Bir Müslüman’ın dünyada yalnız rahatı araması doğru bir hayat tarzı değildir. Zira Müslüman’ın asıl rahat edeceği yer bu dünya değil, öbür dünyadır, ebedî yurt ahiret yurdudur. Şu hadis biliniyor ama biz yine de hatırlatalım: “La rahate fid-dünya- Dünyada (Müslümana) rahat yoktur.” Hatta başka bir hadiste, dünyanın kâfirler için, ahiretteki azaplarına nisbetle, cennet olduğu ifade edilir.
Dünyayı ebedî âlem gibi algılayıp bütün hesaplarını dünyaya bağlamak, dünya bâkidir mânâsına gelir ki, ne biz, ne de dünya bâki değildir. Bunu da herkes kabul eder. Fakat maalesef günümüzde rahatına düşkün Müslüman tipi, gerçek mü’min tanımıyla bağdaşmıyor. Bilhassa Ak Parti döneminde rahatına düşkünlükte artış olduğunu ve bunun da İslâm düşmanlarına birçok manevra ve fırsat verdiğini belirtelim. En son Fetö ihaneti de, “çocuklarımızın başına bir şey gelmez, rahat ederler” anlayışıyla onların okullarını desteklemenin bir neticesi değil midir? Hakkı ve hakikati göz ardı etmek ve sadece rahatımızı düşünmenin (buna bencillik de diyebiliriz) neticesi, rahatsızlık ve fenalık olarak 15 Temmuz’da bize geri dönmüştür. Yaptığımız hatanın ve bile bile aldanmanın vicdan azabı da cabası olarak.
Aslında dünyada mutlak rahatı bulacağını sanan ve rahatı idealleştiren rahat edemez, huzur bulamaz. Çünkü bu anlayış hayatın hakikatine zıttır, insanın yaratılışına ve macerasına da zıttır. Çünkü hayat, kimse için dümdüz değildir. İnişler, çıkışlar, sıkıntılar ve dertler vardır. Beklenmedik kazalar, hastalıklar ve ölümler söz konusudur. Allah yolunda dertten (cihad vs.) kaçanlar ise, dünya yolunda nefsin binbir derdiyle boğuşmak zorunda kalırlar. “Allah’tan korkmayanı, Allah her şeyden korkutur” ölçüsünde olduğu üzere, kul artık her şeye şüphe ve korku içinde bakar. Öyle ki, evladından korkar, ticaret yapsa ortağından korkar, devamlı rızık endişesi taşır, hastalıktan korkar, komşusundan korkar vs. Bunları artırmak mümkün. Çünkü kalbi bir kere Allah korkusundan boşalınca, yasadışı hayat anlamını yitirmeye başlar. Ahiret inancı da olmayınca veya zayıflayınca insanın büyük meselesi olan ölümden de korkar hâle gelir. Bu korku Müslümanım diyende de var, çünkü birçoğu marka Müslüman’ı olmuş, rahata endeksli bir hayata alışmıştır. Ölüm yaklaşınca bütün keyif bitecek veya nasıl hesap vereceğim korkusu yakayı sarmıştır. Artık Allah’a kavuşma-visal olan ölümden nefret edilir hâl almıştır. Öyle ki, şehidlikten bahsedilmesini bile duymak istemez hâle gelinmiştir. Böyle Müslümanlar biliyoruz. Şehidlik nimetini külfet olarak görmek ve hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılmak Müslüman’a yakışmaz. Dengeyi belirten ölçü şu Hadiste görülür: “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışın.”
Her ne kadar zahirinde kalıp derinine giremesek dahî S. Mirzabeyoğlu’nun Kayan Yıldız Sırrı eserindeki şu dizelerine de yer vermek istiyoruz:
“Bu mahmurluk sırtımda kaplumbağa kabuğu
Rahatı rahatsızlık şu dünyanın seyrinde
Ah geçmiş ne gelecek şimdiyse uçan buğu
Yollar ki bir birine kavuşmanın derdinde”
Sadece rahatı arayanlar gerçek rahatı bulamazlar. İlâhî huzur, vecd ve sükûnet hâlinden (iç huzur) uzak kalırlar. Zira dünyanın ve nefsinin envai çeşit endişeleri arasında oradan oraya savrulurlar, âdeta dolap beygiri gibi dolanıp dururlar. Hâlbuki gerçek mutluluğu bulanlar, kader sırrına erenlerdir. Bir ölçüyü hatırlatalım: “Kader sırrına erenler rahattadır.” Bu şu demek; dünyada başına ne gelirse gelsin Allah’tan bilmek ve Hak yolda yürümekten hiçbir an geri kalmamak. Başına gelenleri de imtihan ve sabır olarak görmek. Zaten Müslüman hayatını bir gayeye (ahirete) göre değerlendirdiği ve canı da malı da emanet gördüğü için bunların kaybından da fazla üzüntüye kapılmaz. Artışından fazla sevinmez, eksilmesinden fazla üzülmez. Kader sırrı bu. Dünyanın karakteri, artma ve eksilmeye, sevinç ve tasaya uygun olduğu için kader sırrı hayatın realitesine daha uygundur. Ve bunu anlayan idrak sahipleri de dünyada rahata ererler, rahatsızlıkları rahat bildikleri için. Bu mevzuda dışımızdan biri olan Epiktetos’un, “İçsel Huzur İyi Yaşamın Kapısını Açar” isimli hoş bir kitapçığını da hatırlatalım.
Demek ki iş bir algılama, bir ideoloji ve bunu hayat tarzına çevirme işidir. Ondan sonra her şey daha kolaylaşır. “Görelim Mevlam neyler / Neylerse güzel eyler” anlayışına erilir. Müslümanın hayatı sanatkârane ve kahramanca olur. Çünkü bela ve musibetleriyle, sevinç ve coşkularıyla her şeyi kıvamında karşılar. Ne çok sevinir, ne çok yerinir. Yüzü gülerken dudak kıvrımlarında dünyanın hüznünü taşır ve her dâim tebessüm eder. Çünkü dünyaya tepeden bakış hâkimdir. Geldiği âleme hasreti yüreğinde taşır ve her akıllı insan gibi bilir ki gideceğimiz yer orasıdır. Onun için yalan tesellilere (içki, uyuşturucu, kumar, dedikodu, gıybet, atalet vs.) aldanmaz, onları küçük ve süflî görür. Gözü ulvîde olanın süflîde veya sefahatte bir şey araması düşünülemez. Zaten sefahatte kim ne buldu ki, nefsinin açlığını artırmaktan başka, nefsini ve ömrünü boşuna tüketmekten başka? Sefahat demişken, bunun daha kötüsü sahte İslâmcılık ve nefsine göre fetva alıp yaşama ikiyüzlülüğünden de bahsedelim. Lafta Müslüman ama rahatının bozulmasını hiç istemez, dini de egosunun aracı yapar. Doğru Yol / Kurtuluş Yolu derdi taşımaz. Bu da bir sefillik çeşididir ve yerine göre içkiden, kumardan daha tehlikelidir. Çünkü imana taalluk eden bir yönü vardır. “İmansız İslâmcılık” tehlikesine kapı açar. Rahatına geldiği gibi şeriatın emirlerini eğip büker, türlü sapkın anlayışlara meyleder.
Rahatına düşkünlüğe bir başka misali samimî fakat hâl olarak gayesinden uzaklaşmış tarikatlerden vermek istiyorum. Öncelikle şunu belirtelim ki, hakikî şeyh-mürid ilişkisi erdiricidir. Bunun tarihte birçok örneği olduğu gibi çağımızda da muhakkak örneği vardır. Çarpıcı ve orijinal bir misal olarak Esseyyid Abdülhakîm Arvasî ile Necip Fazıl’ın arasındaki ilişkiyi verebiliriz. Tasavvuftan maksat nefs tezkiyesi ve Allah’a ermek olmasına rağmen günümüzde birçok tarikata nefsî rahata ermek şeyh, tesbih ve cemaat havasıyla manevî tatmine kavuşmak için giriliyor. Burada tekâmül yok, donuklaşma ve rahatlama var. Hâlbuki tasavvuf “kal” değil “hâl” iken, rahat değil çile iken. Ve ondan sonra cemaatinin nüfuzuyla tatmin ve kalabalığıyla övünme-gururlanma başlıyor. Ve söz konusu tarikatlerde kalabalığın verdiği ticarî bir nüfuz doğuyor, şirketleşmeye ve holdingleşmeye gidiyorlar. Ve şeyhlik de (bu nüfuz ve ekonomik alanı korumak için) babadan oğula geçiyor. Hepsi sakat ilişkiler ve bunu ne müridi ne şeyhi sorgulamıyor. En başta bütün bunlar ahlâkî değil; ama herkesin rahatına geliyor. Bazı tarikatlerin Fetö’ye düne kadar “hocaefendi” dediğini ve hâlen Selefîlik çizgisiyle hoş geçinenler olduğunu biliyoruz. Sahte tarikatlerden bahsetmiyorum; samimî olanlardaki bu hâl neyin nesi diyorum. Gerçek tarikat değil, tarikat taklidi veya mürid taklidi oluyor. Tasavvufa ve gerçek tarikatlere duyduğumuz saygıdan bunları söylüyorum. Tasavvufun yüce katlarının, nefsinde kemal dikizlemelere alet edilmemesi açısından yani işi ayağa düşürmemek bakımından. Edeb ölçülerine sahip çıkmak her Müslümanın vazifesidir, duruşudur.
Çile, İslâmî yolda bilinçlenme ve aksiyon demek olan “hâl” ifadesinin, çağımızın zihnî karmaşasına karşı (ki kalbler de bundan etkileniyor), Doğru Yol-Kurtuluş Yolu’nu parıldatan “İslâm’a muhatap anlayış” davası ile olacağı açıktır. Bu yol müridlik değil, müridliğin müridi mânâsındadır! Daha ilerisini de konuşmaya gerek yoktur. Esseyyid Abdülhakîm Arvasî’nin neden az müridi olduğunu da bu açıdan düşünmek lâzım.  
Günümüzde rahat felsefesi, Modernizm-Kapitalizmin empoze ettiği bireysellik ve çıkarcılıkla beraber yürütülüyor. Herke, tüketim toplumunun bir ferdi olmaya yönlendirilir, ihtiraslar teşvik edilirken, doyumsuzluk ve mutsuzluk had safhada. Açgözlülük, kıskançlık, tamahkârlık, tüketmeye para yetiştirememe gibi sorunlar ve huzursuzluklar artmaktadır. Üstelik kapitalizmin doğası olan gelir dağılımındaki aşırı farklılıklardan dolayı mutlu azınlık (ruhî mânâda ne kadar mutlu ayrı bir konu) doğarken, çoğunluk ise birbiriyle didişmekte, geçim ve bütçesini denk getirme ile uğraşmaktadır. Ömrünü âdeta boğazına köleliğe adamaktadır. Bu insanın fıtratına da uygun değildir. Fakat ekonomik düzen bu çarka iterken, bu materyalist anlayışı da yerleştirmektedir. Yaşanmaya değer hayatı aramak yerine bu kısır döngüye kitleler mahkûm edilirken, güdücüler de bu bozukluğu düzelteceğine bundan nemalanmaya bakmaktadır. Yani bozukluk tepededir. Aşağıyı suçlamak çözüm değildir. İnsanları boğaz tokluğuna köleliğe razı eden ve devamlı arzu ve istekleri teşvik eden bir rejim var.
İnsan, fıtratına uygun bir hayat tarzı neticesinde çile de çekebilir ve bundan mutlu da olur. Nasıl ki vatanı için, davası için savaşan insanların duyduğu hazda olduğu gibi. Öyle ki böyleleri öldüğü veya şehid düştüğü zaman aileleri onunla gurur duyabilmekte ve gözyaşlarının altında bu onur onların acısını hafifletmektedir. Fakat bir gaye, bir ideal uğrunda olmayan yani süflî yollarda başına bir şey gelen ise hepten yıkılıp gitmektedir. Hırs ve nefsaniyet kavgaları, içkiden doğan facialar, çetecilik ve türlü âdi suçlarda olduğu gibi. Şunu demek istiyoruz ki, Hak yolda çile ve ıstırab insanın fıtratına uygun olandır ve acılar insanı olgunlaştırır.
Sadece rahatını düşünmek felsefesi insanı tehlikelerden mâsun (korunmuş) kılmaz. Çünkü hakkını (ister nefsinin olsun, ister Allah’ın ve cemiyetin olsun) aramayan daha büyük haksızlıklara ve zillete dûçar olur. “Aman rahatım bozulmasın” diyen ve pasif kalan, her türlü çirkefe ve dolayısıyla rahatsızlığa razı olmak zorunda kalır. Çünkü zalimler en başta onun yolunu keserler, savunmasız olduğu için.
Çocuklarını yetiştirirken anne babalar, “iyi bir eğitim alsın, iyi bir mesleği olsun” diyorlar; fakat “iyi bir eğitim alsın, iyi bir insan olsun” demiyorlar. İstisnalar var tabiî, fakat geneli maalesef böyle. Çocuklar hocalarından da eğitimin amacı ve iyi insan olma ile ilgili bir şey alamıyorlar, çünkü onlarda da yok. Maalesef bu durum hocası ve talebesi ile birlikte çoğu İmam-Hatip’te de mevcut, hem de fazlasıyla. Çocuklar İmam-Hatip’ten nefret eder hâle gelmiş. Çünkü hocalar derslerini severek vermiyorlar, verenler ise azınlıkta. Çünkü her şey paraya bağlı. İlim-irfan için çalışan (bu bir idealdir) yok. İlim yapanlar da bunu para için yapıyorlar yahut etiket ve unvan için yapıyorlar. Bu da maddiyat demek. Aşksız, imansız, idealsiz ve kuru akılcı ilahiyat hocaları buna misal. Kızlar bile okulu bir dayanak olarak görüyorlar, kocasına dayanmak yerine diplomasına dayanmak için okuyorlar. Artık annelik ve ev kadınlığı bırakıldı. Anneler tarafından kızlarına annelik değil, meslek sahibi olmak öğütlenir oldu. Meslek sahibi olmak, para mânâsına geliyor. İnsanlar para uğruna yıprandı. Kendileri evli olan anne babalar bile kızlarına, mesleği olsun kocasının kahrını çekmesin, diyor; hâlbuki evlilik en basit mânâsıyla birbirinin kahrını çekmek iken. Bu kadar bencillik, tenakuz ve rahata (paraya) düşkünlük insanı rahatsız ediyor. Mecazî bir deyimle söylersek, böyleleri “beş para etmezler.” Çünkü hiçbir değer ihtiva etmiyorlar.
Burada şunu da eklemek zorundayız. Ekonomik şartlar insanı bazı şeylere zorluyor. Geçim derdi ve pahalılık mevzu önemli. Onun için karı-koca çalışıyorlar. Ev kirası neredeyse birinin maaşını götürüyor. Bunun yanında insanlar lükse meraklılar. Bir de sosyal çevrenin baskısı var, onun evinde şu eşya var, benim evimde niye yok, diye. Fakat geçim derdi olan da olmayan da maddeci anlayışa teslim olmuş, madde peşinde bir hayat koşturmacasının kurbanı olunmuş, Dar gelirliler bir yanda, öbür yanda bir bolluk ve israf var. Meselenin aslı ahlâk mevzuuna geliyor ve zenginler gerçekten zekâtını verse yoksul Müslüman olmazdı hâkikatine çatıyoruz. Gençleri istikbal kaygısına mahkûm eden sistemi eleştirmeliyiz en başta. Çünkü onlara böyle bir ortam bırakıldı.
Çoğumuz Fetöcüleri görünce ihaneti anladık, “namazında temiz insanlar” saflığından kurtulduk. Ancak, ortalıkta müptezel miktardaki bu gençler neyin nesi, bunları kim yetiştirdi. Hepsi birbirinin kopyası, bilgisayar internet düşkünü, aşk ve ideal yoksunu, varlık içinde sürekli aç, şahsiyet sahibi olamayan ve hepsi birbirinin kopyası bencil bir nesilden bahsediyorum. Aslında 12 Eylül’ün gençleri siyasetten ve toplumdan soğutma çabalarının neticesi ve Ak Parti döneminde zirve yapan bir nesil söz konusu. Ülkenin bağımsızlığı, Batı ile savaşımız ve en son Arakan’daki Müslümanların hâli bizi ne kadar yakından ilgilendiriyor? Bu soru hepimize. Ve ayrıca şu husus: Bu söz konusu gençliği yetiştiren anne babalar ne kadar suçlu? “Aman çocuğumuz rahat etsin. Bir şeye karışmasın. Bir meslek edinsin, para kazansın” anlayışı böyle bir nesil doğurdu. Tepedeki soyguncular ve koltuğuna yapışanların da bu husus işine geldi. Çünkü onlar için “nasıl bir nesil?” değil, “nasıl iktidar sürdürülür?” önemli idi. Ama sonuç ortada. Bundan ne iktidar partisi memnun (çünkü iktidarlarını iç ve dış düşmanlara karşı koruyacak bir gençlik yok), ne ana baba memnun, ne de gençler. Bu hayat tarzının son tahlilde kimseye mutluluk vermediği meydanda. Ruhsuz-imansız kadavraya dönmüş, kavruk ve fosilleşmeye yüz tutmuş bir nesil karşısında onları diriltecek ancak içten gelen fikir ve dinamizme sahip inkılap neslidir. Vakıa hâlinde örnekleriyle zuhur etmektedir. Zıddı olan neslin davet ettiği üzere, yeni nesil doğmaktadır.
Anne babalar da suçlu demiştik. Hem çocuğunun bir dava ve ideal sahibi olmasını ve gerektiğinde risk almasını istemiyorlar, ama içten içe de çocuğunun uyuşturucudan homoseksüelliğe kadar çeşitli tehlikelere düşmesinden korkuyorlar. Hak yolda başa gelecek bir beladan (aslında rahmettir bunu 15 Temmuz’da gördük) korkar ve bundan kaçarken, bu sefer nefsin ve bâtılın bin bir belâsı ile karşı karşıya kalınıyor. Rüzgârdan kaçarken fırtınaya yakalanmak gibi. Ayrıca bu yolda şehidlik de elde edilemez, pisi pisine yaşayıp öylece gitmek var. Allah bunu kimseye göstermesin. Velev ki sonu çile olsun hak ve fazilet yolundan ayrılmamak öğütlenecek yegâne yoldur. Acaba buna hangi anne baba itiraz eder, ama bu hâl niye?
Genelleme hatasına düşmemek için şu önemli noktaya da vurgu yapalım ki, insanların geneli maddî hayatına bakarlar. Fakat mühim olan güdücü konumunda olan entelektüel, öğretmen, yönetici, kanaat önderi, aktivist vs.nin aşk, ideal ve mukaddes sahibi olması ve topluma öncü olmasıdır. Fakat baş olması gerekenler baş vazifesini yapamadığı zaman (aslında günümüzdeki sorun budur), hayat boşluk kabul etmez gereği, ayaklar baş olmaya kalkar ki, ortalık kaos ve kakafoniden geçilmez. Görüntü biraz da budur. Fakat çokluk ve görüntüden ziyade, keyfiyete bakmalı. Ben yakinen inanıyorum ki, bu sancılı gidiş, ehliyet ve liyakate doğru evrilmekte, cemiyet hamurkârı çilekeş Necip Fazıl’ın, “ne sevgili, ne kardeş, yalnız iman ve fikir” deyişindeki güneşli günlere doğru gitmektedir. Tüm olumsuzluklar bunu ihtar ederken, oluş ve arayış sesleri daha yükselmekte. Menfîliklere takılıp kalan değil, müsbet şeyler peşinde koşanlardan olalım. Rahmetli bir baba tavsiyesi ile söylersek: Sen bildiğin doğrudan yürü, eğri belasını bulur.
 
Baran Dergisi 557. Sayı
14.09.2017