“Minnettâr bir kitle olmayı tercih etmek” başlıklı yazınızda Claude Lefort'un bir sözüne atıfla siyaset-toplum ilişkisine değindiniz. Türkiye'de, siyasette minnettar bir kitlenin ortaya çıkışına sebep olan şartlar nelerdir?

Bunun birçok bakımdan sebepleri var. Türkiye'deki siyasî tarihin analizini iyi yapmak lâzım. Minnettar kitle olmayı tercih edenlerin korkuları ve tecrübeleri var; bu insanların yaşadıkları göz ardı edilemez. O yaşanmışlığı tecrübeye dönüştürüp, ders çıkarıp özgüvenle geleceğe yürümek, iktidarını eleştirmek, yanlış ve doğruları rahatça söyleyebilmek lâzımdı. Hâl böyle değil, "minnettarlar" hiçbir eleştirellik içermeyen bir destek ve sadakati benimsemiş durumda. Seçim sürecinde desteğini esirgemezsin; fakat doğrusuna doğru, yanlışına da yanlış dersin. Bu mümkün. Her şeyi, bilhassa yanlışları desteklemek gibi bir mecburiyetin yok! Fakat böyle bir mecburiyet varmışçasına bir iklim doğdu. Bunun ortaya çıkmasındaki temel saik STK'ların, vakıfların, cemaatlerin, sendikaların ve hatta basın ile akademinin kifayetsiz durumda olması. Siyaseti beslemek yerine, siyasetin yönlendirilmelerine geliyorlar. Bunu da bir marifet zannediyorlar.

Bunun ne tür zararı var?

Devlet dediğimiz aygıt, birtakım dönüşüm mekanizmalarına hükmediyor. Yâni ekonomik rantı, statüleri dağıtıyor. Devletin birçok imkânı var elinde. Siz bu imkânları belirli bir kesime açtığınız zaman, birisinin ağabeyini falanca yerde genel müdür yaptığınız zaman yahut başka bir kesime sosyal güvenlik mekanizmaları üzerinden imkân sağladığınız zaman ne olur? İnsanlar minnettar hâle gelir. Bu insanlar minnettar oluyor olmasına; fakat toplumu, toplumun yarınlarını geliştirecek bir performans sergilemekten niçin uzak duruyorlar? Bu aygıtın daha iyi çalışmasını sağlayacak olanlar, eleştirel bir bakış açısına sahip olacak ki; hem sen, hem de toplum gürbüz olsun. İnsanlar kendi ayakları üzerine daha sağlam bassın... Siyasette, hep sen egemen olacaksın diye bir şey yok. Siyasete bağımlı bir toplum oluşturmak toplumun geleceğini tehlikeye atar. Yarın başka bir mekanizma geldiği zaman ne olacak? Minnettar olmanın kimseye bir faydası yok! Eleştirmemenin orta ve uzun vadede faydası değil, zararı var. Siyasî tarihimizde, bizim devlet mekanizmamız çoğu zaman sıkıntılı bir durum arz etmiş. Toplumun makûliyeti, vaziyetini bozmadan kendi ayakları üzerinde durmaya cehdederek bugünlere gelmesini sağladı. Bu toplumsal bir başarıdır. Toplumun gelişmesini sağlayacak mekanizmaların önünü açmak, büyütmek gerekiyordu. Maalesef ne toplumun, ne de siyasetin artık böyle bir arzusu yok gibi. Zaten “siyasetin böyle arzusu olsun?” derseniz. Ona söyleyecek bir şeyim yok. Siyaset siyasettir en nihayetinde.

Bu bir bakıma kimliksizliği de doğurmuyor mu yahut kimliksizliğin bir neticesi mi bu vaziyet?

Dışarıdan baktığın zaman, güçlü bir aidiyet varmış, güçlü bir kimlik etrafında toplanılmış gibi. Fakat bu çok abartılmış, abanılmış bir görüntü veriyor. Kimlik dediğiniz şey, sembolizme boğulmuş bir söylemde tükeniyorsa; bu kimliğin can çekiştiğini söylemek lâzım. Bir yerde yoğun bir abartı varsa, orada o şeyin varlığına değil, yokluğuna dair düşünce sahibi olmak gerek. Bizim kimliğimiz, çok görünür gibi de. Ekonomi-politikte o kimliğin ne tür bir yansıması var? Eğitim politikalarında o kimliği görebiliyor musunuz? Yeni nesil ve kuşakların yetişmesi, fikir, düşünce, kanaat edinmesinde sizin kimliğinizin ne tür bir tasavvuru var? Yirmi yıl geçti, "Kültürel iktidar olamadık." diye kendiniz itiraf ediyorsunuz. Bu şekilde kültür iktidarı olur mu, bu da ayrı bahis yâni. Kültürel iktidar bambaşka bir şey. Senin kimliğin güçlü olduğu zaman, nitelikli olduğunda suya düşen taş gibi dalga dalga yayılır. Etkilediğin insanlar, tesir altında olduğunun farkında bile olmaz. Bizim çocuklarımız, bizden etkilenmiyor mu? Başkalarının estetik kaygılarıyla yetişiyorlar. Niye? Çünkü sizin dışarıdan gelen şeyleri engelleyecek, püskürtecek herhangi bir direnç mekanizmanız yok. Kimliği inşa edecek, olgunluk ve nitelikten de yoksunsunuz. Mesela Endülüs'te mütearrib diye bir tanımlama var. Bu kişiler, Endülüs'te yaşayan, Müslüman olmayan insanlara verilen bir isim. Yâni Araplaşmışlar. Bu nasıl olmuş? Öyle bir kültür var ki, insanlar Arapça öğrenmeye çalışıyor, şiirlere bakıyor, Müslümanlar gibi giyinmeye çalışıyor vesaire. Kimlikten etkilenme... Güçlü bir kimlik var diye... Sanattan siyasete kadar uzanan bir kimlik var. Bu olduğu zaman tabiî ki domine eder, etkilersin. Böyle olmadığı zaman, sembolizme, retoriğe ve söyleme yüklenilir.

Öte yandan bu sorunun nerede olduğunu tesbit ve teşhis etme problemine de işaret ediyor. Ontolojik bir sıkıntı yaşıyoruz, hüviyetsizlik söz konusu… Batı ile Doğu yani İslâm medeniyeti arasında sıkışmış bir toplumuz. Bahsettiğiniz bu değil mi?

Tabiî, tabiî. Temel problemlerimiz özellikle Cumhuriyet dönemindedir. Osmanlı yıkılış sürecinde yaşadığımız travmatik süreç, bizim hissî dünyamızı bloke ediyor, esir alıyor. Özgüvenli hareket edemiyoruz. Birtakım spekülatif mevzular üzerinden mevzuyu tüketmeyi bir şey zannediyoruz. Bu gerçekten böyle. Mesela, bizim ekonomik performansımız iyi gitmiyor. Bu iyi gitmeyişi, küresel oyunlar üzerine atıyoruz. Tamam bunun tesiri vardır illaki; fakat asıl mesele bizim işin düzgün gitmesi için gerekli şeyleri yerine getiremememizdir. Bürokratik işleyiş liyakat ve adalet ilkelerine uygun gitmiyor. Bu da bizi başkaları sabote ettiğinden değil... Biz böyle “istediğimiz” için kötü gidiyor. Suçu başkalarına atmak, görüntüyü görünmez kılmak ve yüzleşmemek iyi bir şey değil ki.

Yüzleşmek şöyle dursun, sorun olarak ortada ayan beyan duran şeylerin dahi adı konulduğu zaman kıyameti koparıyorlar. Kaldı ki böyle bir ortamda sorunlarla yüzleşilsin…

Çok doğru… Yaşadıklarının esir bırakması dediğim şey de buydu. Diyorsun ki, “Şuralardan geldik, bu kadar şey yaşadık, derme çatma bugüne geldik, imkânları heba etmeyelim.” Bunun gibi kısa vadeli, günübirlik kaygıların peşinde koşturuluyor. Bir de biz, donanımımızı yitirdik. Bu şu demek; biz, bu toplumun kahir ekseriyeti, özellikle İslâmî kesim, çok kısır ve verimsiz koşullarda hayat sürdü. Kötü şartlarda var olmaya çalıştı, taşradaydı, imkânları kısıtlıydı ve özellikle yoksul bırakılıyordu. Dolayısıyla hayatta kalma stratejisi de bunun üzerinden kurulmuştu. Şimdi, iktidara geldin; dünya değişti, Soğuk Savaş dönemi bitti, küresel bir dünyada yaşıyorsun; dolayısıyla inşa etmesi gereken artık sizsiniz, donanımınızın da buna göre olması lâzım. Buna dair bir okumamız bile yok. Kaç tane kitap çıkıyor? Öyle önüne gelenin bir şeyler karaladığı kitaplardan bahsetmiyorum…

1990'larda üniversitede okuyordum. Gittiğim kitapçıların büyük bir kısmı şu an test merkezi olmuş durumda. Sınava yönelik kitaplar hazırlıyorlar. Çok güzel dernek, vakıf binalarımız var, imkânlar bollaşmış da gündeminizde ne var? Neyi tartışıyorsunuz? Üniversite dönemlerimde, insanlar bodrum katta sabah namazına kadar dertli-tasalı bir şey tartışıyordu. Mesele konuşuyorlardı. Şimdi ne tartışıyorsunuz? Bizim kamusal havuzumuza hangi keder, ıstırabı taşıyorsunuz? Hangi sanat, estetik bahsini gündeme getiriyorsunuz. Entelektüel yahut zihinsel mânâda üst düzey performans hani? Bunlar olmayınca ne çıkar?.. Daha olmayışının farkında değiliz. Bunu bırakın, derdimizin olacağına dair tasavvurumuz dahi yok.

Sürekli birtakım reformlara ihtiyaç olduğu gündeme geliyor; fakat neye dair olacağı hiç konuşulmuyor. Nasıl bir reformdan söz ediliyor? Daha hususileştirirsek, mesela eğitim ve kültürel iktidar meselesinde...

Biz Kemalistlerden çok kötü eğitim almış, hırpalanmışız bunu bir söyleyeyim. Eğitim dediğimiz de şudur: Mektepte çocukların hepsine, matematik, türkçe, dilbilgisi, inkılâp tarihi öğretmekle olmaz. Siz devletin tekele aldığı eğitimi sivilleştirerek yapabilirsiniz. Yâni, aklı çalışan insanları oralara yönlendirerek bu iş yapılır. Devletin mektebinden, İbn Rüşdler, Galileler ya da İmam-ı Gazâlî çıkmaz. Öyle bir şey yok. Kim çıkartmış da biz geri kalmışız, yok ki öyle bir şey!

Bu da ferdî inisiyatife, idealist fertlerin oluşturacağı müesseselere mi bağlı?

Evet öyle; ama fertlerde de öyle bir vaziyet yok. Ben on sekiz yıldır ulusal basında bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Mesela “Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu’nu tartışın.” diyorum. Sivil bir İmam Hatip isteyelim, din eğitimi devlet tekelinde olmasın. Bizimkiler meselenin sadece Ak Parti iktidarından müteşekkil olduğunu zannediyor. Öyle değil. Ak Parti iktidarından müteşekkil olsa bile işler iyi gitmiyor. İmam Hatip üzerinden, ilahiyat üzerinden bize de bir hayrı yok, bizim dışımızda Alevilere de, Kemalistlere de, diğer insanlara da bir faydası yok. Bizim bunları nitelikli hale getirecek sivil mekanizmalar oluşturmamız lâzım. Devlet bürokrasisinin, Milli Eğitim bürokrasisinin bu işe ne aklı erer, ne de gücü yeter. Çocuklara okuma yazma öğretirsiniz, bu başka bir şey. Bunu eğitim zannetmek, kendini kandırmaktır. “Orada Peygamber Efendimiz’in hayatını okutuyoruz.” diyorlar, tamam güzel bir şey; ama bu bir din eğitimi değil. Hepimiz okul okuduk. Okul ortamındaki ilişkinin, derse bakışın, derse katılımın, ders ile kurulan ilişkinin ne olduğu bilinmiyor mu? Burada başka bir şey var. Bunu fark etmek için başka hangi yaşanmışlık lâzım bize. Reform söylemi üzerinden “Şu ana kadar reform yapmamış olmaları bir tercih meselesiydi. Ne yapılacağını çok iyi biliyorlardı da reform yapmamışlardı, şimdi yapacaklar.” algısı oluşturuluyor. Daha ne yapacağımızı bilmiyoruz ki reform yapalım. Bilmemiz için konuşmamız, tartışmamız, aramamız lâzım. Eski bildiklerimizle aramıza mesafe koymamız, doğru bildiklerimizin yanlış olma ihtimali olan şeyler olduğunu bilmemiz lâzım. Sosyoloji, felsefe, eleştirellik lâzım bize. Bütün bunlar yok, reform yapacaksınız. Nasıl yapacaksınız?

Biz nitelikli bir varlık olabilseydik, bu tarz reform söylemleri, muhabbetleri olmazdı. Biz derken, doğrudan kendimizden bahsediyorum. Sivil denetimden yoksun olduğu zaman siyasetin aktörleri geliyor kafalarına göre bir şeyler söylüyor. Bu Türkiye nasıl bir yer, insanlar nasıl böyle hesapsız kitapsız konuşabiliyor? Hesapsız kitapsız yüzüne konuşulan insanların hâl-i pürmelâli nedir? Ben bu tür şeylere muhatap olduğumda aşağılandığımı hissediyorum. Nasıl bir insanım ki, beni böyle bir şeyle muhatap oluyorum. Bizim tepki göstermemiz lâzım. Bu tür söylemleri alelade konuşan birisinin bunun hesabını vermesi lâzım, kamusal bir denetimden geçmesi gerekiyor. Böyle bir şey olmayınca, mesela, Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk göreve geldi yüz günlük eylem planı, ikinci yüz günlük eylem planı, 2023 vizyon belgesi vs. İşin başından beri söylediğiniz şey buysa, bu iş yalandır. Böyle bir şey olmaz, kimse inanmıyor, herkes heyecanlanıyor. Aradan üç yıl geçti, yazık değil mi bu memlekete. Niye bu kandırmaca ile yol gidiyoruz, ne gerek var.

Ekleyeceğiniz, önemli gördüğünüz bir husus var mı?

Son olarak, siz var iseniz daha güzel bir şey olabilir. Siz yok iseniz başkası size daha güzel bir şey getiremez. Senin yapmadığın bir şeyi kimse sana getirip veremez. Her birimiz yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan mesulüz. Bizim yaptıklarımız, yapacaklarımız ve yapmadıklarımız üzerinden dünya şekilleniyor. Biz bir şey olacağız ki, karşımızdaki bizim varlığımızı gözeterek, o hesabı yaparak konuşabilsin. Birisi bir adım atarken, hesap yaparken, kamu politikası yürütürken, plan program inşa ederken bizim varlığımızı hesap edecek bir yapıda olmamız lâzım. Hesaplar kitaplar oluyor, plan programlar yapılıyor, dünyaya ilişkin bir sürü teoriler var, bizim varlığımızı hesap eden bir şey var mı? Ben fark edemiyorum. Çünkü bir varlık emaresi göstermiyorsun. Hem kendini besleyici bir yapın olacak, hem de sana karşı operasyon çeken, seni yemeye gelen adamın dişlerini kıracaksın. Seni yediğine, ısırdığına pişman edeceksin.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

Baran Dergisi 729.Sayı