Bugüne kadar Feysbuk (Facebook) hakkında çok şey söylendi ve yazıldı. Uzunca bir süredir bu mevzuyu uzaktan uzağa takip ettiğim için söylenenler ve yazılanlar etrafında, Feysbuk’un kullanıcıları hakkında bazı kanaatler edindim. Birkaç defa bu mevzu hakkında yazmak istedim ama her seferinde Feysbuk ve kullanıcıları hakkında yeni verilerle karşılaşmam bu niyetimi erteledi. Sonunda, kör bir noktanın gözümüzde yavaş yavaş belirmesi gibi, mevzu hakkında bazı yeni kanaatlerim oluştu. Bir mevzûu tam manasıyla kavramanın yüksekliğini ve zorluğunu bilmekle beraber, bu satırları kaleme alırken Feysbuk hakkında birçok tecrübeye-deneye sahip olduğumu da söylemek isterim. Elimdeki donelerin bir çoğunun çeşitli araştırmalar neticesinde yayınlanan haber ve makalelerden olmasının yanı sıra, bazılarının da -çerçevesi sınırlı olsa da- kendi yaptığım “sosyal deneyler” olduğunu hatırlatayım.
 
Nedir Feysbuk?
Feysbuk, bir “sosyal paylaşım platformu”. İnsanların kaybettikleri yakınlarını, tanıdıklarını bulabilmesi için tasarlanmış. Tabii olarak, icad edilmiş her şeyin sırf icad edildiği maksat doğrultusunda kullanılması da illâ gerekmiyor. Esasında sadece “amacı” doğrultusunda kullanmak bile bazen hayatın pratik taraflarını köreltebilir; çünkü, hatırlayanlar olacaktır, Üstad Necip Fazıl milletimizin pratik zekasına (ferdî  zekâya) misal diye, yurtdışından getirilmesi icap eden ama pahalılığından ötürü getirilemeyen eksik bir parça yerine postalla çalıştırılan bir matbaa makinesine şahid olduğunu söyler. Elbette bu tip istisnaların bizi, güneşli bir günde el feneriyle dolaşmaya zorlamayacağını da biliyoruz. Bunun yanı sıra, bir yazarın “yazmak” için kullandığı bir kalem, bir başkası için herhangi birisinin gözüne saplayabileceği ölümcül bir alete-silaha da dönüşebilir.
 
Demek ki ister önümüze bir postal, ister bir kalem yahut da Feysbuk’u alalım burada devreye giren husus bizlerin (insanın) bunlarla olan ilişki biçimleridir.
 
Tolstoy nasıl sormuştu gayemizi?
 
Evet, şöyleydi; “İnsan Ne İle Yaşar?..” başka bir ifadeyle Ne İçin Yaşar?.. Bu sualin hem tasavvufî hem felsefî bakımdan bazı cevapları var. Mevzûmuza hamledersek sanırım ortaya çıkan netice “bilinmek” ile örtüşecektir.
 
Allah’ın “Gizli bir hazineydim bilinmeyi istedim.” diye buyurduğu malûm… Ve insanın en uç noktada “kendini bildiğince Rabbini bilmesi” de… İster kabul ister reddedelim “bilinmek” esasında özümüz ve ruhumuz ile birebir irtibatı olan bir husus; ama dâvâ şöyle çetrefilleşiyor ki, bu “bilinme”nin ulvî bakımdan mı süflî bakımdan mı gerçekleştiği?.. İlmin-bilme’nin “mâlûma tâbi” olması, esasında bütün herşeyin “bilinmek” üzerine kurulu olduğunu bize hissettiriyor. Mahiyetini anlamasak dahî “ideal” olarak işin bu yönünü işaretleyelim ve “keyfiyetleri Allah’a havale ediniz” ölçüsünü de hatırlayalım.
 
“Bilinmek” ile Feysbuk’taki “beğen butonu” nun alakası, yeri geldiğinde misaller içinde görülecek…
 
Mevzûmuza dönersek; Feysbuk’un “haberleşme”den tutalım reklama, bugün bir iş sahası olarak kullanımından şu an sıralamaya ihtiyaç duymadığımız onlarca faydası olduğu ve bunlardan çeşitli şekillerde yararlandığımız aşikar; fakat bunun yanı sıra aile içi şiddetten dolandırıcılığa, iftira atmaktan tahrif ediciliğe kadar uzanan sayısız zararları da öyle!..
 
Hususiyetle “akıllı” telefonların yaygınlaşması ile kendini “mesele” haline getiren bu tip platformların gerçekliği ve hayatımızdaki yeri de reddedilemeyecek bir noktaya geldi. Böyle olunca da, yararları kadar zararları da kendisini beraberinde getirdi ki, tabiî bir durum. Tabiî olmayan ise, yararlarının yanı sıra zararlarının da umumiyetle ele alınmıyor oluşu; doğruyu söylemek gerekirse, hangi insan ve toplum meselesinin üzerine eğiliyoruz ki herkesi bunun üzerine eğilmemek ile suçlamak için bir takatimiz bulunsun?
 
Feysbuk’a bu gözle baktığımızda, “modernleşme” diye isimlendirdiğimiz, çoğu vakit mânâsı olmayan koşuşturmacadan ibaret bir formun, acaib diye isimlendirebileceğimiz yüzünü görüyoruz. Burada gördüğüm şey, bir toplumun alışkanlıklarının tamamıyla ters yüz edilirken, o toplumun fertlerinin de bilerek veya bilmeyerek buna dâhil oluşu…
 
Feysbuk’a yapılan bu “acımasız” tenkidi abartılı bulanlar olabilir; fakat şunu da unutmamalı ki, hayatımıza giren ve yeni alışkanlıklar getiren tüm aletlerin bir nevi virüs gibi yayılmasının en ucuz yolunu, en ucuz reklamını Feysbuk başta olmak üzere benzer platformlardan yine kendimiz yaptık. Aletler arttıkça da ihtiyaçlarımız o denli arttı ki (burada Salih Mirzabeyoğlu’nun “aletler ihtiyaçları doğurur” sözünü hatırlatalım) en başta ve birinci sırada neye ihtiyacımız olduğunu unuttuk. Bu tanım, yani ihtiyaçlarımızın haddinden fazlaya çıkmasıyla neye ihtiyacımız olduğunu unutmamız, “modern hayat” dediğimiz bugünkü karmaşanın bir özetidir. Feysbuk ise, gayesizce çırpınan bizlerin bir nevi sirk çadırı olarak aniden imdadımıza(!) yetişiverdi. Oysa bu, ezilmişlik, bastırılmışlık ve cehaletle bezenmiş kuru bilginin “ben” kibrine tutunmuş bir yanılsamasıydı. Buradaki yanılsama, gerçek olmayanın gözlerimiz önüne serilmesi değil de, hepimizin, toplumumuzun gerçek yüzünün Feysbuk ile dışavurumu…
 
Bütün bu Lanterne Magicia- Büyülü Fener’in gözlerimizi kamaştırmasının adıdır “modern hayat”. “Modern hayat” dediğimiz ve içinde çırpınırken afili gözükmek adına iğrenerek kullandığımız bu kıyma makinesinin en sahte tarafları bizce Feysbuk ile anlaşılabilir; çünkü “modernite”nin sunduğu bütün aletler-kavramlar ve onlarla olan münasebetimiz esnasında, onun içindeyken, onu yaşarken bu durumun farkına varamıyoruz. Feysbuk ise bize bu görüntüye dışarıdan bakabilme fırsatı verdi.
 
Tüm o fotoğraflar, ayetler, hadisler, özlü sözlerden tutalım ayakkabımıza, okuduğumuz kitaptan telefonumuzun şarj cihazına ve durum güncellemelerinden ilan-ı aşklara kadar bütün curcunasıyla “modern hayatın” ne olduğunu ve kendimizi Feysbuk’ta gördük. Böylelikle “modern hayat” kafamızda bir heyûlâ olmaktan Feysbuk ile çıktı; ama bu sefer de manzaramızdaki dizginlenemez, dehşet veren canavarı da fark etmiş olduk.
 
Bir İngiliz TV dizisindeki karakterin sözleri bir gece bana gözümün önünde duran ama görmekte epey geç kaldığım bu durumu net bir biçimde izah etti:
“Modern hayat, röntgenciliğin ve teşhirciliğin kutsal olmayan karışımına benzer”. 
 
Sanıyorum bu sözün Feysbuk ile olan direkt bağlantısı da belirdi; Feysbuk da “Röntgenciliğin ve teşhirciliğin kutsal olmayan bir karışımı” değil miydi?
Evet, evet böyleydi… Röntgenciliğin ve teşhirciliğin bu kutsal olmayan karışımının en büyük tetikleyicisi ise “ben” isimli bilinmezin “benlik” olarak kibre yaslanmasıyla tezahür etti. Kendinin “kim” olduğunu bilenin “ben” diyemeyeceği yerde, kim olduğunu bilmeyenlerin “ben, ben!” diye kıvrandığı, benlik gladyatörlerinin çığlık attığı bir arena…
 
Bu “karışım” o kadar çabuk etkisini gösterdi ki, ne kadar karıştırdığımızı-karıştırıldığımızı fark etmeden “aman efendim hiç mi faydası yok?”cu yaklaşımlar ile bu hastalıkların iyice üstünü örterek cehaletimizle, farkındalığımızı boğduk… Faydalarını saydığımızda bir elin parmaklarını ancak ve zar zor aşabilirken, zararlarının çokluğunu yokmuş gibi farz etmeyi de Feysbukçu kafamız ile hesap ettik.
 
Modern hayatımızın bu alaka çekici platformunun “can sıkıntısı”na ilaç yüzü, vakit geçirmenin, yani öldürmenin bir makinesi oldu. Kant’ın “insan varoluşunun, ruhun durmaksızın aradığı hisleri bulamayıp boş kalmasından tiksinmesi” olarak nitelediği “can sıkıntısı” bir türlü bize ulaşamadı; çünkü, kimse bilmese de içten içe beğendiğimiz ve kendisiyle uyumlu bir beraberlik sergilediğimiz “ben”, o kibir kumkuması vahşî yaratık boş kalamadı. Boş kalamadı; çünkü Feysbuk ona aradığı yahut aramadığı kendisini oyalayıcı bütün Lanterne Magicia- Büyülü Fener’ini sunmuştu. Ola ki can sıkıntısı, yani Camus’nün deyimiyle “varlık belirtisi” bir yerden kendini dayatabilir diye Feysbuk’un yanı sıra Twitter, Instagram, Tumblr, Foursquare, Vine, Vimeo vesâirlerle kendi kendimizi Napolyon’un Waterloo’da kuşatıldığı gibi kuşattık.
 
Ve böylece, bu kuşatılmışlıkla aslında en başında yapmak istediğimize de ulaşmış olarak “devrim”i yapabildik; Salih Mirzabeyoğlu’nun “adam büyük ressam, ama ufak bir ayrıntı var hiç resmi yok!” demesindeki gibi bu “devrim”de çapımıza nispetle Feysbuktaki “beğeni sayısı” üzerinde oldu. Meydanlarda toplanmak için tâkat ve cesaretimiz olmamasını “Feysbuk’u orada toplanmak için kullanıyoruz!”a hamlettik; oysa, direkt meydanlara inseydik daha kolay değil miydi?  “Modern” diye kutsanan aldatmaca da bu; kurulu felaketin (düzenin) rehaveti, meydanlara inip hakkını aramayı “demokratik” bir hale getirdiği günden bu yana Feysbuk, gerçekleri “paylaştığımız”ı zannettiğimiz, fakat gerçeklerin mahiyetini tahrif ettiğimiz bir platform olarak hayatımıza girdi.
 
Feysbuk ile olan bu enteresan ilişki biçimimizin vardığı nokta, insanın bir süre sonra eleştirdiğine dönüşmesi gibi bir neticeyi verdi. Kafka’nın “Dönüşümü” ile hiç alakası olmayan bu tuhaf ilişki biçimi, çevre faktörünün yetersizliği yahut seviyesizliği ile bir kültür dezenformasyonuna dönüştü; çünkü, Guy Deutscher’in “ ‘kültür’ denilince aklınıza ne geliyor? Shakespeare? Yaylı çalgılar dörtlüsü? Çay fincanını tutarken küçük parmağın kıvrılması? Doğal olarak, ‘kültür’ den ne anladığınız hangi kültürden geldiğinize bağlıdır” sözünde işaret ettiği gibi, hali hazırda bir kültür birikiminden gelmediğimiz için her şeyimiz bir kargaşa ortamından ibaretti. 
 
Bu kendini bilmezlik hâli Feysbuk ile-sanal dünya ile tanışınca gerçekte var edemediğini orada var etmeye çabalamaya dönüştü. Gregor Samsa’nın şaşkınlıkla karşıladığını pek acâib bir sezişle ve hiç şaşırmadan karşılayarak sanal kimliğimizi oluşturmaya başladık. “İnsan, hayatı yaşayanlarla yaşar” hikmetine inat, hayatı olmayan bu sanal kimliklerle yaşamaya başlamamız ilk sıralarda hepimize eğlenceli gelmişti. Ama bütün hikâye de orada başladı. “Eğlence”nin “hayata karşı” olan büyülü tarafı bizi içine çekip aldığında “gerçek” ile aramıza aşılmaz duvarlar da inşâ etmiş olduk. Bu durumun bir virüs gibi sirayet ediciliği Feysbuk’u dayanılmaz ve cezbedici kıldı. Cazibeli olan, olmayanın oluyormuş hissini vermesi ve olamamış herkes için bunun tatmininin yolunun açılmış olmasıydı. Herkesin çok basit ve ucuz numaralarla “bir şey” olabilmesinin albenisi, oluşturulan sanal kimlik ile “gerçek” arasında ister istemez bir bağ da oluşturdu. Böyle olunca da kimlik, ikisi arasında hemencecik bir tercih yaparak olması için belki bir ömür sarfedilen ve ızdırap ile bürülü birçok çaba gerektiren sahicilik yerine, insan tabiatının kolaycılığa meyledişiyle beraber zorlanmadan sanal kimliğin sahte tarafına geçti.
 
Gayesi olmayan yahut gayesi gerçeklikten kaçmak olan bu “profiller”, kendi kimliklerinde reel ile sanal arasındaki farklılığı yerinden oynattı. Bir şey yerinden oynadığında -ki bunu yer kabuğundaki çatlamalar, kırılmalar gibi de düşünebiliriz- artık eskisi gibi değildir. Bir de bunu “karakter”de yahut karakteri henüz oluşmaya başlayan için düşünelim. Bergson “sabit bir fikirdeki katılığın zihinle olan ilişkisini, kimi zaaflar ile karakter arasındaki ilişki”ye benzetmişti; tıpkı bu benzetmedeki katılık gibi sanal ile gerçeklik birbirine girdi. Bahsettiğimiz kırılma neticesinde ortaya çıkan sahte bütünlük, doğrusu ikisini birbirinden ayırt edememe “doyurulmayan açlığın bir süre sonra his iptaline” dönüşmesine benzer hâl, ilk önce ikisini birbirine karıştırma, sonrasında ise his iptalinde olduğu gibi gerçeklik algısının yitirilmesine sebeb oldu.
Feysbuk’un en esaslı tarafı da, bu kırılmanın, toplumumuzdaki, hepimizdeki derin cehaletin dışavurumunun platformu haline gelmesi oldu. “Ağır ol molla desinler” havalarında köşelerimizde otururken bir anda içi kof ceviz gibi bütün çürüklüğümüz meydana çıktı.
 
Kendimizde-cebimizde bir şey olmadığını gördüğümüzde ise sahte profillerimizin içini doldurarak bahsettiğimiz biz olmayan “ben”i yaratmaya kalktık. Bir süre sonra bunun gerçek olarak algılanmaya başlanması, bütün ciddiyetimizi, oluşturduğumuz sahteliğe vermemize sebeb oldu. Bu durumun şuuraltlarındaki temeli ise sanırım olmak istenen ile gerçek arasındaki uçurumun bir türlü giderilememesi, bunu aşamama; “hayaller Paris, gerçekler Güngören” hesabı, Feysbuk profili bir anda “diğer”e sunulan bir gerçeklik olarak kendisini zorlamak durumuna düştü. 
 
“Peki, tüm bu anlatımdaki asıl sorun ne?” diye sorarsak, sanırım cevabı şu olurdu:
 
Buradaki asıl sorun, paradoks, bunun yaygınlığı ile alakalı; çünkü iki tane olsa “hasta” diyeceğiz ama neredeyse bütün profillerin böyle olması, bu durumların tabiî bir hâlmiş gibi kabul edilmesine yol açıyor. Mesela, bu türlü durumların sıkıntısından mütevellit, “ ciddiyeti içinde bir espri” olarak Feysbuk'a, söylenilenin kaale alınmayacağını bilerek ve kendime bir not olarak şöyle yazmıştım birgün;
 
“Feysbuk profilim yüzünden evde caz dinleyip belgesel seyreder hâle geldim. Bütün huzurum kaçtı; çekirdek çitleyip Arka Sokaklar dizisini seyretmek istiyorum ama nafile! Profilime göre bu akşam portakallı Pekin ördeği yiyecek olmam ne acı! Barbunya neyime yetmiyordu da bu hale geldim, şimdi bunu düşünüyorum?”
Roland Barthes “geçmişte efsanelerin yaptığı kültürel işleri, günümüzde çamaşır deterjanı reklamları ve çizgi roman karakterleri yapıyor” diyor. Çizgi roman karakterlerinin “kahraman” olarak sunulması özellikle Amerikalıların dâhiyane bir buluşudur. Köklü bir tarihi olmayanın, bunu oluşturma çabasının bir ürünü olan bu karakterler, bir yönüyle insanlardaki kahraman ihtiyacının sömürülmesi bakımından sanıyorum Amerikalılar açısından zannettiklerinden daha büyük neticeler verdi. Meşhur film yönetmeni Quentin Tarantino bir filminde David Carradine’in ağzından şöyle söyletir:
 
“Batman aslında Bruce Wayne, Spiderman de Peter Parker’dır. O karakter sabah uyandığında Peter Parker’dır. Örümcek Adam olabilmesi için bir kostüm giymesi gerekir. Ve bu noktada Superman’in benzeri yoktur. Superman, sonradan Superman haline gelmedi. Superman olarak doğdu. Superman sabah kalktığında Superman’dir. Diğer karakteri Clark Kent, büyük kırmızı S’li kıyafeti… Kent’ler onu bulduklarında bu kıyafet, sarılı olduğu battaniyedir. Bunlar onun kıyafetleri. Clark Kent’in giydikleri; gözlüğü, takım elbisesi esas kostüm bu. Bu Superman’in aramıza karışmak için giydiği kostüm. Clark Kent bizim, Superman’in gözündeki yansımamız. Peki, Clark Kent’in karakter özellikleri nedir? Güçsüzdür, kendine güveni yoktur. Korkağın tekidir. CLARK KENT, SUPERMAN’İN TÜM İNSAN IRKI HAKKINDAKİ ELEŞTİRİSİDİR.”
 
Aynen bu benzetmedeki gibi FEYSBUK, SANAL DÜNYA’NIN GERÇEKLİĞİMİZ HAKKINDAKİ ELEŞTİRİSİDİR.
 
Baran Dergisi 426. Sayı