Roman okurken aklımızdan neler geçer? Romanın yazarı aynı zamanda bir nevi ressam değil midir? Okuyucu, hikâyedeki kelimeleri parça parça bir araya getirip, bütünleşmiş bir resme çevirmez mi? Şahsen yazarın anlattığı şeyleri okuyunca, “acaba yazar bu anlattıklarının kaçta kaçını yaşamıştır?” diye soruveriyorum kendime. Peki romanın değerini meydana çıkaran o parıldayan şey nedir? Vicdanımızı tetikleyen bir ahlâkî hâdise, tüm benliğimizi kaplayacak bir ihtiras, altında kalacağımız bir bela, kendimizle çelişkiye düşeceğimiz bir harp ve benzeri duygular mı? Yoksa hepsinden azar azar, şahsiyetimizi sarsacak şeyler mi? Eserlerin ismi birkaç kelimeden oluşsa da, muhteva bakımından birçok mefhumun işlendiğini söyleyebiliriz. Tek bir kelime yahut da veda niteliğinde kısacık bir söz, eserin tamamına bakışımızı değiştirebilir. Romanın değeri dedik, Andre Gide’in dediği gibi: “Romancının arzusu aslanın ot yemesi değildir. O, kurdu da kuzuyu da tek ve aynı Tanrı’nın yarattığını, sonra da ‘yaptığı işin iyi olduğunu görüp’ gülümsediğini bilir!”

Romandaki karakterin cinsiyeti, fizikî özellikleri, yaşı okur için yabana atılmayacak birer ipucu olsa da, okurun alâkasını cezbeden asıl şey, hadiselerin işleniş biçimi, hayal gücüdür. Eserin ilk sayfalarından itibaren geçen süre zarfında, okur akıcı bir hikâyenin içerisinde kendisiyle karakterler arasında ortak noktalar arar ve kendi çapında hükümler verir. Filhakika okur bunları yaparken beynini adeta bir dedektif yahut usta bir satranç oyuncusu gibi çalıştırır. Bir tahta üzerindedir okur, rakibi ise elbette yapıtın sahibidir. Tahminleri boşa çıkan okur, neredeyse bir insan kadar canlı karakterin hâl ve hareketlerine kendini kaptırır, yazarın kuvvetini kabul eder; bükemediği bileği öper yani... 

Okur, yazarını ne kadar iyi tanırsa, -biyografisi hakkında bazı bilgilere sahipse yahut yazarın, başka eserlerine de aşina ise- okuduğu sayfalardaki esrarengiz satırların ardındaki hamleleri anlamaya çalışır. Tecrübesiz okur, romanın kurgusuna kendisini kaptırır. İyi bir okur ise, okuduğu satırlarla yarışır ve şüpheyle sayfalar arasında kendi rızasıyla hapsolmuş bir yırtıcı gibi dans eder. Bu kendi rızasıyla hapsolmuşluğun sonunda, mükâfatının büyük olduğunu düşünür. 

Mesela Honore de Balzac okuyunca arzularımız kamçılanır, arzularımızın en çok kamçılandığı şeyler ise, ihtimaldir ki çoğu zaman hayallerimizin ötesini zorlayacak şeylerdir. Parisli kibar fahişelerin ihtişamı, kendini her şeyden üstün gören tüccarlar, sefaletin pençesinde çehresini büyüleyen ve kendi cemiyetinin otoriteleri sarsan Parisli bir genç... İnsan, kimi zaman kendisine hayır getirmeyecek şeyleri arzular. Balzac bu arzularımızı tatmin eder. Bu büyük yazar, memleketinin insanlarının nabzına kulağını dayamıştır ve portelerin en sahihlerini romanlarıyla resmetmiştir. Bu Fransız fatihin memleketinde sevilmesi şöyle kenarda dursun, Rusya’da da gayet kıymet görmüştü; hatta Fyodor M. Dostoyevski’nin ‘dünya çapında dehanın mahsulü’ iltifatına mazhar olmuştu.

Bazen tavan arasında bir hayat... Sefalet ve krizlerle birlikte alınan zoraki soluklar... Kriz esnasında yapılmış, yapılmaması gereken icraatlar. Belki de yapılması gerekliydi! Bin pişman olacağını bile bile, yapman gereken şeyler... Petersburg sokaklarındasın, hoşuna gitmeyebilir, dur birazdan Neva nehri yakınlarındasın. Üşüyorsun, yürümek istemediğin yolun kenarından geçerken, aynı zamanda içindeki iyi -yahut kötü- olan melekeyle kavgaya tutuşuyorsun. Yaptığın şeyin acısından hazzetmeye başlıyorsun, bu tam nefret ettiğin bir şey değil, fakat mağlubiyet de değil. Bir bakmışsın kürek mahkumu olmuşsun, yahut baba katilliğiyle suçlanıyorsun. Rusların yol göstericisi acıdan duyduğu hazla sokaklarda yürüyor, şak diye şehrin bir avamı eline birkaç kopek sıkıştırıveriyor. Acınacak hâline kıkırdayarak gülüyorsun, bu nedense sana saçma gelmiyor... Bir anlığına Dostoyevski olduğunu zannediyorsun. 

Belki de milyonlarca insanın aradığı sefahati elinin tersiyle kenara iten, vicdanının deryasında kaybolmuş kahramana ne demeli? Düşünsenize, sahip olduğunuz her şeyin aslında hayatınızda fazlalık olduğunu? O gerçek hayatında yaptığı gibi, “Diriliş”te yeniden varolmak için kollarını sıvamıştı. L. N. Tolstoy bunu fark edecek iradeyi hayatının son safhasında bulabilmişti.

Ölünce yok olacağını düşünen var ise korkmasın, iyi bir okur, tıpkı iyi bir eser sahibi gibi ölümsüzdür artık, aynı hisleri taşımış olanlarla...

Bu mısralar sanki bahsettiğimiz üç büyük ustaya atfedilmiş gibi:
Bir usta oldum artık ben
Hazzı ve acıyı taşımakta,
Ve acıdan duyduğum haz,
Sonsuz mutluluktur bana.


Baran Dergisi 630. Sayı