Ara Değerlendirme
Hatırlarsanız, yazı dizimizin ilk bölümünü şu sözle bitirmiştik:
“Dünyayı fethe yeter bir söz: Horoz!”
Daha sonraki bölümlerin muhtevasından ise şu şekil bir şiir süzmüştük:
“Her horoz kendi çöplüğünde öter / Arş horozu ise şafak vaktinde…”
Yukarıdaki şiir, “Her horoz kendi çöplüğünde öter / Denizli horozu ise her yerde” şeklinde yazılsaydı yine aynı kapıya çıkardı… Deniz, derya, bilmek; ufuk, umman, sonsuzluk; gemi, yüzücü, dalgıç; ilim, irfan, idrak; ruh, fikir, anlayış; şuur, şiir, şeriat!
Yazı dizimiz baştan sona horoz metaforu / mecazı üzerine kurgulanmıştır. Temel ölçü: “Mecaz hakikate köprüdür.” “Teşbihte hata olmaz” sözü ise acil sığınağımız.
Horoz mecazına yüklediğimiz en belirgin mânâlar ise şunlar: Haberci, uyarıcı, kurtarıcı, mütefekkir, iktidar, hükümdar, denge, muvazene, tenasüp, uyum, adalet, devlet, sistem ve anlayış, ruh ve fikir, duygu, düşünce ve irade, dünya görüşü, ruh ve anlayış, kurtuluş reçetesi, muktedirlik makamı, küllî ruh, halife ve hilafet vs.
Yazı dizimizin üst başlığı “Ramazan Müjdesi” –Horoz Borcu ve Miras Sahibi Kim?- şeklinde belirlenmişti, fakat sunum “Ramazan Müjdesi” Horoz Borcu şeklinde oldu. Okuyucu mevzuun neresinde bilmiyorum. Ama muhtevası düşündüğüm gibi neticelenirse dikkate değer bir yazı ortaya çıkacağını ümid ediyorum.
Yazının muhtevası tahmin ettiğimden çok fazla genişledi. Yazının tamamı 10 bölüm olarak hesap edilmişti, fakat kurgulanan bölümlere henüz giriş dahi yapılamadı. Yazının muhtevasını bu denli uzatan ise “Arş horozu” oldu. Doğrusunu söylemek gerekirse, iyi de oldu. Bu durumdan ben değil şikâyetçi olmak, bilakis, böyle velud bir mevzu üzerinde olduğumdan dolayı -tedirgin olmakla birlikte- çok memnunum. “Sezerek bulmak ve düşünerek yapmak” terkibini hatırlatan durumlarla karşılaşmanın ötesinde, “aradıkça bulmak ve buldukça aramak”, dahası, “aramak bulmanın aynıdır” hissini iş üzerindeyken en derinden hissederek yakalamak-yaşamak, ziyadesiyle memnun edici bir durum olsa gerektir. Bu zevki yaşadığımı/tattığımı düşünüyorum.
Birinci bölümde yazı üst başlığımız hakkında ikaz mahiyetinde bir yorum yapmıştık ki, özetle şu:
“Ramazan Müjdesi” ibaresi Baran Dergisi’nin 546. sayısında yayımlanan İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun her bir cümlesi atom bombası keyfiyetini haiz “Ölüm Odası B-Yedi”nin muhtevasına işaret etmektedir. “Hayat Odası” diyebileceğimiz “Ölüm Odası”ndaki sözkonusu bölümün muhtevası, gerek bu yazı dizisi ve gerekse topyekûn yazılarımızın muhtevasını kendinde toplayan “halka” keyfiyetini haizdir. En azından ben böyle olduğunu düşünüyorum… “Horoz Borcu ve Miras Sahibi Kim?” ibaresi ise, ilkin Sokrat’ın Eflatun’dan beklentilerine bir işaret olmakla birlikte, aslında “fikirde aslan payı”nın Müslümanlara ait olduğunu göstermektedir ve haddi zatında sahici fikirde miras sahibinin Kim olduğuna bir istifham ile vurgu yapılmıştır. Kim, “Ben Kimim?” diyen horoz nesebi!
“Horoz nesebi”nden kasdımız, hiç şüphesiz ki, “Horoz-Kabadayı” lakablı Halid bin Velid Hazretleri’nin nesebinden olan İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun bizatihi kendisidir. Bunu, Sevilay Şadoğlu’nın gördüğü bir rüyâ hâlinde, “Salih Mirzabeyoğlu Hükümdardır!” mânâsı üzerinden, “Husrev: Hükümdar, şâh: 866: Hurus: Horoz” terkibine bağladık ki, bu; “horoz borcu”nun ödenmesine taalluk eden “İstikbâl İslâmındır” mânâsı ile doğrudan ilişkilidir. Bu aynı zamanda, “Arş horozu” çerçevesinde “baba horoz” mânâsını da mündemiçtir. Üstad Necip Fazıl, “ben bunun için yaratılmışım” dediği ve “şah eser” olarak örgüleştirdiği dünya görüşünü, yani Büyük Doğu idealinin devlet plan, program ve projesi halinde İdeolocya Örgüsü’nü taklid edenleri, “baba horoz taklidi yapan piliçler” şeklinde hakikat darağacında idama mahkûm ederken, aslında kendisinin de bir “baba horoz” olduğunu ilan ediyordu. İBDA’nın “yürüyen Büyük Doğu” olduğunu bilenler, zamanımızda “baba horoz”un Kim olduğunu da bilirler! İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti isimli eseri hatırda!
Hadîs meâli “Horoza sövmeyiniz. Çünkü o namaz için uyandırır.”
Hadîs meâli: “Kureyşe sövmeyiniz. Çünkü onun âlimi, yeryüzünü ilimle doldurur.”
Hadîs meâli: “İmamlar Kureyş’tendir.”
İmam: Öne geçmek. Delil ve rehber. Hâkim, reis. Devlet reisi: 82.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 59+ 691+ 332= 1082.
Not: İBDA Mimarı, başta merkezinde peşin ve pazarlıksız Allah ve Resûlü diyen samimi Müslüman ve fikre muhatap insanlar olmak üzere, yine merkezinde Anadolu’nun has ve hususî kahramanlarından Türk, Kürt ve Kureyşî (Arab) olmak üzere, -ki, bu üç ırkın ortak değerleri bir ve aynı, diğer bir ifadeyle de Ehl-i Sünnet itikadına sahib olmakla birlikte, ebced değerleri de bir ve aynıdır (620)-, bütün bir insanlığın şuur seviyesini sıçratmanın işi üzerindedir. “Hidayete vesile olmak” esprisini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
İBDA Diyalektiği’nin en temel terkibi hükümleri arasında, “sûretler olmadan mânâlar ebediyen tecelliye gelmezler”, “mânâlar, ona uygun sûrette tecelli ederler” ve “suret, mânânın aynıdır” terkibleri yer alır ve bunlar, külliyatta sıkça tekrar edilir. Bu terkiblerin Vahdet-i Vücud (Muhiddin-i Arabî) ve Vahdet-i Şuhud (İmam-ı Rabbanî)’dan mülhem fikirler veya terkibler olduğunu biliyoruz. “Her şey O’dur” sözünün ileriki aşamasında yer alan ve onun bir nevi tashihi mahiyetinde “her şey O değil, O’ndandır; bu mânâda O’dur” terkibi hükümleri hatırda!.. Demek isterim ki, bu yazı dizisinin muhtevası içerisinde yer alan horoz, dolayısıyla da “Arş horozu” metaforu her şeyden evvel “baba horoz” esprisine denk gelir. Üstad Necip Fazıl’ın “baba horoz” esprisi bir “mânâ” olarak İdeolocya Örgüsü’nün “mücerred idrak zemini” olan Büyük Doğu idealine, -ki bu, bizzat “Abdülhakîm Koltuğu”na da işaret eder-, “mânâya uygun sûret” olarak da Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun örgüleştirdiği İBDA fikriyatına denk geliyor. 1982 yılından bu yana, “Abdülhakîm Koltuğu”ndaki deliği doldurmaya çalışan, bu yol ve uğurda dur-durak bilmeyen, dolayısıyla da bayrağı yükseğe, en yükseğe taşıyan İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Horoz-Kabadayı” lakablı Halid bin Velid’in nesebinden olması ise, “sûret mânânın aynıdır” esprisine denk gelir, dersek yanılmış olmayız.
Kelime kök bilgisi/etimoloji çerçevesinde gördük ki horoz, aydınlık ve karanlıktan haberli olarak, karanlıktan aydınlığı haber veren bir keyfiyeti haizdir. “Berzah” keyfiyetini de kendi bünyesinde yaşatandır! Yine etimoloji çerçevesinde gördük ki, horoz, her şeyden evvel “tebliğ ve davet” üzere olmanın remzidir. Özelikle de “Arş horozu”nun gece boyunca ta ki şafak vaktine kadar üç kere vazifelendirilmiş olması hem ilginç, ilginç olduğu kadar da kıyametle ilgilidir! Bu da bize gösteriyor ki horoz, mânâda, “zamanın hükmü ve mânâsı” ile doğrudan ilişkilidir. “Arş horozu”, bütün zaman dilimlerinde geçerli bir misyonun sahibi olarak, “Baba horoz” ile “Baba horoz taklidi yapanlar”ı, diğer bir ifadeyle de “sabah namazına uyandıran horoz” ile “ikindiden sonra öten horozlar”ı da birbirinden ayırıcı bir mânâyı mündemiçtir.
Yazı dizimizin ana teması, düşünce tarihi perspektifinden bir felsefe tarihi muhasebesi yapmak şeklinde özetlenebilir. “Kendinden zuhur diyalektiği” çerçevesinde, kendine münhasır ve kendinden menkul bir deneme de denilebilir!
Bu yazı nasıl doğdu ve yazının ana teması ve kapsamı hakkında neler söylenebilir?
Malum olduğu üzere, İBDA Mimarı çok uzun bir zamandan beri Baran Dergisi’nde tefrika edilen “Ölüm Odası B-Yedi” isimli eserinde, “Ebu Süleyman: Horoz: 200” terkibi üzerinden “Horoz-Kabadayı” lakablı Halid bin Velid Hazretlerini sıkça mevzu ediyor ve kendisinin de Halid bin Velid Hazretleri’nin nesebinden olduğuna yine sıkça vurgu yapıyordu; halen de yapmaya devam ediyor. Bu yönüyle horoz, oldukça dikkat çeken bir mecaz veya metafor olarak bende bir problem hâlini aldı. Daha sonra, Sokrates’ın ölüm döşeğindeyken söylediği, “Asklepios’a bir horoz borcumuz var, onu ödeyin, mutlaka ödeyin!” sözüyle karşılaştım ki, bu söz beni horoz metaforu üzerinde daha fazla düşünmeye sevk etti. Sokrates ile Eflatun arasındaki fikrî münasebetin Büyük Doğu ve İBDA Mimarları arasındaki fikrî münasebete benzerliği başta olmak üzere, Sokrates’in bu sözünün 2500 yıldır kritik edildiğini öğrendikten sonra merakım daha da arttı. Asklepios’un eski Yunan mitolojisinde sağlık ve hekimlik tanrısı olduğunu öğrenince ve bunun da “adlî tıbb” ile ilişkisini fark edince bende yazı yazma kararı daha bir netlik kazandı. Hele hele, “adlî tıbb”ın adalet, adalet sembolünün ise “terazi” ile olan ilişkisi üzerinde yoğunlaşmam ve bunun da “Terazi ipleri kendinde toplanan halka” mânâsıyla olan ilişkisi bu mevzuda yazı yazma hissimi daha da perçinledi. Terazi iplerinin toplandığı halkaya istinad noktası teşkil eden ana gövdeye bizzat “horoz” denmesi ise şevkimi büsbütün arttırdı. Bende biriken duygu ve düşünceyi yazı formunda patlatan esas saik ise, İBDA Mimarı’nın Baran Dergisi’nde tefrika edilen “Ölüm Odası B-Yedi”nin 371. bölümü, “Ramazan Müjdesi” üst başlığı altında yayımlanan yazıda geçen “Hayatın, ruh özüyle ilgili taşı, sabitleri” mânâsına “Felsefe Taşı” ve bir “Adlî Tıbb” mevzuu olarak, “terazi iplerini kendinde toplayan halka” ifadeleri olmuştur. Sunumu yapılan bu yazın dizisinin gün yüzüne çıkması macerası kısaca böyle.
Not: Büyük Doğu ve İBDA Mimarlarının bizzat kendilerini Sokrates ve Eflatun ile ilişkilendirmelerinin temelinde aslında, “beşerî olan”ın “İlâhî olan”a ram edilmesi vardır. Sokrates ve Eflatun sonrası bütün bir batı felsefesi tarihi/modern felsefe tarihi, bence Edmund Husserl’in Fenomenolojisindeki temel kavramlardan biri olan “paranteze alma” kavramıyla tez elden tanıştırılmalıdır; yani bütün bir modern felsefe tarihi paranteze alınmalıdır. Çünkü Büyük Doğu ve İBDA Mimarları tarafından fikir dünyasına teklif edilen mimarî plan, program ve proje, aslından Sokrates ve Eflatun tarafından yapılmak istenip de yapılamayan, daha sonra bu mevzuda bütün bir modern felsefe dünyasının da yapmaya çalışıp yine yapamadığını ortaya koyan bir duygu ve düşünce veya ruh ve fikir sistemidir. Yani, “beşerî olan”ı “ilâhî olan”dan hareketle tekrar “ilâhî olan”a bağlayıp birleştiren yegâne insanî sistemdir. Diğer bir ifadeyle de, “bağlı akılla” insanda mündemiç olan ruh ve beden keyfiyetini küllî ruhta birleştiren “benzersiz” bir ruh ve fikir sistemidir. Kısacası, Büyük Doğu ve İBDA Mimarlarının “bir ayniyetin iki kanadı” hâlinde örgüleştirdikleri ruh ve fikir sistemi, “beşerî akıl” ile varılabilecek beşerî (veya aklî) sistemlerin en mükemmelidir. Bundan dolayıdır ki, daha düne kadar, hak etmediği halde “beşer zekâsının sekreteri” unvanını elinde bulunduran Fransa’nın elinden bu unvan, İBDA Mimarı tarafından aslına irca ettirilmiş ve “Beşer zekâsının sekreteri İBDA” şeklinde gereği yapılmıştır.
Hadîs meâli: “İlim, dini ilimler ve tıbb ilmidir!”
Adlî Tıbb’ın adalet ve sağlık kanatları, insan sağlığının ruh ve beden sağlığının garantörü hâlinde “küllî ruh” ile olan ilgisi, Asklepios’un sağlık ve hekimlik tanrısı olması ve sembolünün ise horoz oluşu, yazı dizimizin çok önemli bir noktasını oluşturmaktadır. Bu arada, bütün bir felsefe tarihinin ruh ve beden (madde) arasındaki muvazenenin teminine dair olduğunu, yani insan iradesiyle “küllî ruh” veya “küllî irade”nin gerçekleştirilmesi çabasına dair olduğunu bilmek gerekiyor. “Mutlak Fikrin Gerekliliği”ni hissedip de “Mutlak Fikir” kuruculuğuna tevessül eden Hegel’in çabası hatırda! Böyle bir çabanın aklî bir çaba olması hasebiyle, “Mutlak Fikir Gerekli” temel kabulü olmadan gerçekleştirilmesi muhal bir çabadır. İBDA Mimarı’nın “mutlak fikrin kurulamazlığı” ve “mihraksız tümevarımın zafiyeti” şeklinde formüle etiği durum. Sokrates ile başlayan insan aklıyla “küllî” olana ulaşma çabası, “Vahdaniyet düşüncesi” istikametinde modern dünyanın tüm felsefî akımlarını derinden etkilemiştir. Sokrates’in Eflatun’a bıraktığı “horoz borcu”nun küllî olana duyulan ihtiyacın gerçekleştirilmesi olduğunu, bunun da bir nevi “felsefe taşı” ile ilişkilendirilmesi söz konusudur. “Beşer zekâsı” ile gerçekleştirilmek istenen “Vahdaniyet düşüncesi”nin “beşer zekâsı” ile gerçekleştirilemeyeceği ancak ve ancak, Immanuel Kant (1724-1804) tarafından temelleri atılan Alman İdealizminin “Mutlak İdealizm” kanadını temsil eden Friedrich Hegel (1770-1831) ile birlikte anlaşılabilmiştir. Sokrates ve Eflatun sonrası süreçte Hegel, “insan zekâsı” üzerinden duygu ve düşünce ekseninde nereye kadar varılabileceğini gösteren bir dehadır. Hegel tarafından insan zekâsının yükseltildiği bu olağanüstü durum, yani “Mutlak Fikir Gerekli” hakikatine kadar gelinmiş olması, aslında çok mühimdir. “Aklı akılla iptal eden” Fransız Henri Bergson’un (1859-1941) çabası üzerinden topyekûn modern felsefe dünyasının “Mutlak Fikrin Gerekliliği”ne ulaşamamış olması hakikaten büyük bir nasipsizliktir. Bu nasipsizliğin en büyük sebeblerinden birisinin, Karl Marks (1818-1883) ve Friedrich Engels’in (1816-1895) örgüleştirdiği Diyalektik Materyalizm olduğunu söyleyebiliriz. Bendeki kanaat o dur ki, eğer ki Diyalektik Materyalizm Avrupa’da hâkim olsaydı, “Mutlak Fikrin Gerekliliği”ne duyulan ihtiyaç daha derinden duyulabilirdi.
“Mutlak Fikrin Gerekliliği”ne en ziyade yaklaşan düşünür olarak Hegel, modern felsefe tarihinde son büyük sistem kurucu kabul edilir. Hegel’in yaptığı aslında Sokrates ve Eflatun ikilisinin yapmak istediğinin ta kendisiydi. Sokrates ve onun yürüyen hâli olan Eflatun’un kendi zamanlarında yapmak istediklerini yapamamaları, dönemin muktedirleri tarafından engellenmiş olmalarıyla da doğrudan alakalıdır. Nitekim “büyük kafa” Sokrates, dönemin muktedirleri tarafından baldıran zehriyle tanıştırılmıştır. Sokrates, sahib olduğu hakikate olan sadakatini bedenini feda ederek ödemiştir. Hakeza, Eflatun, hayata geçirmek istediği “ideal devlet projesi” uğruna İtalya’nın Sirakuza yollarında süründürülmüştür. Felsefe literatüründe, hedefine ulaşamamış olan filozoflara “Sirakuza yolunda kalmış adam” denilirmiş. Doğru söylemek gerekirse, Sokrates ve onun talebesi Eflatun ile dönemin muktedirleri arasında cereyan eden kavga, ruh ve nefs arasındaki kavgadan mülhem aslında bir tür “iktidarlık”, yani “horoz” kavgasıdır. Malum olduğu üzere, horozların kavgasında kaçmaktan ziyade ölene kadar dövüşmek vardır. Hâlihazırda “horoz dövüşü” tabirinin günü birlik iç siyasî çekişmeler üzerinden kullanılıyor olması, aslında büyük bir talihsizliktir. Horoz kavgası, “insanî” veya “ruhî” olan ile “nefsanî” olan arasında cereyan eden bir tür savaş veya kavgadır. Diğer bir ifadeyle de, “olan” ile “olması gereken” arasında süregelen kadim kavga! Hemen belirtmek gerekirse, fert planında ruh ve nefs arasında cereyan eden kadim kavga, cemiyette meydanında mümin ve kâfir arasındaki kavga ile eş anlamlıdır. “İlâhî olan” ile “beşerî olan” arasındaki kavganın ta kendisidir. Bu tür bir kavgada asıl olması gereken, nasıl ki nefs terbiyesi şeklinde formüle edilen nefsin ruh tarafından dizginlemesidir, aynı şekilde “beşerî olan”ın da “İlâhî olan”la dizginlenmesi asıl olması gerekendir. 
Büyük Doğu idealini “yürüyen Büyük Doğu” olarak temsil eden İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, Sokrates ile başlayıp Eflatun ile istikâmetlendirilen, sonrasında Descartes (Fransa) ile yeniden ihya edildikten hemen sonra Empirizm (İngiltere), Pragmatizm (Amerika), Mutlak idealizm (Almanya) ve en nihayet Marksizm (Rusya) ile devam eden “beşer zekâsı”nı ilâhî olanın emrine amade kılacak şekilde gayesine erdirmiştir. Aklın “ruhî bir keyfiyet” olduğunu sistem çapında ortaya koymuştur. İBDA fikriyatında, “beşer zekâsının sekreteri İBDA” ifadesine niçin yer verildiğini bir de bu açıdan değerlendirmek icab eder. 
Not: Fransızlar, modern felsefe tarihi içerisinde “beşer zekâsının sekreteri” olarak kabul edilir. Bunun esas sebebi ne olabilir diye düşündüğüm çok olmuştur. Doğru söylemek gerekirse, niçin Almanlar değil de, Fransızlar? sorusu bende bir ukdedir. Benim gözümde, “beşer zekâsının sekreteri” unvanı Fransızlardan daha çok Almanlara yakışıyordu. “Dünyada metafizik dehaya sahip iki milletten biri Almanlardır” sözü bir yana, ünlü düşünür Taine’nin şu sözü de beni doğrular niteliktedir: “Mübalağa etmeden diyebiliriz ki, insan zekâsı yalnız Ganj (Hint) ve Spree (Almanya) kıyılarında düşüncenin özüne inebilmiştir.” Bu arada şunu da söylemek gerekir ki, Hint kültür ve medeniyetini ilk keşfeden Cermenlerdir. Ancak Taine göre, “beşer zekâsının sekreteri” olan Fransızlar, Hint kültür ve medeniyetinden en çok etkilenen milletlerdendir. Burada bir çelişki aramak icab eder. Öyle ya; hem “beşer zekâsının sekreteri” olacaksınız ve hem de bir başka kültür ve medeniyetten en çok etkilenen olacaksınız. Hâlbuki sırf etkileyen olarak tarih sahnesinde yer almanız gerekirdi.
 
Baran Dergisi 565. Sayı