Eldeki parayı murabehe ile işletme, bir vakfın yerine getirmeyi hedeflediği hizmetleri görebilmesini sağlayan en sağlam yollardan birisi olduğundan, para vakıflarının en sık başvurduğu usûl haline gelmiştir. Bir vakıf kurucusunun en temel arzusu, vakfının kıyamete kadar yaşayıp sürekli ona ecir getirmeyi sürdürmesidir; bu arzu vakfın mânâsına da son derece mutabıktır. Geçen sayımızda ifade ettiğimiz üzere, sağlamcı ve sabit getiriler, imanı her daim diri tutan ticaretin gayba teslimiyet ruhuna aykırıdırlar. Nihayeti cemiyeti ifsada kadar varabilen “biriktirme/yığma” psikolojisinin yönelme temayülünde olduğu kazanç yollarıdırlar. Bu sebepten de manen pek arzu edilir şeylerden değildirler. Ancak nasıl karz-ı hasen, dinen son derece makbul bir amel iken vakıf açısından sakıncalı ve istenmeyen bir hale bürünebiliyorsa, normalde İslâm’daki Hakk’a teslimiyet ruhuna nisbeten ters olan murabehe, vakıf için son derece makbul bir metod görünümü kazanabiliyor. Sanki vakıf, hayatın sürekli akışı içinde cemiyette “dayanak/sabit nokta” vazifesini yerine getiren kurumlar kabul edilmekte ve normalde ferd için sakıncalı görülenler, bunlar açısından makbul olabilmektedir. Vakıfların dinimizce teşvikinin sayısız hikmeti olsa gerektir ve kanaatimizce en önemlilerinden birisi, bu içtimaî dayanak olma vazifeleridir.
Murabehe, vakfın elindeki paranın önceden belirlenmiş bir getiriyi sağlayacak biçimde işletilmesine denir. Bu gelir, rıbh (kâr), faide vb. tabirlerle isimlendirilir. Para vakıflarının aslında sermaye ortaklığı biçimleri olan mudarebe, müşareke gibi usûlleri pek tercih etmediklerini gördük. Kahir ekseriyeti, daha çok kısa vadeli ve belli bir kira ya da önceden belirlenmiş bir getiri hedefli murabehe yolunu seçmişlerdir. Uygulamada böyle bir durum olması nedeniyle, bu paraların işletilmesinde suiistimallerin önüne geçilebilmesi ve yüksek kâr oranlarının engellenebilmesi için bir takım sınırlamalar getirilmiştir. Örneğin para vakıflarının en fazla ona on bir buçuk (%15) oranı üzerinden işlem görmesi istenmektedir ve bunun üzerinde bir kâr meşru görülmemiştir. Bu resmî nisbetin üzerine çıkan vakfiyeler mahkemede tescil edilmemiştir. Resmi nisbetin üzerindeki rıbhın, taraflar şart koşsa ya da kabul etse bile, caiz olmayacağına dair fetvalar da mevcuttur. Muhasebe kayıtlarında ve vakıfların borç verme muamelelerinin tutulduğu idâne defterlerinde murabehe nisbeti çoğunlukla % 10 veya 15 iken, bazı kayıtlarda % 8 veya % 12 gibi oranlar da görülmektedir.

Osmanlılar’da bu usûl muamele-i şer’iyye yöntemi ile beraber kullanılmış, vakfiyelerde genellikle bu usûl şart koşulmuştur. “İstiğlal”, “istirbah”, “murabehe”, “murabehe-i şer’iyye”, “murabehe-i mer’iyye” bu usûle verilen diğer isimlerdir. Paranın getirisine “rıbh”, parayı “rıbh” getirmek şartıyla işletmeye vermeye de “ilzam-ı rıbh” veya “ilzam” denir. Kârlı veya kârsız paranın borca verilmesine de “idâne” denir. Muamele-i şer’iyye, hukuken “bey’u’l-îne” denen bir çeşit alım-satım akdine dayanır.

Burada bir parantez açarak önemli gördüğümüz bir hususu dile getirmek istiyoruz. Ebussuud Efendi, ortada bir malın bulunmadığı bütün alış verişlerin dinimizce yasaklandığını, bu yüzden murabehe işleminin menkul ya da gayrimenkul bir malın alım satımı veya kiralanmasını merkeze alarak gerçekleştirilmesinin zorunlu olduğunu ifade etmektedir. Yani paranın daha yüksek bir bedele karşılık borç verilmesinin İslâm’da kesin bir biçimde yasaklanmış faiz kapsamına girdiği hususunda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Efendimiz (SAV)’in kerih gördüğüne dair rivayetlerin bulunduğu “bey’u’l-îne”ye benzeyen bu işlemin bir malı konu edinerek yapılmasında bile sıkıntı hissedilmiş ve bu tür ticarî faaliyetleri ferdlerin kendi namlarına yapmalarına cevaz verilmemiştir. Bu tür işlemleri yapmasına cevaz verilenler, sadece para vakıflarıdır. Doğrudan namları anılarak bu kurumların muamele-i şer’iyye yapabilecekleri belirtilmiştir. Vakıflar dışında kalan ticaret erbabının bu tür işlemlerle para çalıştırmasının “faiz” kapsamına girme riski taşıdığı ve meşru görülmediği birçok fetvada açık bir şekilde ifade edilmiştir. Para vakıflarının kendilerine has durumlarının doğurduğu bir zorunluluk olarak gerçekleştirilen muamele-i şer’iyye ise dediğimiz gibi yine mal merkezli olmak zorundaydı. Vakıflara tanınan hoşgörünün ferdlerden esirgemesinin hikmeti kanaatimizce açıktır: Vakıflar kamu yararına iş gören kurumlardır. O yüzden bunların kollanması, kamunun genel menfaatinin korunması neticesini hâsıl edecektir. Yazı dizimizde muhtelif vesilelerle gördüğümüz gibi, kamu yararının ortaya çıktığı noktalarda İslâm’a muhatab anlayışın bir ciheti olan fıkıh oraya doğru yönelmiş, bu konularda hüküm verilirken “istihsan”, “örf” gibi istinadlarla dinin asıl maksadı olan ümmetin selameti aranmıştır. Esas olan, derin anlayışlı, batından hisse sahibi fakihlerin asıl ve teferruatıyla bir bütün olan İslâm’dan anladıklarını yeni hadiselere tatbikidir. İslâm’ın başlangıcından itibaren kesintisiz bir şekilde devam eden bu tatbik süreci, son beş asırdır, bilhassa da son iki asırdır anlayıştaki pörsümeden dolayı sekteye uğramıştır. Mahiyetinde meydana gelen bu son beş asırlık tedricî pörsümeden dolayı aslında mukadder/kaçınılmaz olan “İslâm’a muhatab anlayış”ın maziye mıhlı bir bakışla yeniden ve kökten düzenlenmesi gerekmektedir. Kaynağı, bütün unsurları özde ve sözde birbiriyle tamamen mutabık ve tutarlı bir sistem, yani İslâm olan bu yeni anlayış düzeninin BD-İbda olduğunu bir daha hatırlatalım.

Hakkında cevaz fetvası olan para vakıfları sisteminde istikbaldeki piyasa, kredi ve bankacılık çevresinde yaşamamız muhtemel birçok sorunun çözümleri yattığına, sadece ülkemize değil tüm İslâm âlemine büyük faydalar sağlayacağına inandığımızı belirterek parantezimizi kapatalım.

Bey’u’l-îne, bir malın veresiye olarak satılıp, alıcıya teslim edildikten sonra, yine alıcıdan peşin fakat daha az bir bedelle satın alınmasıdır. Bey’u’l-îne, Şafiîlere göre caiz, Malikîler, Hanbelîler ve Hanefîlerin çoğunluğuna göre caiz değildir. Fakat buradaki caiz olmama mutlak değildir; Hanefî mezhebindeki iki görüş Ebussuud Efendi tarafından telif edilerek, bazı şartları taşıdığında caiz olur neticesine varılmıştır. Özetle söyleyecek olursak, eğer satıcı veya ödünç veren şahıs, sattığı ayn veya ödünç verdiği para geri kendisine dönüp de bir kimsenin menkul veya gayrimenkul bir mal üzerindeki fiili hâkimiyeti demek olan zilyetliğini kazanmadığı takdirde bu akid caiz olur. Eğer bu mal veya para satıcıya dönüp satıcı zilyetliğini kazanırsa caiz olmaz. Osmanlılar’da, iktisadî zaruretler ve halkın örfünün baskısı ile ayrıca maslahat gereği bey’u’l-înenin bu şekli “muamele-i şer’iyye” adıyla vakıf paraların işletilmesinde kullanılmıştır. Bu usûle “şer’î çözüm” manasında “hile-i şer’iyye” de denmiş fakat “faizdir” veya “Allah’ı aldatmaktır” diyenlerin hatalı olduğu belirtilmiştir. Ebussuud Efendi yumuşak bir üslûb kullanarak muamele-i şer’iyyeye “haram dememek lazım” demişse de İbn-i Kemal “hile Allah’ı aldatmaktır” diyene tazir cezası gerektiğini söylemiştir.

Bu vakıf paralarının “nemalandırılması”, vakfın diğer gelir kaynaklarının işletilmesinde olduğu gibi bizzat vakıf kurucuları tarafından tanzim edilmiş hükümlere bağlıydı. Bu hususta her vakıf kurucusu vakfiyesinde aşağı yukarı aynı formülü tekrarlardı. Bu formül şöyle idi:

“Rehn-i kâvi (kuvvetli bir rehin) ve kefil-i melî (malı mülkü olan kefil) yahut ikisinden biriyle onu on bir buçuk hesabı ile muamele-i şer’iyye ile bâ yed-i mütevelli ve her sene ‘alâ vechi’l-helâl istirbâh ve istiğlâl oluna”.

Bu cümle basit olarak, vakıf haline getirilmiş nakit paraların şer’an caiz mal alım-satımı yoluyla ve sağlam kefaletler temin edilerek senelik yüzde on beş bir kârla vakfa gelir temini için kullanılmasını söylemektedir. Burada bir not olarak eklemek lazım ki, Osmanlı devrinde vakfiyelerde paralar murabeheye verilirken kuvvetli bir kefil ve/veya rehin istenmesi, ayrıca parayı geri verememe/vermeme ihtimali olan fakirler, müflisler, misafirler, kadılar, müderrisler, sipahiler ve sair devlet ricaline borç verilmemesi ekseriyetle şart koşulmuştur.

Bu şer’î muameleler sayesinde Osmanlı Devleti, vakıflarda yüzde on beşi geçmeyen bir kâr haddi kabul etmişti. Mahkemelerin bu kâr hadlerini geçmeye kalkanlara veya bu kârları ödemekten kaçınanlara yönelik kararları bulunmaktadır. Bu hadler, ülke çapında bir düzen getirilmesi maksadıyla çoğu zaman sultanî fermanlarla belirlenmekteydi.

Muamele-i şer’iyyenin bir şekli de istiğlaldir. İstiğlal bazen, paranın herhangi bir şekilde nemalandırılmasına denmektedir. Bu usûlü şöyle bir örnekle açıklayabiliriz: Borç alacak kişi evini vakfa borç alacağı miktar kadar bir bedelle, vakfın bu evi başkasına satmaması ve satıcının parayı getirdiğinde tekrar aynı bedelle geri alması şartıyla satar. Usûlen evi boşaltır. Sonra evi kiralar, borç aldığı parayı ödeyene kadar da vakfa kira verir. Bu kira, aldığı paranın murabehe nisbetine eşittir. İstiğlal usûlü, kayıtlarda geçtiği haliyle “bey’ bi’l-vefa” ticarî usûlünün uygulanış biçimine benzemektedir. Bey’ bi’l-vefa, bir malı, satış bedelini iade edince geri almak üzere bir kimseye bir para veya borç karşılığında geçici olarak satmak anlamına gelen bir işlemdir. Kredi kurumlarında bu gün taşıdığı öneme binaen bu işlemi biraz açmamız gerektiği kanaatindeyiz.

Gelecek sayımızda para vakıflarında murabehenin bir kolu olan bu işlemi ele alacağız.

Özür: Geçen sayımızda başlığın yanına sehven (2) ibaresi konmuştur. Düzeltir özür dileriz.

Baran Dergisi 501. Sayı