Literatürde kokunun hafızayla olan kompleks münasebetini tarif etmek için Proust Fenomen’i tabiri kullanılıyor. Bu ilişki ilmî ve tarihî olarak bugüne dek çok farklı bakımlardan izah edilmiş olmasına mukabil, bu kompleks münasebetin edebiyat dünyasında öne çıkıp, bu isimle anılması Fransız edebiyatçı Marcel Proust’la olmuş.

Proust Fenomeninin çıkış hikayesi oldukça sıra dışıdır. Yazarlık kabiliyetiyle son dönem dünya edebiyatına mührünü vuran isimlerden olan Proust, 9 yaşındayken yaşadığı astım hastalığından dolayı ailesi tarafından Illiers kentine gönderilir. Burada annesinin yaptığı kurabiyeleri yerken yaşadığı ortam içinde kurabiyelerin kokusu kendisine büyüleyici bir haz verir. Yıllar sonra Proust tesadüfen bu kokuyu yeniden duyduğunda, çocukluk günlerinin bu anlarına dair her detayı en ince nüansına kadar hatırladığını fark eder. Bu kokuya bağlı hatıralarını deşen Proust, bu hatıralardan aldığı ilhamla üç bin sayfalık meşhur “Kayıp Zamanın İzinde” romanını kaleme alır. Proust, kaleminin kudretini kokuyla hatıraları arasındaki etkileşimi çözme kabiliyetine bağlarken, koku ve uzak hatıraların hafızayla ilişkisi de Proust’a ithafen “Proust Fenomeni” olarak adlandırılır.
***
Bilmem burnunuz ne kadar keskin, hafızanız ne kadar işler vaziyette; ama memleket sathından yükselen tanıdık bir koku var; tıpkı 1960’taki, 28 Şubat sürecindeki, 15 Temmuz’a doğru ilerlenen günlerdeki gibi kokuyor yine gündem.

Cumhuriyetin kuruluşundan beri Batıcı ve işbirlikçi Kemalist rejimin gardiyanlığını yapmak adına ordu, emniyet, istihbarat, yargı ve siyaset bürokrasisinin hukukunu kendi çıkarlarına göre kullanan ve buna göre servetin dağılımından tutun da iktidarın kimin elinde olacağına dek karar veren, bugüne kadar fötr şapkadan takkeye, hakim/savcı cübbesinden kamuflaja, polis üniformasından bürokrat takımına kadar her türlü kılık kıyafet içinde gördüğümüz, işlettikleri planın sathî gerekçesi her ne olursa olsun İslâm’a düşmanlıkları bâki odaklar, kokudan da anlaşılacağı üzere yeniden harekete geçmiş bulunuyor.

Nereden mi biliyoruz? Türkiye’de devletin gücünü arkasına alan birileri ne zaman ki hukuk dairesinin dışına çıkıyor ve provokasyondan tutun da adi tuzak kurmaya, savcılık emri olmaksızın dosya hazırlamaya ve yine hukuk kurallarını tanımaksızın kendi kafalarına göre suç ve suçlu uydurmaya, ölüm tehditleri yağmaya ve infaz hazırlıkları yapılmaya, yâni ne zaman memlekette rutin dışına çıkılarak hareket edilmeye başlanıyorsa, her seferinde bu ülkeyi aynı koku sarıyor da oradan biliyoruz. 1960’a doğru artık rejim için tehdit algısı olarak görülmeye başlanan İslâmî iklimi bastırmak için Başbakan asacak kadar gözü dönmüş, 1980 öncesinde Müslüman olmasınlar da ister kafatasçı ister Komünist olsunlar diye yetiştirilen gençleri birbirine kırdıracak kadar vicdansız, tüm bu menfi şartlara rağmen yetişen Müslümanları ortadan kaldırmak için yargıyı tiyatroya çevirecek ve memlekette İstiklâl Mahkemelerinden beri tesis edilememiş adaletsizlik duygusunu körükleyen 28 Şubat sürecini tezgâhlayacak kadar alçak, 28 Şubat’tan sonra yükselen tepki dolayısıyla rejimin elden gitme korkusuyla bu sefer Müslüman kılığına girip Gezi, 17/25 Aralık ve 15 Temmuz ile beraber devlet bürokrasisini sonuna kadar bu devleti var eden millete ve onun iradesine karşı işletecek kadar namusuz ve sinsi bir klik, bir kez daha harekete geçmiş bulunuyor.

Bu mevzu bir süredir iktidara yakın medya tarafından dillendiriliyor ve yine iktidara yakın medyanın itibarsızlığı dolayısıyla gündem olacağı yerde sulanıyorsa da aslında kaskatı bir vakıâ olarak karşımızda duruyor. İşin asıl vahim tarafı, bu hareketlenme bugünün meselesi de değil.

Kaç kere anlattığımızı artık biz bile unuttuk; fakat bu mevzu ile alâkadar olması gereken siyasetçi, gazeteci, çeyrek aydın tiplemelerinin hepsi birden, günlük iaşesi dışındaki meselelerde “na to kefari, na to mermari” şeklindeki Yunan deyiminin tazeliğini korumak adına ellerinden geleni artlarına koymadıkları için bir kez daha ifâde etmekte fayda var:

Dikkat ediyorsanız, Türkiye’de yeniden bir hareketlenme olduğunun herkes farkında; fakat yapılan konuşmalar ve yazılan yazılar “FETÖ” ve “darbe” şeklindeki iki kelime arasından bir türlü çıkamıyor. Yazının içinde de ifâde ettiğimiz üzere, bu memlekette lâik batıcı Kemalist rejimin gardiyanlığını yapan bir kesim var ve bu çürümüş, köhnemiş düzeni ayakta tutabilmek için kılıktan kılığa girmekten hiç ama hiç çekinmiyor. Kalpaktan fötr şapkaya, takkeden asker kepine, fraktan hâkim/savcı cübbesine, takım elbiseden polis üniformasına kadar bugüne değin envai çeşit kılıkta gördüğümüz bu kliği, bugün yalnız don koklayan takkeli suretiyle hatırlamak ve onu yalnız bu kılıkta aramak herhâlde dünya tarihine geçecek çapta bir ahmaklığın ifâdesi olsa gerektir.

Emniyet İçinde Kafasına Göre Dosya Hazırlayanlar Kim?
Hiçbir yargı kararı olmaksızın, 15 Temmuz’a karşı duran kesim ve kişiler hakkında dosyalar düzen, yargı kararlarını tanımaksızın suç ve suçlu uyduran, piyasadan elinin altında tuttuğu figürasyonlar üzerinden yine aynı kesimleri itibarsızlaştırmak ve suç işlemeye teşvik etmek üzere kumpas kuran emniyet içindeki bir klik. Kim bunlar?

Hatırlayacak olursanız, geçtiğimiz haftalarda Fazıl Duygun, ifadesi alınmak üzere beşinci kattaki evinin balkonuna itfaiye merdiveniyle çıkılarak gözaltına alınmış ve sosyal medyada yapmış olduğu paylaşımlardan yola çıkılarak kendisine defalarca kez “İBDA-C Örgütünün Lideri Salih Mirzabeyoğlu” ile alâkalı soru sorulmuştu. Oysaki Kumandan Salih Mirzabeyoğlu 22 Temmuz 2014 tarihinde yeniden yargılama gerekçesiyle tahliye edilmiş, 2 Mart 2016 tarihinde yapılan yeniden yargılama neticesinde üzerine atılı suçlardan beraat etmiş ve savcılığın itirazıyla Yargıtay’a götürülen beraat kararı 8 Temmuz 2019 tarihinde onanmıştı. Yâni, Ankara emniyeti, gözaltına aldığı kişiye, Salih Mirzabeyoğlu’nun suçsuz olduğuna dair hakkında yargı kararı olmasına rağmen, suç uyduruyor, suçluyor, hüküm veriyor ve ifadesini aldığı Fazıl Duygun’un da onunla görüşmesi dolayısıyla örgüt üyesi olabileceği şüphesiyle ifâdesini alıyor.

Hadi bakalım, neresinden tutacağız? Yapılan yargılama neticesinde üzerine atılı suçlardan beraat etmiş ve bu üst mahkeme tarafından da onanmış bir kişi ile görüşmek nasıl suç teşkil edebilir? Dikkat edin, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu bir ceza almış ve cezaevinde yattığı süre bu cezadan sayılarak tahliye edilmiş de değil, üzerine atılı bütün suçlamalar düşmüş ve beraat etmiş. Biliyorsunuz ki, yargı nezdinde bilmiyor olmak mazeret değil. Birisi adam öldürüp, ben bunun suç olduğunu bilmiyordum dese bunun bir hükmü olmadığı gibi bunların yarın çıkıp da biz bilmiyorduk deme lüksleri de yok.

Ergenekon sürecinde ceza alan bir sürü tip, bu davanın yeniden görülmesi neticesi beraat etti ve bırakın birileriyle görüşmeyi ekran ekran dolaştı ve hatta bazıları milletvekili bile oldu. Aynı mantıkla bakacak olursak, meselâ sonrasında milletvekili adayı olan Tuncay Özkan’a oy veren herkesin “örgüt üyeliği”nden, Tuncay Özkan’ın seçim sürecindeki propagandasına katılanların da “örgüt propagandası”ndan ifadelerinin alınması gerekmez mi?

Daha da ileri gidelim, tahliye olduktan sonra Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ile görüşmesi dolayısıyla Fazıl Duygun soruşturuluyorsa, yine Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ile yüz yüze görüşen Cumhurbaşkanı Receb Tayyib Erdoğan hakkında da emniyet soruşturma başlatacak mı?

Şimdi muhtemelen diyorsunuz ki, “öyle saçmalık mı olur canım.” E oluyor.

Son günlerde gündeme gelen bir diğer hadise de Sedat Peker’in başına gelenler. “Berat Albayrak sana dosya hazırlatıyor.” diye hem de adamın güvendiği kaynaklardan defaatle haber yollayıp, adamın yurtdışına çıkmasına sebeb oluyor, sonra da yine piyasadan el altında tuttukları tiplerle adamı kışkırtıp, tepelemek için bunlara karşı illegal bir hamle yapmasını bekliyorlar. Sedat Peker’in anlattığına göre sonrasında bu işin Berat Albayrak’la bir alâkası olmadığı, bunun Erdoğan’ı hedef alan kasıtlı bir yönlendirme olduğu ortaya çıkıyor tabiî. Emniyetin suç işlemesi için birini teşvik etmesi, tahrik etmesi, tezgâh açması ne demek? Tüm bunlar olurken, hakkında herhangi bir savcılık soruşturması olmamasına rağmen, emniyet içindeki aynı şebeke, Sedat Peker’i bulunduğu ülkeden nasıl geri getireceği ile alâkalı görüşmelere bile başlıyor. Burada da iş bitmiyor tabiî… Sonrasında Sedat Peker’in lehinde sosyal medyada açıklama yapanlara işlem başlatılıyor ve bu kimseler hakkında “suç ve suçluyu övmek”ten işlem yapılıyor; hem de Sedat Peker’in hakkında bırakın kesinleşmiş bir hükmü, başlatılmış bir soruşturma bile olmadığı hâlde. Sedat Peker akıllılık edip bu işi hoparlöre konuştuğu için açıktan bilindiğinden onu misâl olarak veriyoruz, aynı bunun gibi 15 Temmuz sürecinde, Amerikan istihbaratının don kokusu müptelâlarına karşı duran birçok kesim ve kişinin de benzer hadiselerin muhatabı olduğunu biliyoruz.

Spot Kokular
1960’tan beri yeri geldikçe kullanılan “diktatör”, “yönetemiyor”, “seçimle yahut başka şekilde”, “tek adam”, “beceremediniz artık bırakın” gibi spotlar bile aslında zannedilenden çok daha fazla şey anlatıyor. Tek bir elden çıktığı açık, sistemli ve örgütlü bir şekilde sürekli dillendirilen bu kelime ve kavramların bir algı operasyonunun parçası olduğunu söylemeye lüzum yok herhâlde. Yalan yanlış da olsa sürekli olarak bu kelimelerin kullanılması toplum mühendisliğinin bir parçasıdır. Bu tür ısrarlı tekrarlar bir süre sonra şuurunda olunmasa da insanların zihninde yer eder ve bir süre sonra ister istemez gerçeklik kazanmaya başlar.

CHP, HDP, İyi Parti, Saadet Partisi ve yanı sıra son dönemde Ak Parti’nin içinden çıkan DEVA ile Gelecek Parti’sinin söylemlerine bakarsanız, bunların hepsinin aynı el tarafından sevk ve idare edildiğini rahatlıkla görebilirsiniz.

He şimdi belki içinizden bunlar nasıl bir araya gelir diyecekler olacaktır, hemen izah edelim; bunların hepsi ya kökten hain Batıcı, teslimiyetçi çizgide faaliyet gösteren yahut Türkiye’nin çıkarını Batı’ya teslimiyette görecek kadar kafasız tiplerden müteşekkil. Hatırlayanlar olacaktır, Ali Babacan, Abdullah Gül gibi tipler, Ak Parti çizgiden çıktı diye şikâyet ediyorlardı, yâni diyorlardı ki Ak Parti kuruluşundaki uysal, Batıcı, teslimiyetçi ve işbirlikçi çizgisinden uzaklaştı ve biz Türkiye’yi yeniden uysal, Batıcı, teslimiyetçi ve işbirlikçi politikalar uygulamak için siyaset sahnesine çıkıyoruz. Onlar Ak Parti çizgisinde bölücülük faaliyetlerini gerçekleştirirlerken, rejimle adeta ayrılmaz bir bütün olan CHP de alışıldığı üzere “seçim dışı yollar” fikrini zihinlere aşılamaya çalışılıyor.

1960, 1980, 28 Şubat ve 15 Temmuz’un hazırlık sürecinde sıkça kullanılan aynı terkiblerin bugünlerde yine sıkça kulak dolduruyor olması tesadüf değil.

Darbeyle Hesaplaşmazsan, Darbeciler Seninle Hesaplaşır!
Bu ülkede 28 Şubat için Meclis Araştırma Komisyonları kuruldu, darbeciler yargılandı ve en aşağılık muameleye tâbi tutulup, rezil rüsva edildikten sonra cezaevlerinin tek kişilik hücrelerinde çürümeye terk edilecekleri yerde, yazlıklarına tatile yollandılar. 28 Şubat sürecinin başrollerinden biri olan İsmail Hakkı Karadayı cehenneme giderken, bir de onunun için devlet töreni düzenlediler.

17-25 Aralık ve 15 Temmuz sürecinde başrol oynayanların hemen hepsi yurtdışına kaçarken, devlet bunlarla gittikleri yerde millet adına hesaplaşmanın bir yolunu bulmak yerine, 15 Temmuz gecesi ele geçirilen askerler ile FETÖ’nün tabanına yönelmekle yetindi. 15 Temmuz’a doğru bunlarla iş tutan birçok kesim ise sanki olanlar hiç yaşanmamış gibi hayatlarına devam etti ve bugün yukarıda bahsettiğimiz algı operasyonunun yaygaracılığını üstlendiler. Tabiî bir de son günlerde 15 Temmuz gecesi ele geçirilenlerin aslında hiçbir suçu günahı olmadığının propagandası yapılıyor ki, bunlar da yarın öbür gün tahliye edilirse hiç şaşırmayız.

Tüm bunlara ilâveten, sanki darbe püskürtülmemiş de gerçekleşmiş gibi rejim gardiyanları bir kez daha rutin dışına çıkıp, bu süreçlere karşı direnen ve Erdoğan’ın yanında yer alan kişi ve kesimlere, hem de Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde ve darbenin üzerinden daha dört sene bile geçmemişken karşı operasyonlara başlayabilmişse, birileri, emniyet, yargı yahut ordu adına darbe girişiminde bulunmaktan niçin çekinsin ki? Bunlar bu girişimlerde bulunurken, kendi ikbalinden başka bir imanı olmayan sivil ve askerî bürokrat, gazeteci ve bilmem ne, niçin bu sürece seyirci kalmasın?

15 Temmuz’dan sonra, “Yarın öbür gün Erdoğan olmazsa bunlar neler yaparlar.” denilen her şeyin, Erdoğan daha iktidarken bir bir yapılıyor olması, gerçekten de ibretlik.

Bize Dönecek Olursak
Açıkça ifâde etmek gerekirse, Ak Parti içindeki AKP zihniyeti ile beraber Türkiye’deki batıcı, Kemalist, lâik rejim bu süreçte tasfiye edilmiş olsaydı da, dünya çapında baş döndürücü bir sürat kazanan ve her geçen gün kontrolden çıkma noktasına doğru ilerleyen hadiselere, sırtımızı kollamak zorunda kalmadan müdahil olmak isterdik tabiî; fakat ne yazıktır ki, bizim iktidar da, milletimizin kahir ekseriyeti de bu milletin aslî hüviyetini teşkil eden aksiyoner kimlikten uzak olduğu, reaksiyoner olduğu için şimdilik böyle bir imkân yok; ve fakat görünen o ki, karşı cenah yeniden hamle yapmaya hazırlanıyor ve milletimiz her ne kadar aksiyondan düşmüş olsa bile düşmana karşı refleksleri hâlen çok ama çok kahredici.

15 Temmuz’dan sonra hukuk dairesi içinde gerçekleştirilmeyen hesaplaşma, öyle anlaşılıyor ki çok yakın bir gelecekte rejim gardiyanlarının tazyikiyle muhtemelen hukuk dairesi dışında gerçekleşecek, gerçekleşmek zorunda. Unutmamak gerekir ki, bugün dünya çapında yaşanan hadiseler ve Müslüman Anadolu’nun memur olduğu kıtalar çapındaki İslâm İhtilâli ve İnkılabının gerçekleşmesi için önce burada olmak gerekiyor, olmak için de Türkiye’deki rejim gardiyanlarıyla hasablaşmak…
***
Türkiye’den son aylarda iyiden iyiye yükselen bu kokular bize bir yandan Müslümanlara karşı rejim tarafından işetilen süreçleri hatırlattığı gibi, bu kez vesile olacağından hiç şüphemiz olmayan İslâm ihtilâli ve İnkılâbı dolayısıyla milletimizin tarih sahnesinde yeniden eşya ve hadiseleri teshir edici rolünü kuşanacağını da tedai ettiriyor olması bakımından son derece hoş ve müsbettir.

Her zaman dediğimiz gibi “azdan az, çoktan çok gider”, bekliyoruz!


Baran Dergisi 699.Sayı