Esselâmü aleyküm.
Nasılsınız?
Sizi dün arayamadığım için kusura bakmayın ancak ailem çok uzun bir yoldan gelmişti ziyaretime.
(12 Ekim Carlos'un doğum günü olduğu için, Cumartesiye denk gelen bu günde, Paris'e Carlos'un eski eşi ve militan yoldaşı Magdalena Kopp'tan olan kızı ve yakınları geliyor Almanya'dan).
Daha önce hiç tanışmadığım baldızım, bir kere karşılaştığım bir kız yeğenim ve şimdi 27 yaşında olan küçük kızım geldiler. İyi oldu doğrusu. Sizi Pazartesi günü arayabileceğimi düşünüp korkuyordum ama bugün -Pazar- arama imkânı buldum.
(Av. Güven Yılmaz, mesele teşkil etmediğini söylüyorsa da Av. Yılmaz'a tam o ânda önemli bir telefon geliyor ve Carlos bir müddet sonra tekrar arıyor, kaldığı yerden konuşmasına devam ediyor.)
Aktüaliteye dair bana sormak istediğiniz herhangi bir şey var mı?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını söylüyor.)
Tamamdır.
El-Cezire televizyonu, Ahmed ebû Salah isimli zâtla yaptıkları bir görüşmeyi yayınladı geçenlerde. Avrupa'da hukuk eğitimi görmüş bu insan, Irak'ın kuzeyindeki bir aşirete mensub eski bir savaşçı. Programda bahsi edilmedi ama kendisinin bir “prens” olması lâzım.
İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna denk gelen dönemde, 1945'te, bir gençlik lideri, bir öğrenci lideri olarak, Haleb'te ve Şam'da Fransızlarla savaştı. Her neyse...
Birleşik Arab Cumhuriyeti'nin de meclis üyesiydi kendisi. Hatırlarsanız, o dönemde yâni 1958'de Mısır, Suriye ve Irak bir anlaşma imzalamış ve aralarında tek bir birleşik Arab cumhuriyeti tesis etmişlerdi. Gerçekte Irak buna sadece “formalite” icabı destek verdi, fiilî olarak ise hiç katılmadı. Suriye'ye gelince, üç yıl boyunca bu birlikte kaldı.
(Mısır ve Suriye arasında 1 Şubat 1958'de ilân edilen ve her iki ülkedeki plebisitlerle -referandum- onaylanan siyasî birleşmeyi kastediyor Carlos. Bir askerî darbenin ardından Suriye'nin Mısır'dan bağımsızlığını ilân etmesiyle, 28 Eylül 1961'de son bulan bu birliğin dağılmasına karşılık; Mısır, Birleşik Arap Cumhuriyeti adını 2 Eylül 1971'e kadar korudu. O tarihte ise Mısır Arab Cumhuriyeti adını aldı. Carlos da, daha sonra bu birliğin nasıl birkaç sene sonra dağıldığını, Suriye'de gerçekleşen Baas darbesiyle Alevilerin nasıl iktidarı devraldığını, bu arada Ahmed ebû Salah'ın nasıl tutuklandığını anlatıyor.)
Kısacası, kendisini çok iyi tanıyorum. Televizyondaki röportajda da kendisinin o dönemde tutuklanmasından ve gördüğü işkencelerden bahsetti. Bir avukat da olduğu için, herkesin anlayabileceği tarzda ve çok güzel konuşur Arabçayı. Kendisiyle görüşen televizyoncu da bu işkenceleri dinlerken çocuk gibi ağlamaya başladı. Anlattığı bu hâdiseleri ben zaten biliyordum, kendisi Bağdat'ta bizimleydi, bizzat onun ağzından dinlemiştik. Daha sonra Berlin'e gidip orada yaşamaya başladıktan sonra da irtibatımız devam etti.
Anlattıkları ilginçti, çünkü tarihten bahsediyor, yalan söylemiyor, doğruları konuşuyordu. Kaldı ki, zamanında tüm bu anlattıklarının doğruluğunu tahkik etmiştim.
Sözkonusu dönemden itibaren iktidar mevkilerinde değildi artık. Bir çeşit sürgüne gitti sonra. Irak'taydı ama söylediği bazı şeylerden dolayı Saddam hoşlanmıyordu ondan. Bu yüzden Irak'ı terketmeye zorlandı. Öyle yakapaça sınırdışı da edilmedi; giderken yanında pasaportu, eşi ve ailesi vardı.
Ahmed ebû Salah'ın oğlu ise, Birleşik Arab Cumhuriyeti döneminde Suriye eski devlet başkanı olan zâtın kızıyla evlendi. Bu insanı da iyi tanırdım. Birkaç sene önce Amman'da vefat etti. Arab milliyetçisi, iyi bir adamdı. Onun sâyesindedir ki, Baas Partisi “Arab Sosyalist Partisi” olmuştur. İşte bu adamın kızıyla evlendi Ahmed ebû Salah'ın oğlu.
Neticede, aile bağları da dahil olmak üzere iyi bildiğimiz, kendileriyle geçmişten bugüne ilişkilerimiz olan insanlar bunlar.
Benimle ilgili eski Stasi istihbarat belgelerinde de bu insanların adları geçiyordu. Üzerlerine düşmediler gerçi. Çünkü önce Hafız el-Esad'a, elbette şimdi de Beşşar el-Esad'a, Alevilerce kontrol edilen Baas rejimine muhalif olagelmişlerdi.
Bazı insanlar yaşayan bir hafızadır. Baas darbesini ve onu takib eden sürecin nasıl geliştiğini kanlı canlı yaşamışlardır onlar.
Çok uzun bir zamandan sonra, işte bu zâtı şimdi yeniden dinleme fırsatı buldum El-Cezire'de. 1950'lerden, 1960'lardan, 1970'lerden beri, büyük bir milletin nasıl politik olarak saptırıldığını anlatıyordu. Şam, dünyanın bugüne kadar devam eden en eski yerleşim yeridir, şehridir. Haleb de bunlardan biridir yine.
Evet, Ahmed ebû Salah, Filistin'in, Arab toplumlarının, bölgedeki müslüman toplumların kurtuluşunu amaçlayan Arab davasının nasıl iç kavgalarla, şahsî hırslarla, dinî ve mezhebî çatışmalarla saptırılıp kaybedildiğini, tüm bunlardan sömürgeci, emperyalist ve siyonist güçlerin nasıl yararlandığını anlattı ve hatırlattı bize.
Türkiye'deki Alevi problemi de aynı şekilde iyi bir örnek buna. Milyonlarca Alevi var Türkiye'de. Onları rahatsız etmek niçin? Tamam, ne inançları ne ibadetleri bizimki gibi. Tamam, objektif bir hükümle “Haricî” statüsünden insanlar onlar. Ne var ki, onların hatası değil ki bu. Şayet Alevi bir aileye doğsaydık, biz de Alevi olacaktık; hepsi bu.
Tüm böylesi çatışmalar bir toplumu güçsüz düşürüyor; gerçek davaları gündemden düşürerek ikinci dereceden çatışmalara odaklıyor ve herkes için kötü olan sonuçlar doğuruyor.
Burada “Alevileri savunuyor” falan demesin kimse bana. Çünkü böyle bir şey yok. Benim için, diğerlerinin inançlarına saygı gösterdiği müddetçe, inançları olmak yahut  olmamak noktasında herkes eşit haklara sahib. Bu kadar basit.
İster Türkiye toplumu, isterse Suriye toplumu olsun, bunlarla uğraşacağına, kendi içlerinde bir araya gelsin ve bir yandan ülkelerini geliştirirken, diğer yandan da herkese iş, ev, eğitim ve sağlık hizmeti temin etsinler. İnsanlar da bu arada diledikleri tarzda ibadet etsin.
Türkiye'deki Alevilerin ibadet yerlerinin hâlâ kanunî bir statüsü yok. İnanılmaz bir durum. Oysa en tabiî haktır bu.
Dediğim gibi, ne Alevileri savunuyorum, ne de onlarla bir alâkam var. Ancak bir prensibi dile getiriyorum burada. Çünkü bu nevi çatışmalar yüzünden, gerçek düşmana karşı, Türk ve Arab toplumlarının gerçek düşmanlarına karşı verilmesi gereken mücadele, ikinci plândaki tartışmalara kanalize ediliyor ve bu da kendi kendini tahrib edici olmaktan öteye geçmiyor.
Üstelik, hiçbir zaman sonu gelmeyecek savaşlardır bunlar. Bu yersiz kavgalarla  vakit ve güç israf ediliyor, silâh ve cebhâne hebâ ediliyor. Sonunda kazananı da olmuyor, herkes kaybediyor. Üstelik bir de bunlar Allah adına, Allahın ismiyle yapılıyorsa, azınlıklara saldırmak için İslâm inancı kullanılıyorsa, bu hiç mi hiç hoş olmuyor!
Unutmayalım ki, açık fikirliliğinden dolayı, o dahî insana, Allah Resûlü'ne, bizim dinimizden olmayanlar da, dinsiz olanlar da, hıristiyan veya yahudi Batılı profesörler de “tarihin hâlen en etkili, en büyük siyasî figürü” olarak vasıflandırarak hakkını teslim eder. Tesiri bugüne kadar gelecek biçimde, başka hiç kimse O'nun kadar önemli bir rol oynamamıştır tarihte.
Bu muazzam insan, düşmanlarına karşı çok daha sert davranabilirdi. Ama ne yaptı? Onların inancına saygı gösterdi. Bu hoşgörülü tavra karşılık, diğerleri de O'nun dinine saygı gösterdi ve O'nun dinini benimsedi. Bu sâyededir ki, Hicaz'ın batısından çıkan ve o dönem okuma yazma bile bilmeyen müslümanların oluşturduğu küçük kabileler, iki nesil sonra dünyanın sahibi oluverdi.
Niçin böyle oldu peki? Çünkü, O'nun ortaya koyduğu örneği takib ederek, onlar da insanlığa bir örnek gösterdiler ve böylece onlar da herkesin saygısını ve hayranlığını kazandı. Tam da bu yüzden birçok insan kendi dinini bırakıp İslâmiyeti kabul etti. Başkalarının inancını zor kullanarak değiştirme yoluna gitmediler çünkü onlar, diğer insanların inançlarına saygı göstererek, başkalarının da saygısını kazandılar.
Yine unutmamalıyız ki, Peygamber'in ve vahyin mührünü kalblerimizde, zihinlerimizde ve ruhlarımızda taşıyoruz biz. Bu, başka herkese karşı sahib olduğumuz bir avantajdır. İşte bu avantajımızı, tuhaf, sun'i, fanatik ve mezhebçi iç çekişmelerle tahrib etmemeli, zayıflatmamalıyız.
Ahmed ebû Salah da açık fikirli bir insandır. Hıristiyan bir hanımla evlenmiştir ve bu hanım İslâma da geçmemiştir aynı şekilde. Ancak buna rağmen, günlük hayatında hep Arabça birtakım İslâmî ifâdeler kullanır, müslüman kız ve erkek çocuklarıyla birlikte yaşar.
Demek istediğim şey, siz şayet başkalarına karşı açık fikirli ve açık kalbli olur, onlara zekânızı gösterirseniz, insanları İslâma ya doğrudan veyahut da dolaylı yoldan kazandırırsınız. İnsanlar, kendileri hiç farkında bile olmadan, bir müslüman gibi davranmaya başlar. Burası çok önemlidir.
Birkaç gün önce okudum; Türkiye'deki Alevilerle ilgili bazı problemler yaşanıyormuş. Yanlıştır bunlar. Türkiye'yi güçlendirmeyecek, tam tersine zayıflatmaktan ve tahrib etmekten başka bir işe yaramayacak demagojik davranışlardır.
Tüm bir bölgenin lideri olmalıdır Türkiye. Sadece o da değil, müslüman ümmetin lideri olmalıdır yeniden. Arab Yarımadası'nın petrodolarlarıyla olmaz ama bu. Oradaki şeyh veya emirler, bir hiçtir, ahlâken yozlaşmıştır çoğu. Şimdi “müslüman dünyanın lideri” olmaları da, sadece petrodolarları sâyesinde. Başka herşey olabilirler ama müslüman olamazlar. Münafıktır birçoğu.
Bugün Türkiye'nin burada oynadığı rol de, Suriye'de kendi kendini tahrib edici sun'i bir savaş yürütme ve Suriye'yi farklı devletçiklere bölme hesabı yapan NATO'ya üyeliği ve topraklarındaki yabancı üsler dolayısıyladır.
Sonuç olarak, bir insanın büyüklüğü, çevresindeki insanlarda uyandırdığı saygı nisbetindedir. Sadece kendi insanları, kendi ailesi, kendi aşireti, kendi çevresi, kendi yurttaşları, erkek veya kadın kendi din kardeşleri üzerinde değil, düşmanları da dahil olmak üzere herkes üzerinde uyandırdığı saygı bakımındandır. Önemli olan da budur.
Böyle olduğu içindir ki, Peygamberimize saygı duyar herkes. Hiçbir zaman unutmamamız gereken bir “örnek”tir O.
O'nu “kopya” etmemiz gerekir demek değildir bu. Aksine, O'nu taklid edeceğiz diye uzun sakal ve tuhaf kıyafetlerle palyaço gibi ortalıkta dolaşmak, her adım başında polis tarafından durdurulup kimliğini sorgulatmak gülünçtür. Hayatımızın ana referansı olarak, ruhumuzdaki “örnek” olarak takib edilebilir ancak O. Hakiki bir müslüman olmak da bence budur. Yoksa, ne O'nun gibi olunabilir, ne de sahabîleri gibi.
Yaklaşık 20 yıldır cezaevindeyim. Birçok mücahid kadeşim de var burada. Ne var ki çoğu belli bir seviyenin üstünde değil. Fakat az sayıda öyle gerçek müslümanlar da var ki, diğerlerinin tavrından dolayı müslümanları sevmeyen ve saygı duymayan kimi gardiyanlar bile saygı duyuyor onlara. İşte ancak bu seviyeye ulaştığınız zaman ruhları fethedebilir, fikirlerinizi başkalarına nakşedebilirsiniz.
Esas liderlerden bahsetmiyorum ama yüksek seviyelerde olan bazıları da dahil diğerlerine hitab ediyorum: İnşallah bugün Türkiye'de iktidarda olanlar işte bu Peygamber örneğini düşünür, davranışlarını düzeltir, zihinlerini Aleviler gibi azınlıklara da açar ve onlara saygı gösterirler. Belki de bu sâyede, onların çocukları ve torunları çok daha müslüman olacaktır.
(Av. Yılmaz, Fazıl Duygun'un Kırgızistan'a gittiğini söylüyor, Türkiye ve Kırgızistan'daki tüm gönüldaşların Carlos'a devrimci selâmlarını gönderdiğini, Carlos'un doğum gününü ve Kurban Bayramı'nı tebrik ettiklerini ifâde ediyor. Carlos seviniyor ve çok teşekkür ediyor.)
13 Ekim 2013
 
 
 
Baran Dergisi 354. Sayı