Bir vakıfta aslolan iki unsur vardır: Kurbet/Allah rızasını gözetmek ve ebediyet. Vakfı sadakadan ayıran hususiyet bu ikincisi, yani ebediyettir. Para vakıflarında mevkûf kendisinden doğrudan faydalanılan bir mal olmayıp itibari mübadele aracı para olduğundan, ebediyet meselesinin halli karışık bir vaziyet arz etmektedir. Bunun için aslında iki ana metod bulunmaktadır: Para ya bir işe yatırılıp işletilecek ya da doğrudan borç verilerek bir kâr elde edilecektir. Diğer iki metod, yani karz-ı hasen ve ibda ise bunlara nisbeten biraz daha istisnaî uygulamalardır.

Karz-ı hasen ile borç verilmesi, vakıf sermayesinin muhafazası prensibiyle bir noktada çelişmektedir. O yüzden dinen son derece makbul olan bu borç verme usûlü, vakıflar açısından çok doğru değildir. Zira vakfın kendisinin idamesini zora sokmaktadır. Ancak ibda usûlü böyle değildir. İşin doğrusu, uygun şartlar altında bir para vakfı açısından en faydalı yöntem ibdadır, çünkü hiçbir karşılık ödemeden vakıf hem hayır işini sürdürmekte hem de kendini idame edebilmektedir. Ancak bu usûlle çalışan vakıfların en büyük sorunu, kendisini tamamen hayır işine vakfetmiş son derece dürüst ve işinin ehli insanlara ihtiyaç duymasıdır. İslâm’ın manevî gücünün cemiyete tam bir hâkimiyet kurduğu dönemlerde bu usûl revaçta olsa da, pörsüme başladığında böyle insanları bulmak da zorlaşmaktadır. BD-İbda’nın “şahsiyetçilik” davasının aslında “cemiyetçilik” davasının “aynı” olduğu para vakıflarının bu tarzda işletilmesinden bile süzülebilir.

Mudarebe usûlü risklidir, zira ticaretin doğasında kâr etme kadar zarara uğrama da vardır. Bu usûlde de dürüst ve ticareti bilen insanlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bir para vakfı açısındanen sağlam ve devamlılığını garanti altına alan işletme usûlü murabehedir. Bu sebepten para vakıflarının ezici çoğunluğu bu usûlle çalışmışlardır. 15. Asırdan sonra sıklıkla kullanılan “bey bi’l vefa” tatbikatının da murabehe başlığı altında ele alınması gerekmektedir. Bu işlem, bu gün faizsiz finans kurumlarının borç verirken en çok başvurduğu usûllerden biridir.
Şimdi bu dört ana usûlü kısaca açalım.

İbda: Sözlükte “bir kimsenin kârı tamamen kendisine ait olmak üzere diğer bir kimseye sermaye vermesidir ki, sermaye (yani, bidaa) veren kimseye ‘mubdi’ ve alan kimseye de ‘mustebdi’ denir.” diye tanımlanan ibda usûlü, bütün kâr sermaye sahibinin olmak üzere, bir başkası tarafından paranın “hayır için” işletilmesidir. (Hamdi Döndüren, Ticaret ve İktisat İlmihali, sh. 417) Bu yöntem, sadece yetimlerin ve vakıfların parasını işletmekte kullanılmaktadır. Vakfın parasını bir kişi alıp işletir, elde edilen kârın tamamını vakfa verir. Bu muameleden vakıf gelir elde eder, parayı işleten kişi ise hem vakfa destek olarak hayır işlemiş olur hem de kendi sermayesi varsa, kendi sermayesine kattığı vakfın parası ile daha büyük iş yapmış, sermayesi yoksa da kendini piyasaya tanıtmış, böylece maddî neticeleri olan manevî faydalar sağlamış olur. Hatta birçok durumda, sermaye büyüklüğünden kaynaklanan mal alım satımındaki iskonto farklarının da vakfa devredildiği vakıadır. Bu işlemde para vakfı, finansman isleyişini gerçekleştirirken, mülkiyeti de kendinde tutmaktadır. Dediğimiz gibi işleten kimsenin bu işten her hangi bir maddî çıkarı da olmamaktadır. Tek saik manevîdir, yani ecir kazanma arzusudur. Vakıflar tarafından ibda usûlüyle para verildiğini gösteren açık bir ifadeye rastlanmamakla birlikte birçok vakfın muhasebe defterlerinde alacak (zimem) hanelerinde çok miktarda “gayr-ı merbûh/murabehe olmaksızın” para kaydı vardır. Bunların ciddi bir kısmının ibda usûlüyle verilmiş olması ihtimal dâhilindedir.
Para vakıfları mudarebe ya da ibda yolunu seçmişlerse, vakıf geri ödemelerin ne kadar olacağını önceden bilemez. Çünkü kâr/sermaye oranı dönem dönem değişiklikler gösterecektir. Zaten ticaretin ruhunda ve dinen meşruiyetinin özünde bu belirsizlik vardır. Müslüman tacir, her yatırımının risk altında olduğunu bilen, Allah’a teslim olmuş ve kadere rıza göstermiş bir insandır. Onun tüm hayatını yönlendiren ve imanının göstergesi olan “nasib ve kısmet” tabirleridir. O yüzden, sabit ve biriktirmeye dayalı gelirler, insanı imandan uzaklaştırma temayülündeyken, tersine belirsizliğin nisbeten hâkim olduğu ticaret ve tabiat şartlarındaki değişimlerin kazancı belirlediği ziraat faaliyetleri kişilerdeki inanç hissini pekiştirir. Bu açıdan İslâm iktisadı “şeriat, gayret, kısmet” diye özetleyebileceğimiz üç ana ayağa dayanmaktadır. Duran servetin zekâta tâbi olmasına ve ticaretin teşvik edilmesine bir de bu gözle bakmak lazımdır.

Karz-ı hasen, Kur’an-ı Kerim’de sıkça zikredilen ve övülen bir ameldir. Kelime anlamı güzel borç vermek olan bu tabir, ihtiyaç sahibine herhangi bir kâr ve elbette faiz beklentisi olmadan, ödeyebileceği şartlar oluştuğunda veya uzun bir vade ile borç vermek mânâsına gelmektedir. Burada elde edilecek kâr, kârların en büyüğü Allah rızasıdır. İnsan fıtratının iki zıt unsur, ruh ve nefs üzerine teşekkül ettiği malum. Bunlardan hangisi baskın gelirse, insanın batınî ve zahirî suretleri o minvalde tezahür eder. Elbette burada vahiy yoluyla gelen ilahî kıstasların varlığı hayatî önemdedir; bu kıstaslar “doğru-iyi-güzel”i tesbit suretiyle ferdin dâhilî ve haricî fiillerine çıpa vazifesi görürken, ferdin yaradılış gayesi istikametinde olgunlaşmasını temin eder. Neticede ferdlerden oluşan, diğer taraftan her bir ferdi tek tek kuşatan cemiyetin bu iki zıt unsurun ilahî kıstasların hakemliğinde çatışma sahası olduğu ise açık bir hakikat. Düzen ihtiyacının en temel ruhî bir hususiyet olduğu, cemiyetin ise düzen olmadan var olamayacağı göz önüne alındığında, düzen kurma “patent hakkı”nın ruha ait olduğunu ifade etmemiz gerekir. Nefsanî rejimler, daha iyi bir hayat beklentisi (ve bunu getirecek her şey), bu hayat beklentisine dair mükemmel bir algı yönetimi ve açık ya da kapalı baskı ile ruhî bir aksiyon olan düzen/sistemi amiyane tabirle “aparmaktadırlar”. Gaye, vasıtaların şeklini de belirlemektedir. O yüzden bu rejimlerin dayanak ve temayüzleriyle bu rejimlerin kopyaladıkları Mutlak Fikir esaslı rejimler arasında öz ve suret farklılıkları bulunmaktadır. Bu rejimlerde kolay ve sabit kâr elde etme güdüsü ve bunun tabii sonucu faiz son derece makbul iken, Mutlak Fikir rejimlerinde yasaktır. Onlarda karz-ı hasen kâr getirmediğinden “ahmaklık” iken, bizde çok makbuldür. Zekât, sadaka, kârda narh, sermaye temerküzünün önlenmesi, bizde amir hükümlerken, nefsanî rejimlerde, yukarıda bahsettiğimiz dayanaklarla tezat teşkil ettiklerinden, sistematik olarak kaçınılan kurallardır. Yani karz-ı hasen maneviyat rejimlerinin hususiyetlerindendir; temeli maneviyat ve takva olan İslâm rejiminin iktisad sahasındaki en önemli tezahürlerindendir.

 Fakat yukarıda kısaca ifade ettiğimiz üzere, ebediyet vakfın temel özelliklerinden olduğundan, karz-ı hasen hasleti vakıflarda pek istenen neticeler doğurmamaktadır. Para vakıflarında mevkûf sermaye muhtaçlar tarafından borç olarak alınıp kullanılır, sonra aynı miktar vakfa iade edilir. Eğer vâkıf bunu şart koşmuşsa mütevelli parayı kâr getirmek üzere veremez. Ancak bu durumda, vakfın temel ihtiyaçları için ayrıca gelir getiren bir mülkün varlığı zorunludur. Yoksa vakfın idamesi zora girer. Vâkıfların bu usûlü benimsememesindeki en büyük saik de işte bu sebepten vakfın hayatiyetini risk altında görmeleridir. Vakıflara bir menfaat sağlamayan karz şekli az da olsa rastlanan bir uygulama olmuştur.

Mudarebede vakıf para kâr ya da zarar ortaklığı biçiminde ticarette kullanılmaktadır. Bu işlemde bir taraf emeğini koyarken (mudarib), diğer taraf da sermayesini koymaktadır (Rabb-ul-mal/mal sahibi; burada para vakfı). Bu işlemde mudaribin malî kayba karşı her hangi bir sorumluluğu yoktur; yani, zararı sadece kendi emeği ile sınırlı olacaktır. Ancak böyle bir işlemde para vakfı, yatırım yapmış olduğu sermayeyi kaybedebilecektir ki, bu durumda para vakıfları beka problemi yaşayacaklardır. Bunun yanında mudarebe usûlünde yatırım yapılan alanın denetlenmesi de zorunluluk arz ederken, hangi yatırımın avantajlı olacağının belirlenebilmesi için ticaretten anlayan işinin ehli kişilere ihtiyaç da doğacaktır. Dolayısıyla belki de para vakıflarının işletilmesinde mudarebe usûlüne çok fazla başvurulmamasının sebebi bu durumdur.

Kâr sağlandığı durumda mudarib, sadece vakfa anaparayı geri vermemekte, aynı zamanda daha önce yapılmış anlaşma koşullarına göre kârın belirli bir yüzdesini ödemektedir. Kârın geri kalanı ise mudaribe ait olacaktır. Mudarebe sistemi, günümüz girişim sermayesi ya da risk sermayesi sisteminin ilk oluşumu olarak ifade edilebilir.

Vakıf paraların mudarebe ile işletildiğine dair bir net bir kayıt mevcut değildir. Fakat Murat Çizakça tarafından Bursa şer’iyye sicillerindeki muhasebe kayıtlarında yapılan bir araştırmada, sayıları çok olmasa da, bazı para vakıflarının gelirlerinin asl-ı mala nisbetinin % 12’nin üstünde olmasından hareketle, bunların mudarebeye verilmiş olabileceği söylenmiştir.
Bu usûle çok başvurulmadığını Birgivî ve Çivizade de söylemektedir. Daha önceki sayılarımızda para vakıflarına soğuk olduklarının gördüğümüz bu iki zat, diğer taraftan mudarebe usûlüne dayanan para vakıflarına karşı çıkmamaktadırlar. Çünkü mudarebe tamamen ticarî bir metoddur ve ticaretin helalliğine dair dinen en ufak şüphe dahi bulunmamaktadır. Ancak ticaretin içinde barındırdığı tabii riskler ve bu işi yapacak ehil kişilere olan ihtiyaç, bu usûlü vakıflar açısından pek cazip kılmamaktadır. Diğer taraftan, sermayenin cemiyette adil bir şekilde dağılımını sağlamak ve içtimaî kalkınmayı sıhhatli bir şekilde temin etmek için istikbaldeki bankalarımızın borçlandırmaya değil de ortak olmaya dayalı bu yöntemi esas almaları gerektiği kanaatindeyiz.
Gelecek sayı murabehe bahsiyle konumuza devam edeceğiz. 

Baran Dergisi 500. Sayı