Bundan iki nesil öncenin ihtiyarları hatırlarmış, I. Dünya Savaşı’na kadar Harbiye Mektebi’nde ve bazı ordu birliklerinde, hedef tahtaları üzerinde çizilmiş dairelerin merkezinde Moskof kafası varmış; Rus romanlarından bazı kahramanları hatırlayanlar bahsettiğimiz sureti çizmekte hiç zorluk çekmeyecektir. Suç ve Ceza’da Porfiriy Petroviç vardı mesela, Raskolnikov ve aşkı Sonya’dan sonra belki romanın en merak cezbeden karakteri... Bu adam masum adama suçunu itiraf ettirir, bakışları Üstad Necip Fazıl’ın tarifine uyar; çiğdir, bomboş gözlere sahiptir, sinsî ve de sabırlıdır. Lev N. Tolstoy’un Diriliş’indeki başkahraman Nehlüdov da Porfiriy kadar zeki ve de fırsatçıdır; ikisi de zalimdir. Prens Nehlüdov sonraları hatalarını anlayıp, kendini bulacak olsa da, gençliğinin ilk safhalarında bohem bir hayat sürüyordu. Petroviç basit meselelerde bile rakibini tuzağa düşürüp, her şeyde rekabet ederken; Nehlüdov ise vurdumduymaz, insanları önemsemeyen, onları idare eden bir tiptir.

Aynı çağın iki dev kubbesi bu iki romancı, bir ana edasıyla kendi toplumlarını yetiştirmeye çalışmıştır. 

Geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türk heyeti, Moskova’ya gitti, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve beraberindeki kişilerle görüştü. Görüşme altı saat sürdü, sonrasında basın toplantısı yapıldı ve İdlib’te ateşkes anlaşmasına vardıklarını açıkladılar.

Bu yıl içinde Erdoğan ile üçüncü görüşmeyi gerçekleştirdiklerine dikkat çeken Putin, Suriye meselesinde Türkiye ile Rusya arasında görüş ayrılıkları olsa da her zaman uzlaşmayı başardıklarını söyledi. Rus başkan, “Bugün de böyle oldu. Astana formatı çerçevesinde çalışmaları devam ettirme niyeti olduğunu bir kez daha teyit ediyoruz” dedi. Anlaşma kapsamında 6 Mart 00.01’de ateşkes yürürlüğe girdi. Ha bir de Putin dedi ki, “33 Mehmetçiğin falanca yerde olduğunu bilmiyorduk!”

Evvelini biliyorsunuz zaten, sonrasını da tahmin ediyorsunuzdur. Lâf aramızda, Moskof fırsat bulduğunda yine TSK’yı vuracak. 

İdealleşmiş Şarkı
Rus romanları bizim bir lütuf olabilir ama etrafımız düşmanlar çevrili... Üstad’ın Moskof isimli eserinden bir iktibas:

“Önce (Bizansiyum) sonra (Konstantinopolis) daha sonra “Konstantaniyye”, “Darilhilâfe”, “Deraliyye”, “Dersadet”, “İslâmbol” ve nihayet İstanbul, oldum olası Moskof’un gözünde (Tsar-grad), şehirlerin çarı yahut çar şehirdir. 

Hikâyeci Ömer Seyfeddin, Birinci Dünya Savaşı’nda Bulgaristan’da bulunan bir Türk zabitinin karşı pencereden âşıkdaşlık ettiği bir Bulgar kızına ait hatırayı şöyle anlatır: Bulgar Kızı Türk zabitine vücudunun bütün kıvrımları ve yüzünün çizgileriyle davet ve tahrik edici bir tavır takınmakta ve tutturduğu bir şarkıyı, pencerede, evinin içinde boyuna tekrarlamaktadır: 

Naş naş!
Çar-grad naş!
Türk zabitinin bir aşk türküsü sandığı bu lâfların mânâsı şudur:
Bizim olacak!
Bizim olacak!
İstanbul
Bizim olacak!”

1440’larda Osmanlı gözünü Hıristiyanlığın ikinci merkezi, Ortodoksluğun beldesi İstanbul’a gözünü diktiğinde Hıristiyan dünyası Katolik ve Ortodoksların birleşmesini istedi ve Rusların da bu anlaşmada olmasını temenni ettiler.
Moskof ise:

“Rus Ortodoks kilisesi böyle bir davete yanaşamaz! Henüz çevresindeki Müslümanların çemberinden sıyrılmış değildir. Rus kilisesini Bizans merkezinden ayırıyor ve Ortodoksluğun tek mihrabı olarak onu ve Moskova’yı ilân ediyoruz!” cevabını verdi. Üçüncü İvan, “Bütün Ruslar ve Rusyalılar, birleşiniz! Artık bağımsızız!” emrini verdi. İvan sonraları “bütün Rusların çarı” unvanını almıştı. Moskova, Ortodokslar için “Üçüncü Roma”dır, ihtimal ki en büyük idealleri “Çar-grad”ı ele geçirip, hüküm sürmektir. 

Bundan asırlar evvel Posolki Prikaz (Dış İşleri Elçiler Dairesi) adıyla bir merkez kurulmuş, bu müessesenin en mühim şubelerinden biri sadece Osmanlı üzerine çalışıyordu: Üstad’ın ifadesiyle “Türkiye’ye ait plân esasları üç maddede toplanıyordu: Uysal görünme, oyalama, aldatma...” 

Bu strateji size de bir yerlerden tanıdık geliyor mu? Zirveler, toplantılar, anlaşmalar ve sair şeyler derken, bir yandan Türkiye’yi oyalıyorlar; öte yandan kuyu kazıyorlar. Bin kez demedik mi “Moskof Gâvuru”na güven olmaz diye. Bakınız: İdlib... 

Petro’nun Vasiyeti
Rusların bir başka hükümdarı, I. Petro’nun (Büyük Petro) on dört maddelik bir vasiyeti var, dokuzuncu madde aynen şöyle:

“Mümkün olduğu kadar, İstanbul’a ve Hindistan’a yaklaşmalı... Her kim İstanbul’u ve Hindistan’ı ele geçirirse, dünyanın hâkimi odur. Bunun için Rusa mütemadiyen Türkiye ile harp etmeli; sonra da İran’la, Karadeniz sahillerinde askerî limanlar kurmalı; bu denizle beraber Baltık denizine de sahip olmalıdır. Her ikisi de projenin tahakkuk edebilmesi için önemli köprübaşları teşkil eder. İran körfezine ulaşabilmek için, İran’ın çökmesini hızlandırmalı; mümkün olursa, Suriye vasıtası ile, Rusya’nın Yakın-Doğu ile olan eski ticaretini hızlandırmalı; ve bu yolda, dünyanın hazinesi olan Hindistan’a ulaşabilmeye çalışmalı...” 

Rus’tan Dost Olur mu?
Dostoyevski’nin “Ölüler Evinden Hatıralar” diye bir romanı var, mahpusken müşahede ettiği şeyleri birleştirmiş. Büyük romancı orada bir Müslüman’ın tesirinde kalmış olacak ki, “Ali” diye bir karakterden bolca bahsetmiş, belki de mevzubahis romanın bizi en çok ilgilendiren kısmı orası. Ali, Dağıstanlı üç mahpus kardeşin en küçüğü. Ali’nin ahlâkı ve hâdiselere tepkisi harika. Romanın başkahramanının gözünden Ali’yi görmek de şahane bir his.

Rusların romanlarına aldanıp onları kendimizden görmek ahmaklık olsa gerek –yapılıyorsa-, insanın kendini kandırmasından daha kötü bir şey varsa, o da bunu fark edip kandırmaya devam etmesidir. 1964’te “Sıkı Dur Geliyorum” diye bir Türk filmi çıkmıştı. Araba tamircisi rolünde Cüneyt Arkın oynuyordu. Arkın, tamire gelen lüks arabaları kaçırıp, binbir türlü hilekârlıkla milyoner kadınları ağına düşürüp soyuyor soğana çeviriyordu... Bir gün talihinin kurbanı oldu. İmkânsız aşka dair şöyle bir replik vardı: “Canımın içi böyle şeyler sadece romanlarda olur!” 

Devlet plânında ayıdan post, Rus’tan dost olmaz. Zaten, kitap insanın en iyi arkadaşıdır. Denize düşen yılana sarılırdı, biz ne yılana ne de ayıya sarılalım... 


Baran Dergisi 687.Sayı