7 Haziran seçimlerinden çıkan sonuçları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her şeyden önce seçim sonuçları ülkenin iddia edildiği gibi diktatörlükle yönetilmediğini, tek adam yönetiminin olmadığını gösterdi. Sonuçlar, yine iddia edildiği gibi seçimlere iktidar partisi tarafından hile karıştırılmadığını da gösterdi.
Kazananlara ve kaybedenlere gelirsek; her ne kadar Ak Parti ciddi bir oy kaybı yaşamış olsa da hâlâ Türkiye’nin en büyük partisidir. Muhalefet açısından bakarsak; iktidarların yıpranması ve oy kaybetmesi normaldir ama muhalefetin oy kaybetmesi değil oyunu artırması beklenir. CHP bunu başaramamıştır. Ak Parti’ye oy veren Türk milliyetçileri MHP’ye, Kürt milliyetçileri ise HDP’ye yönelmiştir.
Partilerin seçim sonrası beyanatlarına bakılırsa hükümet kurma imkânı görünmemektedir. Mevcut hükümet yenisi kuruluncaya kadar devam edecek tahminen Ekim ayında bir erken seçim olacak demektir.
Seçim öncesinde HDP’nin barajı aşma meselesi çok konuşuldu. Bu mevzu hakkında neler söyleyebilirsiniz?
HDP seçimler öncesinde psikolojik sınırı aşmıştı. İçerideki ve dışarıdaki muhalefet Ak Parti’ye sadece HDP’nin barajı geçmesinin zarar vereceğini bildikleri için HDP’yi parlattılar. Böylece manipülasyonlarla HDP’nin barajı geçmesini sağladılar.
Ak Parti karşısında bir blok oluştuğunu gördük.
Bu blok sadece içerisiyle alakalı değildi. Dışarıdan da desteklenen bir bloktu. Güçlü Türkiye’yi istemeyen iç ve dış güçlerin koalisyonu da diyebiliriz.
Selahattin Demirtaş seçim sonrasında “Başkanlık tartışmaları sona ermiştir” dedi. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Bu çerçevede yeni anayasa ve başkanlık sistemi hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
Biraz önce de söylediğim gibi, tek başına iktidarı yakalayamayan Ak Parti altı ay daha iktidarda kalabilir. İşte bu parlamenter sistemin azizliğidir. Bir parti hükümet kuracak sayıya ulaşırsa parlamenter sitsem bir şekilde işler ama ortaya bugünkü gibi birbiriyle anlaşması güç partilerin koalisyon ihtimali çıkarsa ülke kaybeder! Yani Başkanlık sistemi tartışmaları son bulmamıştır; aksine şimdi tartışılması daha zarurî hâle gelmiştir. Fakat seçim sonuçları bu ihtiyaca dair talebin yeniden gündeme getirilmesini zorlaştırabilir. Böyle olursa, bir müddet daha parlamenter sistemle yola devam etmek zorunda kalacağız. Bir koalisyon süreci yaşarsak hükümetler ile cumhurbaşkanı arasında zuhur edecek olan sert tartışmalara şimdiden hazırlıklı olmalıyız.
Yeni anayasa yapılmasını gerekli kılan sebepler nelerdir?
Türkiye’de anayasa 17 kez tadilata uğradı; fakat anayasanın ruhu hâlâ devam ediyor. Anayasanın ruhu başlangıcındaki maddelerdir. Anayasadaki hiçbir maddeyi başlangıçtaki maddelere aykırı olarak değiştiremez ve yorumlayamazsınız. Anayasamızın başlangıç bölümündeki maddeler ise resmi ideolojiyi baz alan, inkılapları ön planda tutan, özgür irade ve özgür düşünceyi o kalıptan yorumlamayı öngören maddelerdir. Anayasanın bütün maddelerini de değiştirseniz, resmî ideoloji dayatan başlangıçtaki maddeleri değiştirmediniz müddetçe Türkiye’de vesayet sistemi sona ermez. Anayasa değişikliği hususunda 2011 seçimlerinde bütün partiler vaatlerde bulundular; fakat seçimden sonra sadece herkesin üzerinde mutabık olabileceği 50 civarında madde kurulan komisyon tarafından değiştirilebildi. Temel meseleler üzerinden bir ittifak sağlanamadı. O dönemde bir tecrübe de yaşadık, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları da öngördükleri anayasa taslaklarını meclise vererek bir birikim oluşmasını sağladılar.
Tayyip Erdoğan’ın seçim öncesi meydanlara inmesi de anayasaya aykırı görülerek çok eleştirildi.
Cumhurbaşkanı’nın meydanlara çıkmasını muhalefet partileri anayasaya aykırı olarak gördüler. Evet, bu doğru idi; ama anayasanın iki tane birbiriyle çelişen maddesi var. Cumhurbaşkanı 82 Anayasası’na göre meclis tarafından seçildiği için tarafsız görünüyordu. 2007’de yapılan değişiklikten sonra cumhurbaşkanını partiler aday gösteriyor. Cumhurbaşkanı adayına partiler tarafından oy isteniyor, dolayısıyla taraf olarak seçimlere giriyor. Seçilen cumhurbaşkanı Ak Parti’nin cumhurbaşkanı, Ekmelettin İhsanoğlu seçilse CHP’nin olacaktı… Dolayısıyla tarafsızlık diye bir şey mümkün değil. Anayasanın, buna benzer çelişkili birçok maddesi var. Anayasanın kökten değiştirilmesi zaruretini doğuran sebeplerden birisi de budur. Bir de şöyle bir durum var; cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmeye başlanmasının ardından yarı başkanlık sisteminin gerekliliklerinin %70’ini yerine getirmiş olduk. Yani fiili olarak başkanlık sistemi ile yönetiliyoruz.
Buradaki paradoks da, daha önceki cumhurbaşkanlarının yetkileri olmasına rağmen o yetkilerini kullanmamalarından mı kaynaklanıyor?
Evet, yetkileri vardı; ama kullanamıyorlardı. Meclisten atama gibi seçiliyorlardı ve zayıflardı. Şimdiki cumhurbaşkanı ise %52 oy ile halk tarafından seçildi ve başbakandan daha güçlü. Sistem yarı başkanlığa evrilmiş vaziyette; anayasa diyor ki “parlamenter sistem”… Yani çelişkilerle dolu… Başkanlık sistemi teklifi bu tenakuzu ortadan kaldıracağı için yerinde bir öneridir. Başkanlık sistemine geçilmese bile bu çelişkilerin ortadan kaldırılması için yeni bir anayasa yapılması şart.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a olan büyük teveccühün sebebi nedir?
Seçim sistemimiz liderlerin gücüne ve karizmasına bağlı bir durumda. Erdoğan da rakipsiz ve alternatifi olmayan bir lider… 13 yıldır yürüttüğü projeler var. Seçilmeden önce de, “ben farklı bir cumhurbaşkanı olacağım” dedi. İktidarda da kendi partisi olduğu için bir uyum vardı. Seçim sonuçlarının ardından Ak Parti dışında bir hükümet teşekkül ederse asıl kaos o zaman doğacak. Bir çift başlılık oluşacak.
Türkiye’de Erdoğan’ın karşısında olanlar bir blok oluşturdu. Bu bloklaşmayı hak ve batıl cepheleri olarak nitelendirebilir miyiz? Sizce ağır bir ifade mi bu?
Tam olarak öyle diyemeyiz. Bazı kesimleri yöneten üst kesim öyle olsa da alt tabakada samimî Müslümanlar var. O yüzden ancak gaflet olarak niteleyebiliriz. Müslüman bir iktidara karşı, İslâm’a düşmanlığı ile bilinen bir tarafla bir olabilen Müslümanların durumunu, büyüklerine olan körü körüne itaatten kaynaklanan gaflet olarak nitelendirebiliriz.
Tayyip Erdoğan’ın şahsında İslâm’a saldırılıyor; bu sebeple bunu söyledik.
Tayyip Erdoğan katı bir ırkçı olsaydı, bugün Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilecek bir siyasetçi olurdu. Böyle olmamasının tek sebebi Müslüman olmasıdır. Onun gerçekleştirdiği değişimler gerçekten Nobel barış Ödülü’ne aday gösterilebilecek düzeyde; fakat dindar olması, imam-hatip kökenli olması, söylemlerinde de dik durması sebebiyle gösterilmiyor. Özellikle bu dini hakir görenler Tayyip Erdoğan’ın şahsında İslâm’a karşı bir tavır sergiliyor. Batı dünyası Tayyip Erdoğan’dan değil, onun dindarlığından, milliyetçiliğinden, Türkiye sevdasından, Türkiye’yi bağımsız bir ülke hâline getirmek için çabalamasından rahatsız. Bu yüzden yıpratmaya çalışıyorlar.
Buna 90 yıldır ne isteseler yapan bir ülkenin ellerinden çıkmasından duydukları kaygı diyebilir miyiz?
Elbette. Türkiye’de çok kısa bir süre de olsa iktidarda kalan Erbakan ve Özal’dan da, Batı’nın değerlerine karşı yerli değerleri, millî politikaları öne çıkarmaları sebebiyle rahatsız oldular. Türkiye’nin askerî, iktisadî, siyasî, kültürel tam bağımsızlığını gelişmiş ülkeler ve güç odakları istemiyorlar. Kendi yaptıklarını Türkiye’nin yapamayacağını söylüyorlar. “Nükleer santral yapamazsın, şunu yapamazsın, bunu yapamazsın” diyorlar. Neden yapamayalım? Tayyip Erdoğan tüm İslâm âleminin umududur; Birleşmiş Milletler’e de, ABD’ye de, Rusya’ya da dobra dobra söyleyeceğini söylemekte, kafa tutmaktadır. Bu da rahatsız etmektedir.
Türkiye’deki İslâmî cemaatleri, vakıfları, dernekleri iyi tanıyan birisisiniz. Bu çerçevede İslâmî cemaatlerin –Gülen cemaati hariç-, aralarındaki ayrılıkları bir tarafa bırakıp aynı yönde hareket etmesine vesile oldu diyebilir miyiz?
Öyle olduğunu düşünmüyorum. Eskiden Tayyip beyle birlikte olanlar yine birlikte, karşısında olanlar yine karşısında. Paralel yapı 10 sene boyunca destek vermişti, şimdi Batı’nın desteğiyle karşısında çıktı. Bunun dışındakiler olduğu yerde duruyor. Geçtiğimiz hafta Çarşamba günü Nurcuların en eski gazetesi Demokrat Parti’yi desteklediklerini söylediler. Demokrat Parti diye bir parti kalmış mı? Bunlar görünürde bilinçli insanlar. Üstad Bediüzzaman’ın kitaplarını okuyup da akl-ı selîm ile düşünen bir insanın başka tarafa gitmesi mümkün değil; ama bu haber bize bazı cemaatlerin hâlâ işin farkında olmadığını gösteriyor.
Tayyip beyi 75’ten beri yakinen tanıyorum, çok ihlaslı bir Müslüman. Bunu bildiğim için kendisini seviyorum. Hatası yok mudur? Elbette vardır; her insanın hatası olur. Ehl-i Sünnet’te masumiyet sadece peygambere aittir; O’nun dışında herkes hata yapabilir. Hizmet alanındaki kararlılığını görünce, bizim Mü’minler olarak başka bir tarafa bakmamız mümkün değil. Cemaatlerden ziyade Tayyip bey dindar olsun olmasın Türkiye’nin yarısından fazlasının sevgisini kazandı. Hazreti Yusuf bir iftira üzerine hapse atılır. Hapisten çıktıktan sonra bakan oluyor ve peşinden de Mısır’ın kralı oluyor. Hazreti Yusuf’u hapisten çıkarıp iktidara getiren özellik ne? Bir ayet-i kerimede “Biz salih kullarımızı yeryüzüne mirasçı kılarız” diyor. Oradaki “salih”ten maksadın, “yeryüzünü imar edenler” olduğunu söyler bazı müfessirler. İnsanların problemlerini kim çözerse yeryüzünün yönetimi onlara aittir. Abbasilerin, Emevilerin, Osmanlıların ardından Batı’ya geçen hâkimiyetin temeline baktığımızda yeryüzündeki kalkınmayı görürüz. Tayyip Erdoğan da İstanbul belediye başkanlığından bugüne kadar Türkiye’nin kronikleşmiş sorunlarını çözmekte başarı göstermiştir. Dolayısıyla Ak Partili olan olmayan herkes bu başarıdan yola çıkarak ona karşı bir sevgi besliyor. Yol sorununu çözmüş, su sorununu çözmüş, haklar vermiş… Maddî kalkınma insanların gönlünü de fethedecek bir unsurdur. Erdoğan, bunu gerçekleştirdi. Bir ayet-i kerimede “Cenab-ı Hak salih ameller işleyenlere karşı bir sevgi yaratır” diyor.
Dış politikaya dönecek olursak; MİT tırları hadisesi etrafından Türkiye’ye yüklenildiğini görüyoruz. Geçmişte Batı’ya dönük ilerleyen dış politikada müthiş bir değişim olduğunu görüyoruz. Bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz?
Ak Parti dış politikada yerli ve millî bir çizgi takip etti. Şimdiye kadar NATO’nun, Birleşmiş Milletler’in çizdiği daire içerisinde yürüyen, ABD ve İsrail ile istihbarî bağlantısı olan, onları küstürmemek için de suya sabuna dokunmayan bir dış politika izliyorduk. Ak Parti’den sonra “gitmeyin” denilen tüm İslâm ülkelerine kapımızı açtık.
Bir de Ak Parti’nin uluslararası politikaya kazandırdığı yeni bir ilke var, “insaniyet”… Ülkeler arasındaki dış politikalar genellikle menfaatler üzerine kuruludur. Ak Parti buna insaniyet ilkesini ekledi. Bir ülkede insan hakları ihlâl ediliyorsa, sırf menfaatimiz var diye biz onlarla kucak kucağa olamayız. Mısır ile aramız mağduriyetlerden dolayı, darbeyi meşru görmediğimizden dolayı gergin. Hâlbuki iktisadî açıdan menfaatlerimiz var Mısır’da. İşte bu insaniyet ilkesinin göstergesidir. Bu ilke vesilesiyle biz bazı ülkelerle bozuştuk. İktisaden zarar görsek de mazlumların yani insanın yanında olacağız. “İnsanı yücelt ki devlet yücelsin”…
Bir de TİKA var…
Evet… Asya’da, Afrika’da, Balkanlar’da, hatta Amerika’da çok önemli faaliyetlerde bulunuyorlar, Müslüman topluluklara yardımlar gönderiyorlar. Yardımlardan bahsederken MİT Tırlarına gelecek olursak; Suriye’de bir iç savaş var ve bu savaşta muhalifler mazlum ve mağdur. Türkiye en başında muhaliflerin yanında olduğunu ilân etti. Ben Türkiye’yi “niye silah vermiyor” diye suçluyorum. Suriye’de bugün herhangi bir askerî güce ihtiyaç yok. Suriye’de herhangi bir devletin ordusunun sayısından daha fazla muhalif savaşçı var; tek ihtiyaçları olan şey silah. Türkiye bu kadar açık politika takip ediyor, yardım yapmadığını söylüyor ve yapmıyor da... Bana göre ise yanlış bir politika izliyor, tank, füze, silah ne gerekiyorsa muhaliflere verilmeli ve bu zulmün bir an önce son bulması sağlanmalıydı. Neymiş, MİT tırlarında insanî yardımın dışında silahlar da çıkmış. Oradaki yardım Bayırbucak köyleri Türkmenlerine giden yardımdı. Gitmediği için 20 civarında Bayırbucak köyü başkalarının eline geçti. Açıkça söylüyorum Türkiye silah yardımı yapmalıdır. Ama birileri “MİT tırlarında silah var” diyerek Türkiye’yi uluslararası camiada teröristlerin yanındaymış gibi gösterip onun üzerinden Tayyip Erdoğan’ın vatana ihanet suçundan yargılanarak alaşağı edilmesinin hesabını yapıyorlar.
Bunu yaparken de vatan ihanet etmekten imtina etmiyorlar.
O fotoğrafları yayınlayanlar, tırları durduranlar ve yardım gitmesine engel olanlar asıl hıyaneti vataniye suçunu işleyenlerdir ki; zaten bu suçtan yargılanacaklar.
Hürriyet gibi basın kuruluşları Birleşmiş Milletler’in MİT tırları ile alâkalı yapmış olduğu açıklamayı bayağı bir parlattılar.
Halbuki ABD gibi ülkeler “biz muhaliflere ağır olmayan silahları veriyoruz” diyorlar. Birleşmiş Milletler her zamanki gibi hikâye okuyor. Silah zaten veriliyor. Türkiye bir geçiş döneminde, bu dönemde birileriyle takışmamak için yaptığı yardımı da usule uygun olarak yapıyor. “Silah vermedik” diyor, buna inanmak durumundayız. Bir vatandaş olarak “neden vermediniz?” diye de bu hükümete soruyorum.
“Vermeyelim” diyenler aciz bir devlet olmamızı, ABD’nin direktifleri dışında adım atmamamızı mı istiyorlar?
Arapça’da bir deyim vardır; “küçüklerin gözünde küçük işler büyüktür, büyüklerin gözünde büyük işler küçülür”... Küçük adamlar, küçük işleri görüp korkuyorlar. Biz şu anda büyüyen bir Türkiye ile karşı karşıyayız. 10 sene önceki Türkiye değiliz. Avrupa’da Türk vatandaşı pasaportunu masanın üzerine atabiliyor. Eskiden Türk olduğunu söylemekten bile çekinirlerdi. Türkiye büyüyor ve güçleniyor; tabiî ki muhalefet olacak, eksikler ve hatalar olacak... Bunlar gerçekleri görmemizi engellememeli.
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Hayır, teşekkür ederim.
Biz de teşekkür ederiz.
Baran Dergisi 441. Sayı