Her doğan rızkıyla doğar. Halk arasında böyle bir tabir var. Daha çok çocuğu olana denir, bilhassa çocuklar arttıkça. Bunun doğru olduğu işin neticesini müşahede ile sabit.

Allah herkesin rızkını verendir, kimine az, kimine çok. Allah’ın “Rahman” ismi,  ister mümin, ister gayrimüslim dünyada herkesin rızkını verdiğine, kullarını nimetlendirdiğine delalet ediyor. “Rahim” ismi ise sadece müminlere ahirette nimet verdiğine dair. Demek ki, “rızk” helal veya haram olabilir. Tıpkı Allah’ın hikmeti gereği iyilik ve kötülüğü yaratması gibi… Ancak tercih kula bırakılmış. Allah’ın iradesi-yaratması her ikisine var ama, rızası sadece iyiliğe ve helal rızka. Eğer Allah Teâlâ iyiliğin karşısında kötülüğü de yaratmasaydı, “hürriyet”ten bahsedilemezdi, insan denilen “eşref-i mahlûkat” olmazdı.

Açlıktan ölen de dünyada rızkı kesildiği için ölüyor. Dünyadaki rızk bitiyor, ecel doluyor; asıl âlem olan ahiretteki nimet ve Allah korusun azap başlıyor.  Bu kader sırrı ama amel hikmeti olarak sebeplere bağlı... Yani, sebebler sömürü, işgal, kıtlık, tecrid, tabiî afetler vs. olabilir. Herkes yaptıklarından sorumlu; zalim de var, mazlum da var, kusur da var, tabiî olanı da var. Takdiri kimse bilemez ama her şey vesilelere bağlı ve bizden de tedbir ve gayret isteniyor. Yani, hadis-i şerifte işaretlendiği gibi,  “ne zalim ol, ne mazlum ol” deniyor. Mazlumluğu kabul etmeme mânâsına. Çünkü zulme direnen, mazlum olmaz. Üstad Necip Fazıl’ın hürriyet bahsinde veciz benzetmeleri bu mevzuya denk geliyor:

‘Hürüm’ demeye zorlanan bir fert hür olabilir mi?
‘Esirim’ diye haykıran bir insan, sahte hürden daha hür değil midir?
Ve devamında gelen, modernizmin tek tip ve nefsanî hürriyetin de eleştirisi şöyle:
“Eşek hürriyeti ile insan hürriyeti arasındaki sınırı çizecek ölçüler nerede?”

Dünyada cari olan kapitalist sistem sömürü üzerine kurulu… Batılı ülkeler sanayi devrimini yaptılar, ama bunu insanlığın yararına sunmadılar. Kendi çıkarına ve 3. Dünya ülkelerini sömürmeye kullandılar. Yani haram rızklarını artırdılar. Ellerine geçirdikleri gücü adalete değil, sömürüye yönelttiler.

Bu meyanda kapitalist yoldan sanayileşme ile gelir eşitsizliği ve buna bağlı yoksulluk da artmıştır. Küreselleşme de işsizliği artırmıştır. Küresel devler büyüyor, ama orta ve alt sınıf gittikçe küçülüyor. Piyasalarda dolaşan ucuz mal var, nisbî bir boşluk da var. Ama uluslararası büyük şirketlerin pazarı olma manasında. Kendi sistemlerinin yaşaması için bir deveran var. Fakat gelir dağılımındaki uçurum artmakta.
Darwin’in, “güçlü olan yaşar ve tabiî ayıklama” teorileri var. Fakat bu kısmen doğru olsa bile tamamen doğru değil. Tabiatta nice zayıf canlılar güçlüler arasında bir şekilde yaşıyor, rızkını alıyor. Hatta zayıflarda güçlülerde olmayan bir güç söz konusu...

İnsan toplumlarında ise, güçlülerin iktidarına daha öncenin güçsüzleri tarafından son veriliyor. Onlar ise daha sonra aynı akıbete uğruyor. Fakat bu süreler insan çabasıyla, adil ve paylaşıma dayalı (her şeyden önce ruhlara hitap eden) sistemlerle uzun veya kısa oluyor. Osmanlı’nın uzun yaşamasındaki hikmetleri düşünebiliriz. Sadece kılıçla olacak bir şey değil. Öte yandan en güçlü orduların zayıfların karşısında yenilmesi söz konusu. Bunun da tarihte örnekleri çoktur. Yani, Darwin’in vardığı netice yanlış…

İktisadî temel faaliyetler olan üretim, dağıtım ve bölüşüme müdahale edilip yönlendirilebilir; ama yine de yaratılıştan gelen tabiî bir akış vardır. Mühim olan düzenlemelerin tabiî olana uygun olması veya tabiî olanı engelleyene karşı olması.

Şöyle bir hadis var: “Piyasayı belirleyen Allah’tır.” Bu bir hadistir. Kapitalizmin babası olarak bilinen (aslında kapitalist sisteme eleştirisi var, fakat açtığı yol kapitalizme yaramıştır) Adam Smith’in piyasalar için söylediği meşhur, “görünmez el kanunu” her ne kadar devrinin moda anlayışı ve nassları gereği materyalist temelde yorumlandı ise bile, yukarıdaki hadisin doğrulanmasıdır. Bir kere “görünmez” ifadesi materyalizmle çelişiyor. Onların kastettiği ise, insanın rasyonel bir varlık olduğu ve çıkarına göre hareket edilince arz ve talep dengesi de kendiliğinden oluştuğudur.

Tabiatta olduğu gibi insan ve toplum hayatında da bir denge var, dengeler bozulsa da yeni bir denge kuruluyor, batılda da, ölüde de bir denge var. Hakikati tecelli ettirmek ayrı bir bahis... Mesela, kadın erkek ilişkilerinin bunca zedelenmiş olmasına ve boşanmalar artmasına rağmen dünyada evlilik revaçta. Çünkü böyle bir ilahî denge var, fıtrattan gelen bir denge var.  “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı” (BD-İBDA’nın tezi) mevzuuna geliyor her şey. İyi kötü idrakini bile peygamberlere borçluyuz. İnanmayan bile bir sistem-rejim kurarken peygamberlerden tevarüs eden medeniyet, ahlâk, adalet, sistem ve idare ölçülerini kullanıyor. “İlk dil ilk insanla vardı. İlk insan ilk peygamberdi” ölçüsüne kadar gider iş. İnsan ve toplum ilişkileri, insan müesseseleri kuruluş ve yıkılışları Darwinizm ile izah edilemez. Bazı orijinal boyutlar getirse de İbn-i Haldun’un tarih tezleri de determinist olduğu için zaaf taşıyor. Devletleri sebeb-sonuç ilişkisi içine hapsedip 120 yıl ömür biçmesi gibi.

İşi kadere yükleyip, sızlanmamak açısından mesele mühim... Rızkın azı veya çoğu, ezânın azı veya çoğu nefsimize etkileri açısından fark etse bile, bize düşen şahsiyet olmaktır. Vezir olmak değil, adam olmaktır kârımız, insan oluşumuz...

Baran Dergisi 534. Sayı

06.04.2017