsiyle para vakıflarının çalışma usullerini noktalayıp kısa bir değerlendirme yapmak istiyoruz. Para vakıflarının sosyal sistemdeki faydası iki yönlüdür. Bunlardan birincisi, bu vakıfların ihtiyaç sahiblerine onları zorlamayacak nisbetler ile borç para bulabilme yolunu açmasıdır. İnsanların her istedikleri anda çevrelerinden borçlanarak nakit ihtiyaçlarını gidermeleri pek mümkün olamamaktadır. Diğer taraftan para arzının sabit olduğu hallerde, zaten piyasada ciddi bir para sıkışıklığı yaşandığından, bu imkân daha da azalmaktadır. Ancak nakit ihtiyacı da ne olursa olsun vakidir ve bir şekilde giderilmesi gerekmektedir. Bu sebeble, İslâm devletlerinde yasak olmasına rağmen kimi zaman bilhassa gayrimüslimler eliyle tefecilik yaygın bir şekilde görülür hale gelebilmiştir. Hem para arzının sağlıklı bir şekilde temini hem ihtiyaç sahiblerinin cemiyeti manen ve maddeten çürüten tefecilerin eline düşmesinin engellenmesi, maslahat açısından son derece yerindedir. Para vakıflarına verilen cevazın arka planında bu durumun gözetildiği, içtihaddaki muhakemeden rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Sofyalı Bali Efendi’nin para vakıflarının yasaklanmasına yönelik en temel itirazı da insanların gayri meşru yollardan faiz işi yapanların kucağına düşeceği endişesinden kaynaklanmaktaydı.

Para vakıflarının ikinci önemli yönü, vâkıfın, yani parayı vakfedenin, para vakfıyla topluma verilen hizmetlerin bir kısmını finanse etmesidir. Para vakıflarına tanınan “muamele-i şer’iyye ile belli bir kâr karşılığında borç verebilme salahiyeti”nin dayanağı, sürekli ifade ettiğimiz üzere, kamu yararıdır. Para vakfı, düşük bir kâr nisbetiyle borç verir; aldığı bu kârı ise vakfın mevkufun aleyh/meşrutun lehi ne ise onun için harcar. Kısacası gelen kâr yine cemiyete geri döner; birinin sermayesine eklenmez. Borç vermekten elde edilen kâr, vakfı idameden sorumlu mütevelliye ve vakıf neye (mescid, aşevi, vb.) ya da kime (imam, müezzin, fakirler, vs.) fayda sağlamak üzere kurulduysa onlara sarf edilmek zorundadır.

Karşılaştığımız bir incelemede konu edinilen 19. Asırda kurulmuş “Cılkzade Mehmed Efendi Vakfı” bu konuda paylaşabileceğimiz güzel bir örnektir. Vakfiyeye göre Mehmed Efendi’nin vakfettiği paranın işletilmesi sonucu gelen kârdan, vakıf işlerini yürüten ve denetleyene günlük 10’ardan 20 kuruş tahsis edilmiştir. Ayrıca bu kâr ile iki caminin aydınlatma (mum alınması) masrafları üstlenilmiş, Mehmed Efendi’nin gelip geçenlerin misafir olarak kalması için tahsis ettiği odada geceleyen misafirlere günlük 5 kuruşluk ödenek sağlanmıştır. Ayrıca merkez camiinde verilecek din hizmeti (her gün öğle vakti Kur’an okunması) için günlük 20 kuruş tahsis edilmiştir. Cami aydınlatmaları hariç, Mehmet Efendi’nin günlük finansman için belirlediği para, 45 kuruştur. Bunlara ilaveten Cılkzade, odasının bakım ve tamir masraflarının karşılanması şartını vakfiyesine ilave etmiştir.

Aslında mudarebe ya da müşareke tarzında uygulamalar İslâmî finans sistemi içerisinde makbul ve üzerinde her hangi bir tartışma olmayan finansal fon kullandırma alternatifleridir. Ancak vakfın kalıcılığını (ebediyet) sağlama düşüncesi, zamanla işleyiş ve kontrol sistemlerinin zayıflaması ve vakıf paraların kârlı yatırım alanlarına yönlendirilmesini sağlayacak yetişmiş insanların bulunamaması gibi sebeblerle bu tarz alternatif usullere para vakıflarında soğuk bakıldığını düşünmekteyiz. Dolayısıyla daha net ve müşahhas bir sonuç –baştan belli bir kâr- doğuran murabehe alternatifi, para vakıflarının finansal açıdan işleyiş sisteminin temelini oluşturmuştur.

Sonuç olarak Osmanlı dönemi para vakıfları, öncelikle belirli bir nakdin/sermayenin kalıcı hale gelmesini sağlamakta, takiben yerel/bölge halkının nakit ihtiyacının karşılanmasında önemli roller üstlenmektedir.

Aslında bu vakıflar, yerel kalkınma girişimlerinin finansmanında da kullanılmışlardır. Ancak belli bir hedefi, iş programı olan yetişmiş insanlardan ziyade hevesli küçük müteşebbislerin eline verildiğinden faydalı olamamıştır. Belki bu para vakıflarının çok sağlamcı olmalarından, belki ellerindeki para miktarının nihayetinde mahdut miktarda bulunmasından, belki belli bir zihnî ve ruhî donanıma sahib müteşebbis kıtlığından, ama en çok da ülkenin bir ideale yönelik içtimaî enerjisi tükendiğinden şahsî borç ihtiyaçlarının karşılanmasının ötesine geçememişlerdir. Diğer taraftan ellerinde ciddi bir sermaye bulunduran avarız vakıfları, belli başlı konular haricinde (mesela, evlilik, hastalık, yangın, vb.) borç verilmesini kabul etmemekteydiler.

Günümüz özel faizsiz finans kurumlarının işleyiş sistemine çok yakın bir biçimde faaliyet gösteren para vakıfları, aslında Osmanlı dönemi iktisadî ihtiyaçların giderilmesinde bir banka gibi faaliyet göstermişler, ancak yukarıda sıraladığımız sebeplerden ötürü, iktisadî kalkınmaya motor olacak bir mevkiye yükseltilememişlerdir. Bu vakıfların çalışma prensipleri ve haklarında verilmiş fetvaların belli bir bakış açısıyla tetkik edilip yeni bir terkiple Müslümanların kullanımına sunulması zaruridir. 

Baran Dergisi 502. Sayı