Esselâmü Aleyküm.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, kendisinin nasıl olduğunu soruyor Carlos’a.)
İyiyim, iyiyim. Hava soğuk ama güneşli, mesele yok.
Bana soracağınız herhangi bir soru var mı?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, dilediği gibi konuşabileceğini söylüyor Carlos’a.)
Kumandan Mirzabeyoğlu nerede peki?
(Av. Yılmaz, İstanbul’da olduğunu söylüyor.)
Ailesiyle birlikte, İstanbul’da yâni?
(Av. Yılmaz, Carlos’u doğruluyor.)
Tamamdır.
Türkiye’deki durum müşkül, değil mi? Çatışmalar falan?
(Av. Yılmaz, Carlos’un tesbitini tasdik ediyor.)
Bundan gerçekten hoşlanmıyorum ben.
Neyse…
Yaşanan tezatları gösterici bir hâdiseden bahsetmek istiyorum bugün. Birkaç gün önce [21 Nisan 2016] şu meşhur ABD’li şarkıcı öldü, malûm: Prince. Kendisini iyi tanımıyorum gerçi ama otuz yıl kadar önce Suriye’deyken, eşim Magdalena Kopp, kızımız ve komşu çocuklarla birlikte bu ufak tefek ve koyu tenli delikanlıyı televizyonda bazen izlediğimizi hatırlıyorum. Öyle herkesi hatırlamam ben ama sesi değişik, yaşına göre de iyi performans gösteren bu şarkıcı ve oyuncuyu hatırlıyorum hâlâ.
Evet, işte bu şarkıcı öldü, evinde ölüsü bulundu ve nasıl öldüğünü de bilmiyoruz. Ne var ki bu ölüm, medyatik bir dünya meselesi hâline getirildi şu ân. Televizyondaki tüm haber kanalları, ABD devlet başkanının bile hakkında konuştuğu bu ölümden bahsediyor günlerdir. Radyosuyla, gazetesiyle, televizyonuyla basında bu ölüm hakkında kopartılan gürültü inanılmaz. Neler oluyor? Öyle ya, başka binlerce şey daha oluyor dünyada.
Bunun gibi, geçenlerde Mali’de üç Fransız askeri öldü bir mayın patlamasında. Aman Allahım, araçlarının mayın yüzünden havaya uçması sebebiyle hayatını kaybeden ve gerçekte “savaş kurbanı” olan, üstelik yanlış tarafta yer alan bu üç asker için, sanki büyük bir habermiş gibi, Mali devlet başkanı da dahil çıkıp beyanatlar veriyor, şamatalı biçimde “kahramanlık” edebiyatı yapıyorlar. Hâlbuki Mali’de masum Malililer, aynı şekilde Malili savaşçılar da ölüyor her gün, ama onları insan yerine koyan yok. Fakat ne zamanki üç işgalci ve neo-kolonyalist ordu askeri, hiç hakları olmadığı hâlde girdikleri bir ülkede ölüyor, uluslararası bir mesele oluyor bu hemen. Kurbanlar da hemen “kahraman” ilân ediliyor. Onlar kahraman falan değil ki!
Diğer yandan, hayatını kaybeden bu insanların cesetleri üzerinden o kadar büyük bir propaganda ve manipülasyon yapılıyor ki, ne ölenlere ne de ailelerine saygı gösteriliyor.
Şimdi, ölen Prince üzerinden de aynı şey yapılıyor. İnsanların düşünmemesini istiyor bunlar. İnsanlar, yaşananlarla, gerçeklerle, tarihle, ahlâkla alâkası olmayan şeyler düşünsün; hep yanlış tarzda düşünsün istiyorlar.
Değil mi? İnsanların her gün karşı karşıya kaldığı ne çok problem var. Mevcud yapıdan kaynaklanan ne çok problem, aynı şekilde sosyal, malî, ekonomik ne çok problem, yine ne çok güvenlik problemi var. O bildik politik eylemlerden ve “terörizmden” bahsetmiyorum. İnsanların cadde ortasında soyulması, her gün kadınların tecavüze uğraması gibi her gün sıkça yaşanan problemlerden bahsediyorum.
Ne var ki, insanların dikkatinden kaçırılmak isteniyor bunlar ve hiç de önemli olmayan, aslında hiç ilginç de olmayan, özellikle imâl edilmiş şeyleri düşünmesi sağlanarak, tüm bunların örtülmesi amaçlanıyor. Deminki üç askerin ölümü hâdisesindeki gibi, en üst seviyede istismar ediliyor yaşananlar.
Fransa’da 7 Ocak 2015 tarihinde yaşanan Charlie Hebdo saldırısını hatırlayın. Filistin devlet başkanı zavallı Mahmud Abbas’ın, aynı şekilde –davet edilmediği hâlde gelip zorla en ön safa geçen- İsrail başbakanı Netanyahu’nun da aralarında olduğu dünya liderleri Paris’e gelip nasıl büyük bir yürüyüş yapmışlardı.
Bütün bu hâdiseler vesilesiyle görebileceğiniz şey, çok önemli şeyler dururken önemsiz şeyler imâl edip öne çıkartan muazzam bir enformasyon yönlendirmesinin varlığıdır. Toplumun ve sistemin nasıl yozlaştığını, nasıl çürüdüğünü de gösteriyor bütün bunlar. Bir sistem ki, günden güne yok oluyor, her tarafından dökülüyor ve güya sağcı veya solcu olup da sistem mekanizmasını ele geçirerek tepeden kontrol edenler tarafından, -kendi iktidarlarını da sürdürme imkânı sağlayacak şekilde- kamuoyu manipülasyonuyla ayakta tutulmaya çalışılıyor.
Kaldı ki, böyle bir “kamuoyu” da yok aslında. İmâl edilmiş bir “kamuoyu” bu. Tam bir basın hürriyeti yok çünkü. Ne benim ne de benimle benzer düşünenlerin Fransa’da düşüncelerini herhangi bir yerde yayınlatma imkânı yok meselâ.
Diğer yandan, gerçek anlamda bulunmadığını söylediğim böyle bir “kamuoyu” imâlinin de bazı –kendilerine göre- ters sonuçları oluyor elbette. Daha önce de söylediğim, hattâ Paris Üniversitesi’ne 15 Kasım 2014’de “Psikolojik Savaş” başlığı altında gayet özlü biçimde yazdığım gibi, bunun getirdiği bazı sonuçlar olmuştur sözkonusu “kamuoyu” imâlatçılarına. Yeri gelmişken, yakın tarih bakımından da “tarihî” bir kıymeti vardır o yazımda söylediklerimin.
Irak ve Suriye’de savaşan –yakın bir zamanda Türkiye’de de savaşacak olan- mücahidler, ki Sykes-Picot Anlaşması sonucunda imâl edilen ve artık yok olmaya başlayan sun’i devlet sınırları bakımından konuşuyorum, evet bu mücahidler, daha doğrusu Irak ordusunun yüksek seviyeli eski subayları, düşman propagandasındaki zayıf noktayı fark etmişler ve bu propagandayı düşmanlarına karşı kullanmayı bilmişlerdir.
Şimdi –sağdan sola, kuzeyden güneye- dünyanın bütün büyük güçleri silâhlarını bu mücahidlere doğrultmuşlar, tarihin en büyük askerî koalisyonunu oluşturmuşlar ve onları bombalamaktadırlar, ama hiçbirisi de hafif silâhlı, çoğu profesyonel asker bile olmayan bu mücahidlere karşı savaşmaya cesaret edememektedirler. Dünyanın en iyi ilk birkaç ordusundan birine sahib Ruslar bile, meselâ Palmira’yı geri almaya çalışan Suriye rejim kuvvetlerine yardım etmişler, fakat bizzat mücahidlerle göğüs göğüse savaşmaya cesaret edememişlerdir.
“İslâm Devleti”, tüm bu modern silâhlı ordulara karşı askerî anlamda bir savaş kazanabilecek güçte değildir. Orada veya burada bazı muharebeleri veya çatışmaları kazanabilirler ancak. Ne var ki tüm o modern kuvvetler de, “insanların zihninde yaşanan savaşı” kazanamamaktadırlar.
Niçin? Çünkü “İslâm Devleti” bünyesindeki dahiler, emperyalist ve siyonist düşmanın medya manipülasyonlarına ve sapkınlıklarına karşı, tüm bu platformlarda yaşanan gelişmelere göre kendilerini “psikolojik savaş” çerçevesinde adapte etmeyi bilmişler ve bütün bu manipülasyonları düşmana doğru çevirmişlerdir. Şimdi düşmanın bu silâhıyla savaşmaktadırlar tüm emperyalist ve siyonistlere, Arab dünyasındaki kendilerini müslüman olarak adlandıran hainlere karşı. “İslâm Devleti”nin internette yaptığı ufak tefek açıklamalar bile bir “dünya haberi” hâline gelmektedir artık. (Carlos gülüyor.)
Sonuç olarak, mesele şudur: Bu bir fikirler savaşıdır ve siz de insanların zihnindeki bu fikirleri kazanırsınız veya kazanamazsınız! Bu vesileyle, şundan eminim ki, ölen her mücahidin ardından, kendisinin yerini alacak tüm dünyadan on yeni gönüllü katılacaktır savaşa.
Prince hâdisesine dönersek; bu insanın ölümünün dünya için, toplum için önemi nedir Allah aşkına! El-Cezire televizyonu bile Prince’den bahsediyor sürekli.
Daha önce de birçok defa söylediğim gibi, hattâ mahkememde de söylediğim ve siz harika Türk avukatlarımın da şâhid olduğu gibi, anlaşılması gereken şey şudur: Korku, bizim safımızda değildir!..
Aynı şekilde, doğru tarafta olan biziz ve haklı davalar için savaşıyoruz. Allaha inanıyoruz. Lâ İlâhe İllâllah, Muhammedun Rasûlullah. Bunu söylediğimiz gibi, biz herkesin inancına da saygı duyuyoruz.
Diğer yandan, bazı aşırılıkları da benimsemiyoruz elbette biz. Müzelerin ve Şam beldelerinin halklarının miraslarının tahrib edilmesini tasvib etmiyoruz. Peygamber sahabîlerinin dokunmadığı, tarih boyunca mü’minlerin tüm emirlerinin saygı gösterdiği bu mirasa ilişilmesini doğru bulmuyoruz. Fakat bu mirasa karşı girişilen saldırıları da, NATO güçlerinin ayakta tuttuğu Suudî Arabistan’dan ve Körfez’deki ülkeciklerden gelen neo-vahhabîlere bağlıyor; Irak’ın hakiki mücahidlerinin bunlarla alâkalı olduğunu sanmıyoruz. Türk kardeşlerim gibi Nakşibendî olan Gönüldaş İzzet İbrahim el-Durî’nin siyasî liderliği altında, Amerikan ordusunu mağlubiyete uğratan Irak’ın Baasçı eski yüksek rütbeli subaylarını bunlardan tenzih ediyoruz. Yaşanan böylesi bütün hâdiselerin, kendilerini tesbit ederek bombalayıp öldürmek için hazır bekleyen yüzlerce uydunun, insansız hava aracının, savaş uçağının takibi altındaki söz konusu şahsiyetlerin tüm ülkeyi kontrol edememesinden kaynaklandığını düşünüyoruz. Bu da paralı ve silâhlı neo-vahhabîlerin sızmasına ve oraya ölmeye giden genç fanatik gönüllüler için kontrolsüz alanların oluşmasına, bu kişilerin insanlığın çıkarı aleyhine böylesi –bence haram- işler yapmasına yol açıyor.
Her ne olursa olsun, yine tekrarlıyorum: Korku, bizim safımızda değil, işgalci emperyalistlerin, siyonistlerin ve münafıkların tarafındadır!..
Oradaki tüm kardeşlerime selâm söylüyor, Kumandan Mirzabeyoğlu’na saygılarımı sunuyorum.
Allahü Ekber.
 
23 Nisan 2016
Baran Dergisi 485. Sayı