Cemil Meriç, doğuyla batı arasında köprü olan Fransız aydınlarına dikkat çeker ve Tagor, Romain Rolland, Tolstoy, Flaubert, Balzac, Saint-Simon, Rommohan Roy gibi yazarların varlığına işaret eder. Demek ki, “beşer zekâsının sekreteri” gibi bir unvana sahib olmak ilkin doğu ile batı arasında bir köprü olmayı gerektirir. Tam da bu noktada bizim de söyleyeceklerimiz var.

Her şeyden evvel, Hint kültür ve medeniyet dünyası, tek başına doğu dünyasını temsil etmiyor. Tam aksine, aslında batı dünyası Hint kültür ve medeniyeti ile bir ve bütünlük arz ediyor. İllaki bir doğu ve batı ayrımı yapılacaksa, doğuyu temsilen İslâm, batıyı temsilen de diğerleri şeklinde ayırmak gerekiyor. Bu ayrımı yaptıktan sonra, “beşer zekâsının sekreteri” olmak mevzuunu ele aldığımızda, hiç şüphesiz ki, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin misyonu daha bir gün yüzüne çıkıyor. Öyle ya; Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, “İslâm tasavvufu karşısında batı tefekkürünü hesaba çeken” bir “ruh ve fikir sistemi”dir. Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi gerek “cemiyet”, gerek “sistem” ve gerekse “dünya düzeni” çapında ruh ve nefs arasındaki mücadelenin bir yansıması olarak, “nefs muhasebesi” çerçevesinde, nefsin, ruhun önünde hesaba çekilmesi mânâsını da mündemiçtir. Bu tür bir hesablaşmanın, “küllî ruh”, diğer bir ifadeyle de “Mutlak Fikir”in tasarrufunda cereyan ettiğini söyleyelim ki, diğerlerinden bir farkımız olsun.

Hint kültür ve medeniyetinin bir ürünü olan Şakuntala isimli eser, batı dünyasını büyüleyen en önemli eserlerden biri olarak kabul edilir. Batılı yazarların bu esere hayran kaldıkları söylenir. Goethe de (1749-1832) bunlardan biridir: “İlkbaharın çiçeklerini, sonbaharın meyvelerini görmek ister misin? Yorgun musun, kendinden geçmeye mi ihtiyacın var. Sana tek kelimede hem göğü, hem de yeri sunuyorum: Şakuntala.”

Tek kelimede cem edilmiş yer ve gök: Şakuntala?.. Bu, ruh ve bedenin “küllî ruh”ta toplanmasını veya bunun gerekliliğine işaret eden bir mânâda olsa gerektir… “Bütün Fikrin Gerekliliği”ni ihtar eden durumlar. Lâkin, “Bütün Fikir” nerede? “Bütün Fikrin Gerekliliği” “Mutlak Fikrin Gerekliliği”ni davet eder. Öyleyse; “Mutlak Fikir”  nerede? “Mutlak Varlık”ın olmadığı yerde “Mutlak Fikir”den bahsedilemeyeceğine göre, “Mutlak Varlık” nerede?.. Hegel, “Mutlak Fikrin Gerekliliği”ni fark etmesine rağmen, “Mutlak Varlık” kabulüne yanaşmadan, yani “Mutlak Varlık olan Allah”a iman etmeden bizzat kendisi “Mutlak Fikir” kuruculuğuna tevessül etmiştir. Fikrinin tanrısını tarif etmeye kadar işi vardırmıştır. Vahim bir durum. Hâlbuki “Mutlak” olmayan “Mutlak Fikir” kurucusu olamaz. İBDA Mimarı’nın kurtarıcı ihtarı “Mutlak Fikrin Kurulamazlığı” esprisi anlaşılmazsa eğer, “kendi yonttuğuna kendin tapar” hâle gelirsin. Olmadı, bizzat kendin putlaşır, put olursun. Modern felsefe dünyasının içinde bulunduğu garabet bundan başkası değildir. Cahiliye Araplarının durumunu aratmayacak bir şekilde, acıkınca kendi putlarını yiyen sürüsüne bereket felsefî akım meydana getirilmiştir. “Birbirinin yanlışını çıkaran mektebler” olmaları hasebiyle de, acıkınca ortada olanı yemek kaçınılmaz oluyor.

Tekrardan, “beşer zekâsının sekreteri Kim?” mevzuuna geri dönecek olursak;
Bilindiği üzere, hâlihazırda modern felsefe tarihi içerisinde Fransa, “beşer zekâsının sekreteri” olarak kabul edilmektedir. Eyfel Kulesi, Paris, Fransa ve Horoz üzerinden Descartes ve “horoz borcu” mevzuuna daha yakından bakmak gerekiyor. Şöyle ki: İlkin eski Yunan’ın yeniden okunması neticesinde Aydınlanma hareketi ve onun doğurduğu Rönesans-Yeniden Doğuş hareketinin bir neticesi olarak ortaya çıkan Fransa (1789 Fransız İhtilâli) ve hassaten Descartes’ın Kartezyen felsefesi veya Düalizm ve bunun da devamı hâlinde Vesilecileri (Arnold Geulincx ve Nicolas Malebranche) anmak gerekiyor. Descartes’in derin etkisi İngiltere’den (Empirizm: John Locke, George Berkeley ve David Hume) Amerika’ya (Pragmatizm: William James, John Dewey ve Charles Peirce), Almanya’dan (Alman İdealizmi; Emanuel Kant: Fichte-Öznel İdealizm, Schelling-Nesnel İdealizm ve Hegel-Mutlak İdealizm) Rusya’ya (Marksizm ve Sosyalizm: Karl Marks ve Friederich Engels) kadar sirayet etmiştir. Bütün bir batı felsefesi, dolayısıyla da modern felsefe dünyasına yeni bir ruh ve anlayış üfleyen kişi olarak beliren Descartes’in kökeninde ise ilkin Sokrates, Eflâtun ve Aristo vardır.

Bugün gelinen noktada, yani içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda, “aklın hakkını vermek” mânâsını mündemiç “horoz borcu” mevzuu, İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu tarafından aklın “ruhî bir keyfiyet” olduğu noktasına kadar taşınmış ve gayesine erdirilmiştir. Kendisi, Üstad Necip Fazıl ile arasındaki fikrî münasebeti Sokrates ve Eflatun arasındaki fikrî münasebete benzeterek yeni bir paradigmanın temellerini attıktan hemen sonra, modern felsefenin istinad noktası (Descartes’ın ülkesi) Fransa üzerinden ve tam da onların anlayabileceği bir dilden, onların yerinden oynattıkları mücerred-müşahhas ilişkisini yerine oturtarak, yani onların plastisite anlayışlarına da uygun bir şekilde, “horoz” sembolünü “Horoz-Kabadayı” lakablı Hazret-i Halid bin Velid yoluyla kendisine mâl ederken, onların müşahhasını mücerred bir alana taşıyor, yani Fransız ilim adamı Kaptan Kusto’nun şahidliği üzerinden, “Dünya Çapında Bir Hadise: Kaptan Kusto Müslüman” mevzuunu “İstikbâl İslâmındır” müjdesi ile kemale erdiriyor. Büyük Doğu idealinin Başyücelik makamına tekabül eden bu paradigma ile birlikte, tam 2500 yıl önce Sokrat’ın “İlâhî Eflatun”a havale ettiği “horoz borcu”nu bizatihi olarak ödemiş olduğunu topyekûn dünyaya ilan etmiş oluyor.

Özetlersek; Sokrates, “beşer zekâsı” üzerinden, dolayısıyla da aklı önceleyerek Vahdaniyet düşüncesini idrak eden en önemli simalardandır. Bu düşüncenin sistematik bir şekilde meydan yerine taşınması Eflatun ile birlikte olmuştur. Eflatun’un “İdeler Âlemi” ve bu çerçevede örgüleştirdiği Devlet plan, program ve projesi, Sokrates’in miras bıraktığı horoz borcunun ödenmesi ile doğrudan ilişkilidir. Eflatun, “beşer zekâsı” veya insan aklını “küllî” olana en ziyade yaklaştıran fikir adamı olarak görülebilir.

Üstad Necip Fazıl’ın, Büyük Doğu ideali çerçevesinde spor hakkında söylediği, “Eski Yunan’da kafa ile denk giden beden hareketleri okullarda ihmal edilirse, sporun ruhu kaybedilmiş olur” sözünden mülhem, eski Yunan’da ruh ve beden (nefs) arasında nisbeten bir denge/harmoni sağlandığı söylenebilir. Bu durum, ruh ve bedenden müteşekkil insanın küllî ruha yaklaştırıldığının alametifarikası olarak değerlendirilebilir. Ama neylersin ki bu, o günkü şartlarda kemale erdirilememiş bir çabadır. İşte o gün bu gün topyekûn modern felsefe dünyası, “beşer zekâsı”na tekabül eden aklı kemale erdirme, diğer bir ifadeyle de aklı “küllî” olana bağlama çabası işi üzerinde olmuştur. Sokrates ve Eflatun sonrası süreçte eski Roma ve ardından Ortaçağ Hıristiyan Avrupası’nın gerçekleştirmek isteyip de gerçekleştiremediğini, daha sonraki süreçte eski Yunan’ı kendisine referans alan Rönesans hareketi müdavimleri tarafından gerçekleştirilmek istenmiştir. Bütün çaba, “beşerî olan”ın “ilâhî olan”a yaklaştırılması çabasıdır, dedik. Bu çaba, modern felsefe tarihinde “beşer zekâsının sekreteri” olarak tavsif edilen Fransa’nın bağrından fışkırmış ve bütün bir Avrupa dünyasının kafa yapısını yeniden inşa etmeyi etkileyen sürece tekabül eden bir çaba olarak da tarihe geçmiştir. Söz konusu süreci başlatan büyük kafa adamı Descartes ve onun örgüleştirdiği Düalizm veya Kartezyen Felsefesidir.

Felsefenin temel amacı “arkhe nedir?” veya “varlık nedir?” sorusuna esaslı bir cevab aramak ve bulmaktır. Demek ki, felsefenin temel meselesi ontoloji (varlık bilim) ve metafizik muhtevalı bir seyirdir, arayıştır. Bu seyir veya arayış, “Mutlak Fikrin Kurulamazlığı” üzerinden “Mutlak Fikrin Gerekliliği”ne kanaat getirildiği an, mutlu son hâsıl olacaktır. Aksi takdirde, İBDA Mimarı’nın yüksek ifadeleriyle, “mihraksız tümevarımın zafiyetiyle malûl” bir arayış devam edecektir ki, bu kısır döngü, sürdürülebilir değildir. Topyekûn düşünce dünyası, bir tercih yapma noktasında bulunmaktadır: Ya postacı güvercin olacak veyahut da içine alkol karıştırılmış içeceklerden içip havaya salınmış güvercinlerden bir güvercin! Diğer bir ifadeyle de, ya İBDA’nın eri olacak veyahut da bilerek veya bilmeyerek İBDA’nın hizmetçisi! Niçin mi? Çünkü “Hayatın ruh özüyle ilgili sabitlerinin “Mutlak” mânâsıyla gösterilemediği yerde, insanoğlunun başıboş arayışlarının bunu vaad etmediğini, bütün bir felsefe tarihi göstermiştir!”

Eski Yunan’da sistematik düşüncenin, dolayısıyla da “felsefe taşı’ denilen mefhumun üç cephesine tekabül eden üç kafa adamı var ve bunlar Sokrat, Eflatun ve Aristo’dur. Fikirde vahdaniyet düşüncesinin baş mimarı olarak kabul edilen Sokrat’ın ruhî cephesini idealarda arayan Eflatun’a karşın Aristo, aynı düşüncenin maddî cephesini eşya ve hadiselerde aramaktadır. Merkezinde Sokrat’ın “Kendini bil!” düsturunun olduğu bir düşünce yumağının tümdengelim ve tümevarım kanatlarını temsil eden Eflatun ve Aristo!

Düşünce tarihinde “esrarlı taş” mahiyetinde ve sırrî muhtevası henüz çözülememiş olan “Felsefe taşı” bugün bizce, Esseyyid Abdülhâkîm Arvasî Hazretleri’nin üç kaşlı mühründe anlam kazanmaktadır. Mührün mahiyeti hakkında bilgi edinmek isteyenler, İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Baran Dergisi’nde tefrika edilen “Ölüm Odası B-Yedi” isimli eserine müracaat edebilirler.

“Hayatın, ruh özüyle ilgili taşı, sabitleri” mânâsına Felsefe Taşı, “terazi ipleri kendinde toplanan halka” mânâsı üzerinden Adlî Tıbb’a çıkan bir mânâyı da mündemiçtir. Ben bu mânânın en önemli kavramının “horoz” olduğu kanaatindeyim. Eski Yunan’da Sokrat’ın Eflatun’dan yerine getirilmesini istediği “adak horoz”dan kasdın da aslında “terazi ipleri kendinde toplanan halka” mânâsı ile doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bugün bunun “İstikbâl İslâmındır” mânâsı üzerinden Büyük Doğu-İBDA’da düğümlendiği bu yazı dizisinin en temel iddiasıdır. Bütün bir düşünce tarihini öncesi ve sonrasıyla kendinde toplayan bir mahiyette ve muhtevasında “Adlî Tıbb” üst başlığı altında “nefs muhasebesi” veya “nefs terbiyesi”, “ruh ve bedenin dengeli bir şekilde eğitilmesi veya geliştirilmesi” mânâsına “beden terbiyesi”, murada uygun olarak örgüleştirilen “belirli bir dünya görüşü” mânâsına “zıddını dışarda bırakmanın üstün diyalektiği” olarak temayüz eden Büyük Doğu-İBDA, “İstikbal İslâmındır” mânâsının “üstün idrak” ifadesine tekabül eden “İslâm, zıt kutuplararası müvazenenin üstün nizamıdır” ölçüsü ve haddı zatında kurtuluş adresi olarak bizzat İslâm’ın gösterilmesi, “suret mânânın aynıdır” esprisine uygun olarak, istikbâlin mânâsının Kim’de tecelli ettiğini gösteren “horoz nesebi” ve daha neler ve neler, hemen her şey aslına irca edilmiş olarak Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminde yerini, değerini ve izahını bulmuştur.

Baran Dergisi 567. Sayı