“Refugia” ülkesini daha önce hiç duydunuz mu? Muhtemelen duymamışsınızdır çünkü şimdilik böyle bir ülke yok. Refugia, yani “Mülteci Ülkesi”. Şimdilik tasarı hâlinde. Oxford Üniversitesi’nden iki akademisyenin düşünüp taşınıp bulduğu bu “parlak” fikir, mültecilerin varlıklarının siyasî olarak bu denli problemli hâle geldiği toplumlardan izole etmek suretiyle içinde yaşayıp çalışacakları özerk bölgeler kurulmasını öngörüyor. Bu bölgelerin konumu ve buralarda yaşayan insanların sayısı ise yerinden edilenlerin şu anda yüzde 85’inin yaşadığı küresel güneydeki ülkeler ile zengin ülkeler arasında bir pazarlığa ve müzakereye bağlı olacak.

Öneri, Oxford’dan iki akademisyenin, Avrupa’ya yakın, yüksek sayıda mülteci barındıran ülkelerde, mültecilerin Akdeniz’i aşıp gelmelerini engellemek için “Özel Ekonomik Bölgeler” kurulması önerisinin hemen ardından ortaya atıldı. Amsterdam’ın kısa bir süre önce göreve gelen belediye başkanı da benzer bir “Zatopia” ülkesi (mültecilerin kendi kaderlerini ellerine alıp kendi kendilerini yönetebilecekleri bir ütopya topluluğu) kurulması çağrısında bulundu.

Fikirlerini Uluslararası Zorunlu Göç Çalışmaları Derneği’nin geçtiğimiz Ağustos ayında Selanik’te gerçekleştirilen konferansında sunan Refugia yazarları, mültecilerin yaşayabileceği tamamen özerk bölgeler kurulmasını teklif eden diğer önerilerle aralarına mesafe koymak istiyorlar. Bunlar arasında, İtalya ile Tunus arasındaki sığ bir Tunus platosuna inşa edilecek suni bir ada üzerine kurulacak yeni bir şehir devleti olan “Afrika’daki Avrupa” ve mültecilerin var olan ama henüz belirlenmemiş bir adaya yerleştirilmesini içeren “Mülteci Ulusu” var.*

Beşeriyet Krizi
Biz, Batılıların henüz kendi en temel meselelerini bile çözüme kavuşturamamışken, uçaklardan bombalar yağdırmak suretiyle “demokrasi” kılıfı altında buhran ihraç etmelerine hayret ederken, bugün bir de baştan sona bizzat müsebbibi oldukları bir insanî krize, sanki hiç onlarla alâkası yokmuş gibi ürettikleri sivri zekâlı çözüm tekliflerine rastgelmekteyiz. Bugün, dünyada mülteciler dolayısıyla insanî kriz yaşandığı gibi, ondan da önemlisi buna sebeb olan daha büyük bir insanlık krizi yaşanıyor, kimsenin dikkat etmediği.

Demokrasi, liberalizm, iki kutuplu dünya, tek kutuplu dünya, muasır medeniyet seviyesi, ileri demokrasi, kalkınma, ilerleme, kapitalizm, teknolojide terakki derken, adeta kutsal addedilen bu fikirlerin aziz addedilen kahramanları tarafından dünya cennete değil de bir cehenneme çevrildi. İlk bakışta bu cehennemin yalnız üçüncü dünya ülkesi diye tabir edilen memleketleri kapsadığı zannediliyorsa da gerçek bundan çok daha korkunç. Maddî cihetinin ötesinde insanın bir de ruhî veçhesi olduğunun şuurunda olan mütefekkirlerin “kaçınılmaz” diye bahsettikleri büyük çöküş dönemine gelmiş bulunuyoruz. Batı aklı, kiliseden intikamını alırken haddi aşıp ferdî ruh umdesi ve buna bağlı içtimaî müesseseleri doğuran her tür mücerret fikri, peyderpey, Engizisyon Kilisesini utandıracak bir vahşetle katlettikten sonra, doğan boşluğu hayvanî insiyaklar ve maddî olan ile ikâme edebileceğini sandı. Şahitlik ettiğimiz, Batılıların yapmış olduğu hatanın bedelinin tüm dünya tarafından ödenmesi süreci. Bu bahsi müşahhaslaştıralım ki daha iyi bir şekilde anlaşılabilsin.

Vestfalya Düzeninin Sonu
İçinde bulunduğumuz siyasî ve ekonomik düzenin temel dayanak noktası, dinî ölçütlerin reddedildiği ve bunun yerine karşılıklı menfaatlerin kriter olarak benimsendiği Vestfalya Barış Anlaşmasına dayanmaktadır. Bu anlaşma neticesinde hâsıl olan siyasî prensibler, ekonomik münasebetlerin şekillenmesinde de başlıca amil olmuş ve çeşitli sarsıntılara rağmen bugünlere kadar yürürlükteki yerini korumuştur. Peki, bugün ne oldu da 1648 senesindeki bahsettiğimiz anlaşmaya dayanan bu düzen artık sürdürülemez raddeye geldi? Bu sorunun cevabı çok uzun olmasına rağmen özeti çok kısa; menfaatperestlik üzerine kurgulanan düzen artık karşılıklı menfaatleri karşılayamıyor. Bu kadar kısa geçmemek adına bahsi biraz açacak olursak:

İki veya daha çok kutuplu dünya düzeninde sermayenin ait olduğu ülkeye sadakati söz konusuydu. Liberal zihniyet dolayısıyla sermayenin urlaştırılmasında bu sebeble bir beis görülmüyor, bilhassa alınan varlık vergilerinden elde edilen gelir vasıtasıyla diğer sosyal sınıfların refah seviyesi yukarı taşındığı için teşvik ediliyordu. Özellikle İki kutuplu düzeninde tehdit olarak değerlendirilen Komünizm, sermayeleri siyasi otoriteyle yakın bir ittifaka iterken, iktidarlar ise sosyal devlet rolünü asla elden bırakmıyorlardı. Yani devletlerle sermaye arasında simbiyotik bir münasebet vardı. S.S.C.B’nin yıkılması ve Globalizmle beraber bu ilişki bozuldu. Menfaat üzerine temellendirilen düzende, servet sahibleri daha iyi fırsatları kollamaya başladı ve paranın siyasî sınırları ortadan kalktı. Sermaye hareket alanını genişlettikçe devletlerin onlar üzerindeki yaptırımları da gevşemeye başladı ve senelerce devletleri ve dolayısıyla diğer alt sınıfları sübvanse etme rolünü sermaye bırakırken, devlet eliyle alt sınıflardan toplanan vergilerle teşvik edilen sermaye dönemi açılmış oldu. Bir de buna 50-60 milyon civarındaki mülteciyi ve iktidarların meşruiyetlerini muhafaza edebilmek için sıkı sıkıya sarıldığı popülizmden doğacak Faşizm-Nazizm’i ilâve edin. Yarın mültecileri hedef alan bir tehcir yahut soykırım dalgası başlaması kimseyi şaşırtmayacaktır herhalde.

Merkezinde menfaatin olduğu, iktidarların ve devletin meşruiyetinin de menfaate dayandırıldığı bir düzende, halk kitlelerinin en geniş kesimini teşkil eden orta ve alt sınıfın menfaati aksine hareket edilirse ne olur? Tabiî ki meşruiyet ortadan kalkar ve anarşi başlar. Öyle de oldu. Bugün Fransa’da tutuşan kıvılcım, Batılı ülkelerin yeni bir düzen ve alternatif bir ekonomik sistem teklif edemiyor oluşları dolayısıyla yangına dönüşmeye ve bu köhne düzenin ipini yine kendi eliyle çekmeye muktedirdir. 

Globalizm dolayısıyla sınırların geçirgenliğinin arttığı bu dönemi kimi düşüncesizler “Tarihin Sonu” şeklinde değerlendirmişlerse de, atladıkları, her sonun aynı zamanda bir başlangıç olduğuydu. Evet, bildiğimiz tarihin, müesses nizamın, dünya düzeninin sonu geldi. Klişe olacak belki ama her son aynı zamanda tabiî olarak bir başlangıçtır.

NOT:Umulur ki, entelektüel kesim arasında belki de en çok tartışılagelen ve sanki iktisadî tekamülün önünde bir mâniymiş gibi idrak edilen Büyük Doğu-İbda’nın Sermaye ve Mülkiye Tedbircilik prensibindeki hikmet, yukarıdaki manzaraya bakılarak geç de olsa anlaşılabilir.

Batı için manzara hiç de iç açıcı değil. Yukarıdaki manzaranın ilerideki yıllar için gebe kaldığı son bir kötülük daha kalmıştır ki, o da mültecilerin tehcir edilmesi ile soykırıma tâbi tutulması arasında bir yerdedir.  

Türkiye Bu Çöküşün Neresinde?
Türkiye’nin kafası çok karmaşık. Nasıl olmasın ki? Bir tarafta ruh kökünün sımsıkı bağlılığını koruduğu İslâm, öte tarafta kendisine senelerce muasır medeniyet seviyesi diye dayatılmış olan Batı ve düzeninin iflâsı ve bir diğer tarafta ise ülke misyonuna mukabil beklenen vizyonu bir türlü ortaya koyamayan siyasîler. 

Liste hâlinde zıtlıkları ihtiva eden kısa bir panorama yapacak olursak nasıl bir tablodan bahsettiğimiz daha açık bir şekilde anlaşılacaktır zannediyorum:

Geçtiğimiz günlerde Amerika tarafından desteklenen Müslüman görünümlü hainler tarafından bu ülkede darbe girişiminde bulunuldu. 

Adana’da işletilen iki geneleve kayyum olarak müftü yardımcısı atandı.

Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, “dünya 5’ten büyüktür” diyerek Birleşmiş Milletler Güvenlik Teşkilâtının yapısını tartışmaya açtı. 

Ajan Papaz Brunson’un tahliye edilmemesi gerekçe gösterilerek Amerika tarafından ekonomiyi hedef alan saldırıyı protesto etmek için Apple marka telefonunu kıran adam, ajanın boynuna çiçek demeti asılarak, havaalanının VİP bölümünden ülkesine uğurlanmasının ardından kırdığı telefonunu geri istedi.

Türkiye’nin dört bir tarafındaki depolara yapılan baskınlarda tonlarca soğan ele geçirildi.

Suriye’den Türkiye’ye kaçan 3 milyon mülteciye Türkiye ev sahibliği yapıyor.

Kurda meydana gelen dalgalanmanın gerilemesi sezon sonuna denk gelince, Ekonomi ve Maliye Bakanı ile mağazalar anlaşarak, yüksek zam oranlarında cüzi iskontolar yapmak suretiyle müşterek sezon sonu indirimine gittiler. 

Seçim dönemlerinde siyasî partilerin seçmenlerine dönük yeni ufuklar belirlemesi ve memleketi bu ufuklara götürecek stratejik yol haritaları hazırlayarak sunmaları gereken yerde, bir seçim döneminde daha siyasî partilerden bir kesim “Lâiklik elden gidiyor”a sarılırken, diğer bir kesim de “yeni bir Gezi Olayları yaşanabilir” diyerek, geçmişe olan bağlılıklarını bir kez daha yenilemiş oldular.

Kimliği meçhûl bir Danıştay savcısı, TSK’da başörtüsü serbestliğinin anayasada yer alan laiklik ilkesine aykırı olduğunu söyleyerek düzenlemenin iptal edilmesini talep etti. Savcı her ne kadar lâik Kemalist düzenin hukukuna göre “doğru” ve “yerinde” olan bir talebde bulunmuşsa da Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından fırçalanmaktan kurtulamadı.

Ergenekon Davası sanıkları bir celsede aklanırken, gözler şimdiden gelecek bir günde gerçekleşmesi muhtemel FETÖ davasının yeniden yargılanma sürecine çevrildi.

Türkiye’nin çözüm bekleyen bir meselesi daha dış güçlere bağlanmak suretiyle çözümsüzlüğe mahkûm edilmek suretiyle çözülmüş oldu.

Ara Soru:Son dönemde bilhassa belli bir medya grubu tarafından toplumun istismar edilmesini konu alan haberlerde “bu gibi hareketlerin dinimizde yeri yok” spotunu kullandığına sıkça rastgelmekteyiz. Siyasîler de kanunlar arasından yol bularak işlenen benzer kabahatler ile milletin birliğinin sağlanması gereken zamanlarda aynı terkibi ifâdeyi sıkça kullanmaktalar. Yeri gelmişken biz de soruverelim o zaman, bu rejimin, bu rejim hukukunun, ekonomisinin dinimizde yeri var mı?
***
Mahalle yanarken saçını tarayan birisi vardı, kimdi, neydi hatırlayamadım ama Avrupa ve Amerika ile beraber bütün bir dünya düzeni çökerken, Türkiye önümüzdeki günlerde gerçekleşecek “ulvî” belediye seçimlerine kitlenmiş, saçını taramakla meşgul.
***
Türkiye’nin senelerdir hesaplaşmak yerine çözümsüzlüğe mahkûm etmek çözümüne başvurduğu bütün meselelerle süratle hesaplaşması ve yukarıda bahsettiğimiz Batı’nın bugünkü çöküşünün vesilesi olan zaaflarından vareste kendi fikri olan Büyük Doğu-İbda’ya sarılmak, onun nizamını kurmak ve aksiyonunu gütmek zorunda olduğunu bir kez daha ifâde etmeye lüzum yoktur sanırım.

Aynı tas, aynı hamam yola devam edilecek olursa, yarın bir gün Avrupa battığında, Türkiye’nin, mevcut düzen içinde kendisine dayatılmış rol haricinde herhangi bir alternatif senaryosu olmadığı için yiyecek ekmek bile bulamayacağını da ihtar etmek isteriz.

*(İndependent Gazetesinde yayımlanan “Mültecileri Parlak Fikirlerden Niçin Korumalıyız” başlıklı yazının Serap Şen tarafından yapılan tercümesinden istifade edilmiştir.)


Baran Dergisi 622. Sayı