Bu çalışmamızda kelâm ilminin üç temel konusundan (usul-i selâse) ikincisi olan nübüvveti inceledik. Mâlum olduğu üzere diğer ikisi, ulûhiyyet ve âhirettir.

Nübüvvet mevzuu, ulûhiyyet ile hem itikaden hem ilm-i kelam açısından yakın alâkalıdır. Kur’an’da Allah ile Peygamber sık sık birlikte anılır. Allah’ın varlığı nübüvvet müessesesini iltizam ettiği gibi nübüvvetin kendisi de Allah’ın varlığına doğrudan bağlıdır. Kelâm ilminin üç temel konusundan sonuncusu olan âhiret bahisleri ise en başta Allah’ın varlığı ve sonra da Allah’ın peygamber göndermesi ile doğrudan alâkalıdır.

Ele aldığımız mevzu geniş bir hacme sahip olup mümkün mertebe ihtisar etmeye gayret ettik. Peygamberin imkânı, hikmeti ve gerekliliği temelinde mevzuyu incelerken ana tezimiz, peygamberlerin varlığının gerekliliği üzerinedir. Mu’tezile ve İslâm felsefesinin nübüvvet görüşlerine de kısaca değinilmiştir.

Mevzuyu 9 maddede ele aldık, ancak bahisler arasında bağlantılar olduğunu ve bazı maddelerin birleştirilebileceğini de belirtelim. Çalışmamızın sonuç bölümünde de kısa bir değerlendirme yaptık.

1. Peygamberliğin İmkanı

Peygamberlik mümkündür. Bu hem Allah açısından hem insan açısından söz konusudur. Yüce Allah, alîm, mürîd, hâlik ve kelâm sahibidir. Allah âlemi yarattığı gibi irade ve kelâm sıfatının gereği peygamberler de gönderir. Allah için bu imkânsız değildir. O, acz içinde değildir. O’nun peygamber göndermediğini ve bunun imkânsız olduğunu iddia etmek ulûhiyyet inancıyla çelişir. Allah, gönderdiği peygamberlerle de konuşmuştur. Hz. Musa ile Tur dağında keyfiyeti bizce bilinmese de konuşmuştur. Keza Hz. Peygamber ile de mi’racta konuşmuştur. Onlara kitaplar ve sahifeler (suhuf) indirmiştir.  Allah’ın peygamberlerle irtibatı vahiy adını alır.

İnsanlar açısından da peygamberlik mümkündür. Sıradan insanlar değil; varlığı tefekkür eden, fizik ötesi âlemin varlığını önce içinde keşfeden ve sonra bu âlemle insanın irtibatının olduğunu idrak eden her insan Yaratıcı’nın peygamber göndermesini mümkün görür. Hatta tefekkür ettikçe bunun lüzumunu ve peygamberler olmadığı zamanki tablonun vehametini idrak eder. Peygamberler gönderilmesinde birçok hikmet olması yanında Allah’ın büyük bir lütfu olduğunu da kabul eder. Bunun için Allah’ın insanlar arasından bazı seçkin kullarını görevlendirmesini ve onları tüm insanlarla aracı kılmasını, ayrıca onları ruhî ve fizikî özelliklerle donatmasını da mümkün görür. Zira Allah’ın insanlara tebliğ edeceği mesajlar vardır ve bunlar gerekli ve insanın faydasınadır.(1)

2. Peygamber Göndermenin Hikmet Oluşu

Hidayet önderleri, hayır öncüleri ve bilge kişilerin risaleti kabul ettiğini söyleyen İmam Mâtürîdî, buna mukabil yaratıcıyı inkar eden, O’nun mevcudiyetini benimsemekle birlikte buyruğu ve yasağı olabileceğini kabul etmeyen ve bunu da benimsedikleri halde insan aklının tek başına yeterli olup risaletten müstağni kılacağını zanneden üç sınıf olduğunu belirtir. Bunlara ilaveten, risalet sahibinin mucizelerini kâhin, sihirbaz ve göz bağcılarla denk tutan ve üstelik mucize karşısında âciz kalınmasını, gerekli eğitim ve alışkanlıkların olmayışına bağlayanların da bulunduğunu söyler.

İmam Mâturîdî, yukarıdaki iddia sahiplerine tek tek cevap verirken, Allah’ın emir ve yasaklarının hikmet ve gerekli oluşunu, birliğini ve karşı durulmaz hükümranlığını kanıtlayan birçok delili kâinata yerleştirdiğini ve bu isabetli fiillerin O’nun hakîm oluşunun belgesi olduğunu söyler. Bu bahiste şöyle der:

“Şayet Allah, onlara yönelik birtakım emirler ve yasaklar çıkarmasaydı, herkes arzu ve şehvetleriyle birlikte sürekliliğini ve hayatının devamını sağlayacağını umduğu şeye hızla yönelecek, hemcinsleri de aynı şeye aynı yönelişi gösterecekti. Böylece aralarında tartışma ve çekişme meydana gelecek, bu da onları birbirini ortadan kaldırmaya sevk edecekti. Bunda ise sürekliliğe vesile kılınan şeyin mahvolmaya sebep teşkil etmesi endişesi vardır. Şu halde (dinî müeyyideler olarak) vaad ve tehdit içeren helâlle haramların belirlenmesi ve emirle yasağın çıkarılması gerekli olmuştur; ta ki herkes kendisine ait olanla olmayanı birbirinden ayırsın, bu suretle de her türlü tecavüzden emin olsun ve hayatı korunmuş bulunsun.”(2)

Aynı bahsin devamında ise duyuların yetersizliği yanında aklın da aynı konumda olduğu belirtilip, bilgi kaynağı olarak ancak “doğru haber”e güvenebileceğimiz ve bunun da “peygamberin haberi” olduğu ifade edilir.(3)

Klasik kelâm kitaplarında nübüvvet bahsi, “Peygamberler gönderilmesinde hikmet vardır.” sözüyle başlar. Eş’arîler ise “Peygamberlerin gönderilmesinde hikmet ve maslahatlar vardır, ancak peygamberler gönderilmesinin sebebi hikmetler ve maslahatlar değildir. Şüphesiz takdir edici Allah’a nisbetle hikmetin varlığı ve yokluğu müsavidir.” derler. Bu mevzuda Mâtürîdîler ile Eş’arîler arasında lafız farklılığı olup bunu izah sadedinde Giritli Sırrı Paşa şöyle der:

“Kelâmcılardan Mâtürîdîlerin, “Resüllerin gönderilmesinde hikmet vardır.” demesinde, “Hikmet meselesi bunu iktiza eder.” mânasınca, “Resûllerin gönderilmesinin vâcib” olduğuna işaret vardır. Şu kadar ki, bu vücûb hâşâ “vücûb-ı aklî (aklî zorunluluk)” mânasında değildir; zira öyle olsa Hak Teâlâ’nın elçi göndermemeye kâdir olmaması lâzım gelirdi. “Vücûb-ı şer’î (şer’î zorunluluk)” mânasına da değildir; zira öyle olsa göndermeyi terk ile günahkâr olması iktizâ ederdi. Halbuki her iki suret de Hak Teâlâ Hazretleri için tasavvur olunamaz. Buradaki “vücûb”, “hikmet ve maslahatın gerektirmesi” mânasındadır.”(4)

Hülasa olarak, aklen mümkün olan peygamberlik, hikmet açısından gereklidir. İnsan aklı ise peygamber gönderilmesini kabul eder, ancak kulluğun niteliğini bilemez. Allah için peygamber göndermek hikmet ve rahmettir. Bu noktayı ilerideki bahislerle tafsil edeceğiz.

3. Peygamber Göndermenin Lütuf Oluşu

Akla dayanarak peygamberlere ihtiyaç olmadığını söyleyen Sümeniyye ve Brahman gibi İslâm dışı mezhepler yanında günümüzde deist görüştekiler de böyledir. Hâtta “Kur’aniyyun-mealci, kaynakçı” denen taifenin görüşleri de “peygambersiz İslâm” anlayışına yol açmakta, bu da deizme âdeta bir köprü olmaktadır.

Peygamber göndermenin gerekliliği, hikmeti ve insanların buna ihtiyacı mevzuları bir yana Allah’ın peygamber göndermesi O’nun bir lütfudur. Zira insan mutlak değil ve sınırlı aklı ile sınırsızı kuşatamaz. Böylece Allah peygamberler göndererek insana lütufta bulunmuştur.(5)

Kur’an’ın birçok âyetinde Allah Teâlâ mutlak hidayet kaynağı olarak nitelendirilmekle birlikte, peygamberler için de “hâdî” kelimesi geçmektedir. “Sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir yol göstericisi (hâdî) vardır.” (Ra’d sûresi, 13/7) âyetinde olduğu gibi… Peygambersiz bir dinin pratiği olamayacağını ve hayattan kopacağını da ilave edelim.

“Hâdi”nin kim olduğu hususunda ise müfessirler değişik yorumlar yapmışlardır. Mesela, “hidayet edici olarak Allah Teâlâ”, “yol gösterici olarak peygamberler”, “davet edici ve yönetici olarak diğer önderler” olabileceğini söylemişlerdir.(6)

Giritli Sırrı Paşa ise insanın müjdeleme ve korkutmaya taalluk eden işleri kendi başına idrak edemeyeceği, dünyevî  ve uhrevî işlerden insanların muhtaç oldukları şeyleri ancak yüce peygamberin beyânlarıyla bileceği, cennet ve sevaba vâsıl olma ile azaptan sakınmanın yolunu aklın başlı başına bilemeyeceği, faydalı ve zararlı cismin zararını anlamak için beşerî hasselere ve akıllara tam bir bağımsızlık verilmediği, zorunlu ve imkânsız olanı uzun araştırmalarla o da nisbî olarak bileceği, ancak mümkinatın her iki tarafından yani varlık ve yokluğundan birini kendi başına kararlaştırmasına yol olmadığını belirttikten sonra bütün bunları şu şekilde bağlar:

“Dolayısıyla bu konuları bize beyân etmeleri için yüce peygamberleri göndermiş olması Allah tarafından büyük bir fazl ve ihsandır. Zâten Kur’an-ı Kerim’de, “Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ Sûresi, 21/107) buyurulmuştur.”(7)

Bu bahiste şunu da ilave edelim. Allah’ın kullarına verdiği en büyük nimet hidayet olup bu da ancak peygamberler eliyle tahakkuk eder.

4. Peygamberlere Duyulan İhtiyaç

Bir önceki bahiste (Peygamber Göndermenin Lütuf Oluşu) peygamberlere duyulan ihtiyaca kısmen değinilse de burada müstakil olarak ele alacağız. İmam Mâtürîdî, “Nübüvvet müessesesinin mevcudiyetine aklî bir zorunluluk olarak hükmetmek vazgeçilmez bir durum arz eder.” dedikten sonra zararlı ve zararsız gıdaların ayrılması, sanat ve mesleklerin kaynağı, evcil hayvanların bilinmesi vs. mevzuları sayıp hülasa olarak şöyle der:

“Bir de dillerin öğrenilmesi; diller ki insan varlığı hem dünya hayatı hem de âhireti için onlar sayesinde fonksiyonel olmuştur. Bir de (nesnelere ait) isimlerin öğrenilmesi, onlar olmasaydı hiçbir ihtiyaç anlaşılamaz ve hiçbir kimse onu gidermenin yolunu bilmeye imkân bulamazdı. Sonra üreme yöntemleri ve çocuk eğitimi bilgisi, sonra insan zihnince düşünülemeyecek gıdaların sağlanmasının yolu; ve nihayet yukarıdan beri sözü edilen diller, isimler, sanatlar, tıp ve mesleklerin tamamı, şehir ve ülke yolları, hayvanların eğitimi ve kullanılma yöntemi; evet bu zikredilen hususların bizzat kendileri, temel ilkelerinin akılların çıkarımlarıyla değil, peygamberlerin öğretimi ve yol göstermesiyle öğrenilip uygulandığının apaçık delilini oluşturmaktadır.”(8)

İmam Mâtürîdî  ayrıca, başına musibet gelen insanların bir kısmının diğerine başvurması, insanların birbirlerine çeşitli edebî ilimleri öğretmeleri, kitap okumaktan ve düşünürleri dinlemekten elde ettikleri birikimleri başkalarına aktarmalarını hatırlatarak, bütün bunların insanların başkalarından yardım alma ve ihtiyaçlarını yerine getirme konularında kendi akıllarını yeterli bulmadıklarını ve bu yüzden iyi niyetli ve doğru sözlü bir öğütçüye başvurduklarını ve bunun da aklî bir gereklilik olarak ortaya çıktığını söyler. Bu realitelerin de, bazı insanlara başvurmanın o kimselere peygamberler aracılığıyla bazı ilimlerin ulaştığı yolundaki kanaate bağlı olduğunun da altını çizer. Hatta, din ve dünya işleri yanında sihir işleri bile bu ihtiyaca binaen bunun tersinden gösterilişi olduğu ve insanın din ve şahsî mallarını korumak için savaşması bile şifahî nakiller veya bunlardan oluşturulan yazılı metinlerden elde edildiğinin kabul edildiğini aktarır. Netice olarak, “Bunun da alîm ve hakîm olan Allah’tan (peygamber aracılığıyla) gelen öğretime bağlı olduğunu” ifade eder. (9)

5. Mu’tezile’nin Aslah Prensibi

En iyinin zorunlu olması demek olan aslâhiyet meselesi, ilm-i kelâmda “salâh-aslah” mevzuu olarak geçer. Kulun menfaatine ve yararına en uygun, en hayırlı şey anlamına gelen “aslah”ı yaratmak, Ehl-i sünnet’e göre Allah’a vâcip ve zorunlu değildir. Allah Teâlâ’yı dilediğini yapan (fâil-i muhtar) bir varlık olmaktan çıkarıp, irade ve ihtiyarsız, zorunlu ve mecbur bir varlık hâline getiren “aslah prensibi”ni Ehl-i sünnet kelâmcıları kabul etmemiştir. Aslah, Mu’tezile’nin “vücûb alellah” temel görüşü içinde kabul ettiği fikirlerden birisidir.  

Mu’tezile’ye göre “Kulun yararına olan şeyi yaratmak, Allah üzerine vâciptir.” Mu’tezile mezhebi irade hürriyeti ve Allah’ın sıfatları mevzuunda Ehl-i sünnet’e muhalefet eder ve “Allah’ın, kul için en uygun olanı yaratması vâciptir.” diyerek (aslah görüşü) Allah’ı da determinizme icbar eder. Ehl-i sünnet (Mâtürîdî ve Eş’arî) ise ilâh olana vâcip şartını kabul etmez. Bunu kabul, Allah’ın lütufkârlığını inkâr demektir ve Allah’ın kudretini sınırlamak mânasına gelir, der.(10)

İmam Eş’arî’nin Mu’tezile’den ayrılmasına sebep olan ve hocası Cübbâî’ye sorduğu “ihve-i selâse-üç kardeş” meselesi, Mu’tezile’de aslah prensibi adı verilen en iyiyi yaratmanın zorunlu olması meselesine dayanmaktadır. İhve-i selâse meselesi, Mu’tezile’nin, “Allah insanlar için en hayırlı olanı (aslah) yaratır (yaratmak zorundadır)” görüşüne itiraz demektir.(11)

Aslah prensibi ile bağlantılı hüsün-kubuh bahsine geçiş mahiyetinde Sistematik Kelâm isimli kitaptan şu alıntıyı yapalım:

“Mâtürîdiyye ile Eş’ariyye arasında, “peygamber göndermenin mümkün ve câiz olduğu, hatta Allah’ın kullarına bir lütfu olduğu” konusunda görüş birliği mevcuttur. Mâtürîdîler buna ilâveten, “Bu ayrıca aklın da bir gereğidir.” demektedirler. Eş’ariyye ise hüsün-kubuh konusundaki görüşlerine paralel olarak, bu son hükmü telaffuz etmez.” (12)

6. Hüsün ve Kubuhun (İyilik ve Kötülük) Tesbiti

Hüsün ve kubuhun insan aklı tarafından blinip bilinemeyeceği mevzu, doğrudan olmasa bile Peygamber göndermenin gerekli olup olmadığıyla da ilgilidir. Kelime olarak hüsün (hüsn) “güzel olmak, güzellik, rağbet edilen ve sevilen şey” demektir. Kubuh (kubh) ise “çirkin olmak, çirkinlik, nefret edilen şey” demektir. Türkçe’de “güzel” ve “çirkin” kelimeleri daha ziyade estetik değerleri ifade ettiğinden kelâm, ahlâk ve usul-ı fıkıh terimi olarak hüsün ve kubhu, yerine göre “iyilik-kötülük, dünya ve âhiret hayatı açısından fayda-zarar” diye ifade edebiliriz. Hulasa, hüsün ve kubuh, iyilikle kötülüğün mahiyetine ve ölçüsüne ilişkin tartışmalara konu olan kelâm, ahlâk ve fıkıh usulü terimidir.(13) Ehl-i sünnet kaynaklarında ise daha ziyade hayır ve şer kavramları tercih edilmiştir.

Hüsün ve Kubuh meselesi şu soruya müncerdir: Akıl, kendi başına iyi ve kötüyü bulabilir mi? Kelâmda “hüsün ve kubuh-iyilik ve kötülük” meselesini doğuran tartışmada Ehl-i sünnet, son tahlilde nakle (vahye) muhtaç olunduğunu vurgular. Bu bahiste İmam Mâtürîdî, Eş’arîlerden biraz farklı düşünerek, Allah’ın hikmet ve adaletiyle münasip olarak, bazı mevzularda aklın iyi ve kötüyü bilebileceğini, fakat son tahlilde peygamberlere muhtaç olunduğunu belirtir. Eş’ariler ise eşyanın zatıyla iyi ve kötü olduğunun bilinemeyeceğini, bunu şer’î ölçülerin belirlediğini söyler. Mu’tezile ise akıl hüsün ve kubuhu bilir ve bunu ayırt etmenin insan için zor olmadığını söyler.

Hüsün ve kubuh meselesinin ikinci bir vechi vardır. O da, “Din gelmeden insanlar yükümlü müdür?” sualidir. Bu mevzuda Eş’arîler, “Akıl kendi başına iyilik ve kötülüğü kavrayamayacağı için yükümlü tutulamaz.” derler. Mâtürîdîlerin ise bir kısmı Eş’arîler gibi düşünür. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâtürîdî’nin içinde bulunduğu grup ise Allah’ın varlık ve birliğini, din gelmeden önce de aklın idrak edebileceğini, geri kalan dinî hükümleri tam kavrayamasa bile sadece bununla yükümlü tutulacağını söyler.

Hüsün ve kubuhun tesbiti, her iki vechesiyle de, Mâtürîdî ve Eş’arîlere göre peygamberlerin gönderilmesinin lüzumuna işaret eder. Birinci vechesiyle, kul bazı şeylerin kötü olduğunu fıtraten bilse bile bu onun için yeterli değildir. İkinci vechesiyle, Allah’ın varlık ve birliğini akıl kendi başına idrak etse bile bu, dini kavramak ve ibadetleri bilmek açısından yetersizdir. Bu mevzunun ikinci vechesi, bu devirde Şeriat’ın ulaşmadığı kimse olmadığı için sadece kelamî teknik bir mevzu olarak kalmaktadır. Ancak dolaylı yoldan da olsa mevzumuzu ilgilendirdiği için temas ettik.

7. İslâm Filozoflarına Göre Peygamberlik

            İslâm filozofları denilen Fârâbî, İbn Sîna ve İbn Rüşd’de peygamber tanımı şüphelidir. Kur’an ve vahiy anlayışından farklı bir nübüvvet görüşü ortaya koyarlar. Genellikle filozoflarla peygamberleri bir tutarlar.

Kur’an’ı akılla açıklamak isteyen Fârâbî (ö.339/950) oradaki arş, kürsî, levh, kalem gibi bir çok terimi, kendi sistemine göre yorumlar. Aynı metodu bedenlerin çürüdükten sonra dirilmesi ve âhiret konularına tatbik eder. İbn Rüşd bu bakımdan Fârâbî’nin ardından gitmiştir. Fârâbî, “Yetkin bir filozof peygambere üstün görülmelidir.” der.(14) Mahmut Kaya’ya göre ise Fârâbî, filozofları peygamberlerden üstün tutmaz.(15) Ancak filozoflarla peygamberleri eşit gören bir yaklaşımı vardır. Fârâbî, filozofların sudûr teorisini savunarak âlemin kıdemi görüşüne sapmış, cismanî haşrı inkâr etmiş ve İmam Gazâlî tarafından tekfir edilen İslâm filozofları arasında olmuştur.

İbn Sîna (ö. 428/1037) ise mucizeleri tabiat kanunları içinde değerlendirir. Deneme yanılma yoluyla iyi ve kötünün belirlenmesinin imkansızlığını söyleyerek vahye işaret eder. Felsefî  kavramlarla dinî kavramları yan yana kullanır.(16)

İbn Rüşd (ö.595/1198) de diğer iki İslâm filozofu gibi Meşşaî (Aristocu) geleneğe bağlı olup felsefe ile dini uzlaştırmaya çalışmış, âlemin kâdim veya hâdis olmasının fark etmediğini söylemiş, sudûr teorisini de reddetmiştir. Âlemin yetkin bir yaratıcının fiili ve eseri olması bakımından ezelîlik arzettiğini ileri sürmüştür. Nübüvvetin aklen mümkün olduğunu ve Hz. Peygamber’in mucize olarak sadece Kur’an-ı Kerim’i getirdiğini söyler. Böylece hissî ve haberî mucizeleri inkâr eder. Ölümden sonraki hayat için ise sadece ruhen dirilmeyi savunmanın vahye göre mahzuru olmadığını iddia eder.(17)

8. Peygamberlerin Gerekliliği

Hanefî fakihi, muhaddis, müfessir ve kelâmcı Necmeddin Nesefî’nin (ö.537/1142) “Peygamber gönderilmesinde hikmet vardır.” sözünü şerheden çok yönlü âlim Teftâzânî (ö.792/1390) şöyle der:

“Hikmet vardır. Yani maslahat ve güzel son vardır. Burada peygamber göndermenin gerekli olduğuna işaret vardır. Asla peygamber göndermenin Allah Teâlâ’ya vâcip olduğu mânasında değildir. Bilakis fayda ve güzel neticeler içerdiğinden Allah Teâlâ’nın hikmeti peygamber göndermeyi gerektirir, anlamındadır.

Sümenîler ve Brahmanların iddia ettiği gibi iki tarafı (gönderilmesi de gönderilmemesi de) eşit olan mümkün bir şey değildir.”(18)

Mâtürîdî kelâmcısı Nûreddin es-Sâbûnî (ö.580/1184) ise muhtasar eserinde şöyle der: “Ehl-i hakkın büyük çoğunluğu, “Allah Teâlâ’nın peygamber göndermesi mümkündür, akıl da bunu gerektirir.” demiştir. Onların bir kısmı ise, “Hikmetin gereği olarak vâciptir.” demiştir.”(19)

İmam Mâtürîdî ise Allah’ın bize verdiği nimetleri tanıma ve sahibine teşekkür etmemiz yanında, insanın bu kadar detaylı yaratılmış olmasının onun kullukla görevlendirilmesine ve bunu ona bildiren peygamberlerin gönderilmesine ihtiyaç ve zaruret olduğunu söyler. Peygamberin haberi ile ilgili şöyle bir misal verir: “Bütün insanların ölümlü olduğu tecrübe ile bilinemeyeceğinden bu gerçeğin peygamberlerin haber vermesiyle anlaşıldığı sabit olmuştur.”(20)

İlim ve tecrübenin peygamberlerin yerini tutup tutmayacağı meselesine de değinelim. Tecrübe, insan için bir ilimdir, ancak pratiğin sayısız tekrarıyla hakikat bulunamaz. Çünkü ne arandığına dair bir fikir olmadıktan sonra milyonlarca kez tecrübe edilse bile bulunan şey bir mihraka bağlanamaz. Yani, ne aradığını bilmeyen ne bulduğunu da bilmez... Varlık, hakikat, ruh, kültür ve medeniyet gibi metafizik kavramları doğrusal değil, dairesel anlamalıyız. Hegel’in lineer-doğrusal tarih tezi, Batı merkezci bir anlayış ve tarihin sonu olup varlığın karakteriyle uyuşmaz. Zamanın geçmesi veya tecrübenin katılması ile hakikat bulunsa idi, bu çağdaki zulmet ve sömürü hegemonyası olmazdı.

Üstad Necip Fazıl bir beytinde şöyle der:

            Zaman korkunç daire; ilk ve son nokta nerde?

            Bazı geriden gelen, yüzbin devir ilerde!(21)

Kelâm, felsefe, tefsir ve usûl-i fıkıh alanlarına dair çalışmalarıyla tanınan Eş’arî âlimi Fahreddin Râzi (ö.606/1210) aklın tek başına kavrayamadığı konular olduğunu belirtir ve peygamberlere ihtiyaç ve onların zarureti ile ilgili aşağıdaki altı noktayı tespit eder:

“Allah’a ait el, yüz, istiva, yürüme, görme, işitme ve konuşma gibi haberî sıfatların bilinmesinde... İbadetlerin ölçüsünü ayarlamada... Hüsün ve kubuhun tesbitinde... Hayata ait prensiplerin, ahlâkın, bilim ve sanatın bilinmesinde... Fikir, görüş ve düşünceleri çelişkilerden kurtarmada da peygamber gereklidir... İnsanları yönetmek için de peygamberlere ihtiyaç vardır...”(22)

Genel kabule göre, peygamberlere ait beş zorunlu temel sıfat olup bu beş özellik, “emanet, sıdk, tebliğ, ismet ve fetanet”tir. Emanet kavramı üzerinde durmalıyız. Zira emniyet olursa insanlar ancak bir araya gelir ve düzen kurar. İnsan ise Kur’an’ın bildirdiği üzere ilahî emaneti yüklenmiş ve ona ihanet potansiyelini de içinde taşımış bir varlıktır... “Emanet zayi olduğunda kıyameti bekle!”(23) hadisinde hangi türden olursa olsun emanete hıyanetin yaygınlaşması ve güvenin ortadan kalkmasının içtimaî bir felaket olduğu anlatılmak istenmiştir. Allah Resûlü’nün “emin” vasıflı olduğunu ve ona ayrıca Kur’an mucizesi verildiğini hatırlatalım.

Peygamberlerin imkanını aklın kabul etmesi yanında, hak ölçüleri, ahlâk ölçüleri, inanç ve amel sistemleri, selâm, emniyet, temizlik, bir arada yaşama fikri vs. neredeyse bütün insanî oluşlarda peygamberlerin vazgeçilmezliği görülmektedir. Aksi takdirde zulmet ve cehalet dünyayı yaşanmaz hâle getirir. Çünkü, hayat mefhumunu bile peygamberlere borçluyuz. İlk hayat Hz. Adem’le oldu ve hayatı nizamlayan ve ilkelerini ortaya koyan peygamberlerdir. Daha sonra peygamberlerden alınanlardan istifade ile ancak bazı noktalarda dejenere ederek bâtıl hayatlar kuruldu. Kısaca insanlık hayat kurmayı, varlığa tasarruf etmeyi peygamberlerden öğrendi. Bir sonraki bahiste bunu detaylı inceleyeceğiz.

Allah'ın peygamber göndermemesi hâlinde; O'nun isim ve sıfatları yanında iyi-kötü idraki dahil hiçbir ölçü ve hükümler bilinmeyecek, "salih amel" olmayacaktı. Allah inancı, akılların şüpheli bir şekilde onu bilmesine, bilse bile soyut, kuru ve zayıf bir Allah inancına varacak, ancak bunda da âhiret ve hesap âlemi inancı olmayacaktı. Demek ki, peygamber gönderilmesi Allah'ın zâtına icbar edilemese bile O'nun bilinmesi/tanınması için bir zaruret arzeder. Bunun Allah'ın bir lütfu olduğu ise şüphesizdir. Bir başka açıdan da Peygamberler göndermenin gerekliliğini açıklayabiliriz. İnsanın yaratılışından gelen keyfiyet yükünden, yani onun iman ve inkâr, iyi ve kötü gibi vasıflar taşımasından, peygamberlerin gönderilmesinin gerekliliğini de iddia edebiliriz. Zira insan, hayvandan farklı ve ahlâkî bir varlık olup ilahî mükellefiyete yatkın bir yaratık ve insanın zirvesi de peygamberlerdir. Öyle ki, insan için peygamberler tabii ve zorunlu bir uzuv/parçadır. Yani "insan" ancak peygamberle tamamlanır. Bir başka deyişle, peygamberler olmasa insan, insan olmasa peygamberler olmazdı. Bu ikisi (insan ve peygamber) birbirinin mütemmim cüzü gibidir.

9. “Peygamberler Olmasaydı, Medeniyet Olmazdı.”

Çalışmamızın ana tezi peygamberlerin varlık ve oluşun başı olduğu ve onlarsız kâinatın olamayacağıdır. Ruhlar âleminde ilk yaratılan, “en evvel ve en üstün” vasfıyla Hz. Peygamber olup âlemlere rahmet olarak gönderilmiş ve varlık onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır.

İlk dil, ilk insanla vardı ve ilk insan ilk peygamberdi. Ayrıca Kur’an’da, “Allah bütün isimleri Âdem’e öğretti” (Bakara Sûresi, 2/31) diye buyurulması, insanın kâinattaki eşsiz konumuna işaret ediyor. “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara Sûresi, 2/30) âyetinde de halifelik makamına yüceltilen insan görülüyor ve bunun mihrakı da peygamberlerdir. Resuller sultanı ise son peygamberdir.

Peygamberler olmasaydı varlık olmazdı, iyi-kötü idraki olmazdı, medeniyet olmazdı. Varlık, bildirebilme ile mümkün. Eğer insanoğluna temel insanî meseleler peygamberler vasıtasıyla bildirilmese, gösterilmese, öğretilmeseydi, insan pratiğin sayısız tekrarıyla aile dahil hiçbir insanî müessese kuramaz, vahşiler gibi yaşar veya helâk olur giderdi. Gayri müslimlerin kurduğu medeniyetler ise peygamberlerin bildirdiği hakikatlere antitez olarak çıktıkları için onların da varlık sebebi peygamberlerin bildirdikleridir. Ancak onlar bunu tersinden gösterirken, nizam kurma, aile, yardımlaşma, hak ve adalet vs. kavramları peygamberlerden almışlar, onları kısmen bozarak kullanmışlardır. Tez ve mihrak nokta Allah’ın insanlara peygamberler vasıtasıyla bildirdiği hakikatlerdir.

Yine bu noktada bütün mesleklerin peygamberler tarafından insanoğluna öğretildiğini belirtelim. Yazı ve terziliğin İdris Aleyhisselâm, gemiciliğin Nuh Aleyhisselâm, demirciliğin Dâvûd Aleyhisselâm tarafından öğretilmesi gibi.

İnsanın varlığı bildirilebilmeye muhtaç olduğu gibi iman da peygamberlerin varlığına muhtaç. Allah’a soyutlayarak (tenzih ederek) inanıyoruz. Hz. Peygamber’e ise bir beşer olduğu için somut olarak inanıyoruz. Bunun için Hz. Peygamber sevgisinden Allah’a ulaşmak daha doğru ve kolay yoldur. Osmanlı bunu görmüş ve dini peygamber sevgisi üzerinden halka yaygınlaştırmıştır. Böylece halkın imanını da kuvvetli tutmuştur. Osmanlı, Mevlid-i Şerif ve Şifa-ı Şerif okumaları ile bunu yapmıştır. Zira Allah Resûlü’nün hayatı daha canlı ve etkileyici bir örnektir. Öyle ki insan hayatı yaşayanlarla yaşıyor. Aşk ve ahlâk demek olan tasavvufun etkileyiciliğini de buralarda görmek gerek. Osmanlı’nın tasavvuf devleti olmasını da böyle anlamak icap eder. Arap ülkelerinde ise daha ziyade Kur’ân ve hadisler üzerinden gidilir. Kur’ân ise bir yaşanmışlıktan ziyade ibret, nasihat ve hidayet kitabı olarak Allah’ın kullarına hitabıdır. Daha üst perdedendir. Yaşanmışlığın insan ile irtibatı birebir olduğu için Hz. Peygamberin hayatı daha kolay, anlaşılır ve tesirli olur.

Bir kitap olarak, pratik değil, teorik olan Kur'an-ı Kerim'in yüzde 60'ının yaşanmış hikâye olan kıssalara tahsis edilmiş olması, onun pratiğe yani, yaşanmışlığa önem vermesi olarak yorumlanabilir. Çünkü İslâm kalbin yolu olup Kutsal Kitabımız dahi birçok ayetinde müminlerden imanları pratikte amel-i salih ile göstermelerini istemektedir.

“Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı”(24) diyerek bunu tezleştiren Büyük Doğu ekolünden mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu olmuştur. Necip Fazıl’ın kendisine hazırlattığı İstikbâl İslâmındır eserinin 4. bölüm başlığı bu ifade olup bunun gerekçelendirilmesi ise şöyle yapılır:

“Peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı. İnsanlık olmazdı ki!.. Bütün insanî iş ve verim şubelerinin ruha bağlı bir zaruretin derecelerini temsil etmesi... İhtiyaçların, mücerret ruh ve fikir ihtiyacının doğurduğu bir zaruret olması... İnsanın, bildiren olmasa bilemeyeceği... İnsan faaliyetlerinin ahlâkî karakter belirtmesi... En iptidaî toplumların bile bir kültür ve medeniyet vahdeti teşkil etmesi... Dilsiz hiçbir kültür olmaması; insanın kendisini, çevresini, topluluğunu dille tanıması ve eserlerini de dile borçlu olması... Evet; bütün bu hakikatler, insanlık tarihi boyunca gelmiş bütün medeniyetlerin, Peygamberler Tarihi’nin salkım-saçak görünüşlerini temsil etmesini açıklar.”(25)

Yukarıdaki alıntıda geçen “iyi-kötü idrakı olmazdı” mevzuunun açılımı olarak aynı bahsin neticesinde Salih Mirzabeyoğlu şöyle der:

“Peygamberler olmasaydı, medeniyet olmazdı”... Bu Levha’nın toplayıcı mânası şudur: “İyi” ve “kötü”, bir değer ölçüsüdür ve âlemde zâtıyla iyi ve kötü yoktur. Ruha nispet işi olmadığı zaman, varlık ve yokluk da yok; bunun idraki yok... Değer ölçüleri söz konusu olduğu zaman ise “mutlak” karşısında “mümkün”, “sonsuz” karşısında “sonlu”, “eksiksiz” karşısında “eksik”, “varlık” karşısında “yokluk”, “ruh” karşısında “nefs”, müsbet ve menfî görünüyor. Değer ölçüleri için de aynı şey; “Mutlak Ölçüler” müsbet, antitezleri menfi... “Bir ilmin yanlışı, nihayetinde görünür.” hikmetinin ispatı, bütün antitez cepheler tekâmüllerinin nihayetinde kendi iflâslarını sergileyerek, tersinden İslâm’ın hakikatini işaretleyici olmuşlardır...”(26)

Bahsimizle alâkasından dolayı felsefede, “Âlet mi ihtiyaçları doğurdu, ihtiyaçlar mı âleti doğurdu?” sorusunu da hatırlatalım. İhtiyaçlar, ruh ve anlayış demek olan dile dayanır ve “İlk dil ilk insanla vardı ve ilk insan ilk peygamberdi.” tesbitine varırız. Öyle ki, peygamberler olmasa ve onlar bildirmeseydi, iyi-kötü idrakı olmayacak, aile, sevgi, bağlılık, sadakat, vicdan, iman, merhamet vs. hiçbir insanî kavram yaşamayacaktı. İnsanın “küllî ruh”un temsilcisi oluşu, âyette buyurulduğu gibi “yeryüzüne halife olarak gönderilmesi” (Bakara Sûresi, 2/30) ve yine âyette buyurulduğu üzere, “yalnız Allah’a ibadet etmek üzere gönderilmesi” (Zâriyat Sûresi, 51/56) buna işarettir.

Şuur, maddeye irca edilemez... “Bilimsel olmak... Bilim herşeyi çözecektir!” diyenler bile bir şuur ile davrandıkları için kendi maddeci görüşleriyle çelişirler. Netice olarak, bilimsel olmak herşeyin ölçüsü olamaz ve bilim herşeyi çözemez. Bu mevzuların kritiği ve her halükârda peygamberlerin zaruretine işaret olarak Mirzabeyoğlu’ndan bazı tesbitleri aktarmak istiyorum:

“Belli bir mevzuya tahsis olmadan önce “ilim”in mânası bilmektir; öyleyse senin “ilimden kasdın ne? Yok. “İlmin ölçüsü nesnelliktir.” derken ve bununla madde ve maddîliği kastederken, varlığın kendini “ruh”a empoze ettiği için varlık olmasını nasıl göz önünde tutmasın? Bu ise ruha kendini empoze eden bütün kavramların birlikte göz önünde tutulmasını gerektirir ki, neticede, müsbet ve menfî idrakinin ancak ölçüden sonra var olduğu anlaşılır; PEYGAMBERLER BİLDİRMESEYDİ, “iyi-kötü” idraki olmazdı. Aslında, Peygamberler olmasa, insan hayatı olmazdı; insan, “var olması” kadar, “varoluşu”nu da buna borçlu.”(27)

Bizde akıl, “selim akıl” olup kendisinin hududunu tanımak hikmetine erince “akıl” olur... Kâinatın sırları noktasında akıl çileleri çekmiş ve Allah Resûlü’nün ruh feyzine sığınmış olan Necip Fazıl, “bedâhet duygusu” ve “his idrâki” ile varlığın sebebini şöyle izah ediyor:

“Allah’ın bütün zaman ve mekânı kuşatmak üzere yarattığı “Gâye-İnsan ve Ufuk-Peygamber”, elbette bizzat başlangıcın, kâinat başlangıcının başı... (...)

O, “Gâye-İnsan ve Ufuk Peygamber”, dairenin başladığı ve bittiği nokta gibi kul ve resûl plânında hem evvellerin evveli, hem de sonların sonu... (...)

O ki olmasaydı, topyekûn oluş olmayacaktı.

İşte O...

O kadar evvel ve o kadar üstün...

Bir arada sebep ve netice...

O Kİ, VARLIK O YÜZDEN...(28)

SONUÇ:

Akıl, duygu ve haberle de nübüvvetin gerekliliğine ulaşmak mümkündür. Çünkü Allah’ın şuurlu bir canlı olarak yarattığı insana ilâhî vasfı gereği peygamberler göndermesi ve onu şuurlandırması pek tabiîdir. Aksini düşünmek ise bir eksiklik olur. Allah, hikmet sahibidir, varlığı boşuna yaratmamış, tek başına mutlak hakikati bulamayacak insanı başıboş bırakmamış, rehber peygamberler ve onlarla kitaplar yollamıştır.

Allah’ın rahmet, irade, kelâm ve bi’set (bâis) gibi isim sıfatları da peygamber göndermesine işaret eder. Allah’ın isimlerinden biri olan “BÂİS”, hem PEYGAMBER GÖNDEREN ve hem de öldükten sonra dirilten mânasınadır. Peygamberlerin de mânen ölü konumunda inançsız ve münkir toplumlara hayat verdiği ve manevî anlamda dirilttiği de mâlumdur.

İnsanın muhtaç yaratılmış oluşu ve onun Mutlak Fikri kuramayacağı açısından baktığımızda da Allah’ın peygamber göndermesini idrak ederiz. Çünkü insan, mutlak-mükemmel bir varlık ve kaynak değildir. Ayrıca insanlar pek çok konuda değişik görüşler ortaya atarlar.

Peygamberler olmasaydı iyi-kötü idraki olmazdı. Peygamberler vasıtasıyla gönderilen bilgi (hakikat) olmasaydı, hiçbir içtimaî düzen kuramazlardı. Zira insanlar peygamberlerden alınan bilgiye nisbetle ya tersinden ya düzünden kendilerine bir nizam kuruyorlar. Öyle ki o bilgiyi reddeden bile, kendisini onu redde istinaden inşa etmektedir. Yalanın, ortada bir doğru bulunmadan var olamaması gibi. Ayrıca şunu ilave edelim ki insanlar tekâmül edebilen canlılardır ve insanları içgüdüden ziyade akıl yönetmektedir. İçgüdü tek yönlü iken, aklın yönü ise sonsuzdur. İşte bu yüzden, bir düzen kurulması için bir mihrak doğruya ihtiyaç kaçınılmazdır. Hak yol dışındaki bütün felsefe ve görüşler o doğrunun peşinde ortaya çıkan yapılardır ve kendilerinin kesin doğru olduğunu iddia etmektedirler ki, bu bile tersinden doğrunun tekliğinin ve aşkınlığının delilidir. Bireylerin ve nefslerin üzerinde yol gösterici peygamberlere dirlik ve düzenlik açısından da ihtiyaç vardır.

İnsan başını fare kafasından ayıran tek nokta, mücerred düşüncedir. İnsanın Rabbini tanıması için de mücerred kavramlara ihtiyacı vardır. Allah’ın sayısız mucizesi yanında sadece insana verdiği mücerred mefhumlar bile O’nun varlığını ispata kâfi olur. Mesela sadakat ve ihanet, şükür ve nankörlük, ihlas ve riyâ, iman ve inkâr, vefâ, sevda, hayal, hüzün, neşe, ölümsüzlük iştiyakı gibi kavramlar insana nereden gelmektedir? Bu vasıflar, insanın ilahî vahye muhatap oluşu ve medeniyet kurucu yönüne işarettir.

İnsan, akılla Allah’ın varlığına ulaşsa bile, O’nun sıfatlarını, insan-evren-Allah ilişkisini, hak ve görevlerinin ne olduğunu, nasıl ibadet edeceğini, hesaba çekileceği âhiret gününü, cennet ve cehennemi vs. kendi başına idrak edemez. Öte yandan insan, yukarıda bahsettiğimiz gibi dünyevî olarak da peygamberlere muhtaçtır. Bütün isimleri ve birçok mesleği öğrenmesi açısından Allah’ın bildirmesine ve peygamberlere muhtaçtır. İlk dil, ilk insanla vardı ve ilk insan ilk peygamberdi. Ayrıca “Allah bütün isimleri Âdem’e öğretti.” (Bakara Sûresi, 2/31) âyeti de bize bunu işaret ediyor. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun tezi olarak, “PEYGAMBERLER OLMASAYDI, MEDENİYET OLMAZDI.” tesbitini burada hatırlatalım.

Allah insanı ilahî vahye ve peygamberlere imana yatkın yarattı, birçok mefhum ile yarattı; onu halife kıldı ve bunun gerekliliği olarak peygamberler gönderdi. Peygamberler insan için zaruret arzettiği gibi Allah’ın insana verdiği halifelik vasfının bir icabıdır. Kısaca peygambersiz ne insan, ne varlık, ne din olur.

Dipnotlar

1-Mustafa Türkgülü, İslâm Düşüncesinde Kelâm, Ensar Yayınları, İstanbul, 2018, s. 258.

2-Ebû Mansur el-Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, trc. Bekir Topaloğlu, İSAM Yayınları, İstanbul, 2016, s. 273.

3-Mâtürîdî, a.g.e., s. 280.

4-Giritli Sırrı Paşa, İlm-i Kelâmın Özü, sadeleştiren Kâzım Albayrak, Şamil Yayınları, İstanbul, 2021, s. 467.

5-Mustafa Can, “Nübüvvet”, Sistematik Kelâm, editör Ömer Aydın, İşaret Yayınları, İstanbul, 2020, s. 281.

6-Can, “Nübüvvet”, a.g.e., s. 271.

7-Sırrı Paşa, İlm-i Kelâmın Özü, s. 470.

8-Mâtürîdî, Kitabü’t-tevhîd, s. 277.

9-Mâtürîdî, ag.e., s. 277.

10-Nûreddin es-Sâbûnî, Mâtürîdiyye Akâidi, trc. Bekir Topaloğlu, İFAV Yayınları, İstanbul, 2007, s. 146-147.

11-Mu’tezile’nin aslah prensibinin çürütülmesi olan ihve-i selâse hadisesi şöyledir. Allah’a hiçbir şeyin vâcip olmayacağı görüşünü benimseyen Eş’arî, bunu ispat etmek için bir “üç kardeş meselesi” tasarlamış ve hocası Ebû Ali el-Cübbâî’ye biri mümin, diğeri kâfir, üçüncüsü de henüz çocukken ölen üç kardeş hakkındaki kanaatini sormuştur. Cübbâî’nin birincisinin cennete, ikincisinin cehenneme konulacağı, üçüncüsünün ise azaptan kurtulmakla birlikte cennete giremeyeceği şeklinde cevap vermesi üzerine Eş’arî üçüncü kardeşin şöyle itiraz edebileceğini söylemiştir: “Rabbim! Bana ömür verseydin de sana iman ve itaat ederek yaşasaydım ve cennete girseydim. Benim için en uygun olanı yapman gerekirdi.” Cübbâî, bu itirazı Allah’ın söz konusu çocuk için en uygun olanı yarattığını, zira yaşadığı takdirde âsi olup cehenneme gireceğini söylemek suretiyle cevaplamışsa da Eş’arî bu çözümün kâfir olan kardeşe uygun düşmediğini hatırlatmış ve kendisinden tatminkâr bir cevap alamadığını ifade etmiştir.

12-Can, “Nübüvvet”, a.g.e., s. 285.

13-İlyas Çelebi, “Hüsün ve Kubuh”, DİA, İstanbul, 1999, cilt 19, s. 59.

14-Hilmi Ziya Ülken, İslâm Felsefesi, Selçuk Yayınları, Ankara, ikinci baskı, t.y., s. 62.

15-Mahmut Kaya, “Fârâbî”, DİA, İstanbul, 1995, cilt 12, s. 156.

16-Ali Durusoy, “İbn Sîna”, DİA, İstanbul, 1999, cilt 20, s. 330.

17-H.Bekir karlığa, “İbn Rüşd”, DİA, İstanbul, 1999, cilt 20, s. 266.

18-Sa’düddin et-Teftâzânî, Şerhu’l-Akaid Tercümesi, trc. heyet, Muallim Neşriyat, İstanbul, 2018, s. 473.

19-Sâbûnî, Mâtürîdiyye Akaidi, s. 99.

20-Mâtürîdî, Kitabu’t-tevhid, s. 278 ve 286.

21-Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2019, s. 404.

22-Mustafa Türkgülü, İslâm Düşüncesinde Kelâm, s. 263.

23-Buhârî, İlim, 2.

24-Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’la Başbabaşa, İbda Yayınları, İstanbul, 2019, s.17, a.mlf., İstikbâl İslâmındır, İbda Yayınları, İstanbul, 2018, s. 111; a.mlf., Bütün Fikrin Gerekliliği, İbda Yayınları, İstanbul, 2017, S. 146 ve 152.

25-Mirzabeyoğlu, İstikbâl İslâmındır, s. 113.

26-Mirzabeyoğlu, a.g.e., s. 126.

27-Salih Mirzabeyoğlu, Bütün Fikrin Gerekliliği, İbda Yayınları, İstanbul, 2017, s. 152.

28-Necip Fazıl Kısakürek, Çöle İnen Nur, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2020, s. 21, 24 ve 28