Çok duyduğumuz ve kullandığımız bir kelime, vakıf… Bazen de hiç düşünmüyoruz ne anlama geldiğini; sadece iyi bir şey olduğunu biliyoruz. Sohbetimize vakfın ne olduğuyla başlayalım isterseniz.
Vakfın tarifleri muhtelif… Bilhassa son birkaç asırdır dünya çapında yaygınlaşmış olduğundan herkes bir tarif yapıyor. Bu tariflerin merkezinde de vakfın hükmî şahsiyete sahip bir hayır kurumu olması var. Fakat bizim vakıf derken kastettiğimiz İslâm vakıfları olduğundan, yine dost-düşman herkesin vakfın İslâm medeniyeti ile organik bir münasebet içinde bulunduğunu teslim etmek zorunda kalmasından dolayı, tarifi İslâm hukukuna göre yapmanın doğru olacağı kanaatindeyim. Vakıf, basitçe, kişinin değer taşıyan bir malını, özellikle de akarı, yani geliri olan bir taşınmazını Allah rızasını kazanmak maksadıyla alım satımdan ilelebet men edip ibadullaha, yani Allah’ın kullarına tahsis etmesidir. Genelde gelir getiren bir gayrimenkul biçiminde anlaşılsa da, para, kitap, harp araçları gibi menkul mallar da vakfedilebilmektedir. İslâm’daki ana dayanağı Kur’an’daki iyiliği emreden ayetler ile Peygamber Efendimizin meşhur “sadaka-i cariye” hadisidir; yani kişi öldükten sonra bile amel defterine sevap yazılmasını temin edecek sadakadır vakıf. Yine Peygamberimiz de İslâm’daki ilk vakıf kurucusudur. Yani vakfın meşruiyeti, teferruat meselelerde farklı görüşler olsa da, “nass”la sabittir.

Bugün dünyadaki ve Türkiye’deki vakıfların sizin bu tarif ettiğiniz vakıfla benzeştiği ve ayrıştığı yönler nelerdir?
Bir kere şu hususu ifade etmek isterim: Bu gün dünyada ve Türkiye’de tesis edilen vakıfların şeklen ilham kaynağı İslâm hukukudur. Bunu çok rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Bilhassa hükmî şahsiyete sahip Avrupa vakıfları ancak 16. Asırdan sonra ortaya çıkabilmiştir. Bizde ise en baştan itibaren hükmî şahsiyet vardır ve vakıf hukuku daha ikinci asırda tam şeklini almıştır. O günden beri bazı şeklî değişiklikler hariç aynı kalmıştır. Vakıf, mahiyeti icabı, tamamen inanca müteallik bir kurumdur; yani işlevini uzun süreler boyunca sağlıklı sürdürebilmesi –ki tarifinde ilelebet şartı vardır- ancak o kurumun faaliyetlerinin kendisine ecir kazandırdığına inanan insanlar tarafından yürütülmesiyle mümkün olabilir. Avrupa’da da inançlı insanlar vardı elbette; inançlarına son derece bağlı olan ve iyilik etmek isteyen insanların, İslâm’daki vakıf kurumunun yaptıklarını görerek aynısını kendi ülkelerinde uygulamak istemeleri anlaşılabilir bir şeydir. Gerçi bazı tarihçiler Avrupa’daki vakıf kurumunun Müslüman vakıflarıyla alakası olmadığını söylemektedir, ama 16. Asır öncesinde ve sonrasında Avrupa’da kurulan vakıflara baktığımızda -ben bunlara “vakıf benzeri kurumlar” diyorum- büyük farklılıklar görmekteyiz, hem mahiyet hem de fonksiyon olarak. O yüzden başka kaynaklardan esinlenmiş olsalar da, bugünkü şekli bizden alınmış. Alınmış alınmasına da, nasıl protez yapılar bugün Türkiye’de ve İslâm dünyasında çok işlevsel olmuyor, bünye bunları kabulde zorlanıyor ve kendine benzetmeye çalışıyor ya da olmayınca reddediyor, aynı şekilde İslâmî vakıf kurumu da Hristiyanların elinde özünü kaybetmiş, kendi itikatları istikametinde şekillendirilmiştir. Zaten 19. Asırdan sonra da laik bir kimliğe sahib olmaya başlamışlar. Hâlbuki dediğim gibi, vakıf tamamen inancın motor vazifesi gördüğü, muharrik kuvvet olduğu yapılardır. İşin doğrusu inanç, her kurum için muharrik bir güç olarak lazımdır, ama vakıfta bu olmazsa olmazdır. Hiç insanlara kötülük etmek için, onları sömürmek için vakıf kurulur mu? Ya da dünyevî gayelerle? Bugün Batıda kurulan vakıfların ana gayesi, karşılıksız iyilik etmek değil, Batı hükümranlığını sürdürmektir. İşte Soros vakfı, işte Konrad Adeneur vakfı. Bu iki örnek bile çok şey anlatabilir. Türkiye’deki vakıf hukuku da cumhuriyetin ilanından sonra laikleştirilmiştir. İslâm’da faiz yasaktır, ancak İslâm şeriatine göre tesis olunmuş vakıfların paralarıyla kurulan Vakıflar Bankası çatır çatır faizle iş görür. Tamamen pragmatik, faydacı bir şekilde yanaşılmıştır vakıf meselesine cumhuriyetten sonra. Günümüz Türkiye’sinde kurulan vakıfların İslâm’dan ziyade son birkaç yüzyılın Batı vakıf kalıbına göre tesis olunduğunu görmekteyiz. Özetle günümüz vakıfları İslâm vakıflarına şeklen benzese de mahiyet olarak farklıdır. Şunu da eklemem icâb ediyor: İslâm vakıfları, İslâm şeriatının şekillendirdiği müesseselerdir, bu yüzden de İslâmî düzenin olduğu ortamda yaşayabilirler, varlıklarını sağlıklı bir şekilde sürdürebilirler. Yani o düzenin rengini verdiği bir iklimin, bir habitatın ürünü olarak amaçlanan vazifelerini yerine getirebilirler.

Avrupa’daki vakıflardan bahsederken orada da önceden vakıfların olduğunu söylediniz. Vakfın geçmişi nereye kadar uzanıyor ya da ilk vakıf ne zaman kurulmuş? Bu konuda elimizde bir malumat var mı?
Bu konuda elimizde bir veri yok. Yani ilk vakfın ne zaman kurulduğuyla alakalı… Yalnız, tarihî kayıtlara baktığımızda muhtelif medeniyetlerde vakıf benzeri yapıların oluşturulduğunu müşahade etmekteyiz. Budistlerin kurduğu vakıflar var mesela ve bizim vakıfları andırıyor. Yine Hinduların, Çinlilerin, Zerdüşt İranlıların vakıf benzeri kurumları var; hatta eski Türklerin kurduğu vakıflardan da bahsedilir. Çok eski zamanlarda, dört bin yıl önce Mısır’da kurulmuş vakıf benzeri hayır kurumlarına ait bazı tescil kayıtları var elimizde... Mesela kaydı bulunan bu vakıf, bizdeki zürrî vakıflara benziyor. Kısacası eski medeniyetlerde vakıf benzeri hayır kurumlarının tesis olunduğunu ve bunların birbirlerine benzer özellikler taşıdığını görüyoruz. Aslında biraz daha yakından baktığımızda hepsinin bizdeki vakıflarla birçok yönden benzer özellikler taşıdığını bile söyleyebiliriz. Burada medeniyetler arası etkileşim neticesinde bu yapıların ortaya çıktığı ve bu benzerliklerin oluştuğu iddiaları var. Bunda nisbeten bir haklılık payı var ancak bu benzerliği ortaya çıkaran saik kanaatimce daha derinlerde.

Bildiğiniz gibi, her ideoloji, her inanç, en azından hitap ettiği topluluğa adalet, huzur ve maddi-manevi kazanç temini iddiasıyla ortaya çıkar. Ayrıca çapı ne olursa olsun herhangi bir topluluğun kendi iç bünyesinde yalan, kötülük, despotizm vs. üzerine kaim olması mümkün değildir. İnsanlar böylesi bir münasebet ağı içerisinde birbirine entegre olamaz, birbirleriyle bütünleşemezler; kurulan görünüşteki entegrasyonlar da dağılma eğiliminde olur hep. Düzen kurulamaz. Bunlar terkibî, yani tümdengelimci hükümler olarak görülebilir, fakat kendi hayatımızda bizatihi bu hali tecrübe etmekteyiz. Meşhur “bir nizam küfür üzerine durur, zulüm üzerine durmaz” hükmü son derece doğrudur. Buradan nereye varıyoruz? Kısaca söylemek gerekirse, insanoğlunda doğruluğa, iyiliğe, güzel olana fıtraten bir temayül var; aslolan bu ve aksi durumlar kalıcı olamıyor, yıkılıp gidiyor. Yine burada şahsi tecrübelerimizle de yakîn halinde bildiğimiz üzere, insanoğlunun bir misyonla yüklü olduğuna dair bir inanç taşıdığı, her şeyde bir anlam aradığı, o yüzden inançsız yaşayamadığı –ki ateizm de bir inanç biçimidir- hakikatlerini peşpeşe zikredebiliriz. Bizler Müslümanız; yani Allah’ın bizi bu dünyaya imtihan için gönderdiğine inanıyoruz. Rahmetinin genişliğinden de bizi “mihraksız” bırakmamış, her topluluğa, onlara miyar/kıstas sağlayacak bir peygamber göndermiştir. Diğer dinlerle alakalı mevzuya da uzayacağından dolayı müsaade ederseniz girmeyeyim. Bizim bütün hayat görüşümüzü, tarih anlayışımızı, iktisad görüşümüzü vs. bu hakikat, yani Allah’ın varlığı ve O’nun bize hidayet için peygamberler gönderdiği mutlak hakikati belirler. İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, her şeyi çevreleyen bu hakikati şöyle hülasalandırır: “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı; ilk dil, ilk insanla vardı.” Şimdi kanaatimizce her Müslüman, hatta herhangi bir dine mensub birisi için mütearife olması gereken bu hükümden hareketle vakıf konusunda diyorum ki, ilk vakfı kuran da muhtemelen bir peygamberdi. Hem çok farklı zaman ve mekânlarda ortaya çıkmaları ve hem de bu kadar farklılığa rağmen aralarında büyük benzerliklerin bulunması, insandaki iyiliğe mütemayil fıtratın yanı sıra –ki bu temayülün “Yaradan” olmadan izahı yok- o devir ve mekândaki peygamber tesiri sebebiyledir. Materyalist bir tarihçi, Allah’ın yokluğuna inancını “mutlak hakikat” alıp vakıfların ortaya çıkışı da dâhil bütün tarihi gelişimi ona göre “şekillendirmeyi” doğru ve bu tutumu kendine hak görüyorsa, yani bütün tarihin bu şekilde oluştuğuna inanıyorsa, biz de böylesi bir tarih hükmünü, hem de izah çerçevesini çok daha iyi doldurabildiğimizden ötürü, doğru ve kendimize hak görüyoruz.

İslâm devrine gelince; İslâm devrinde ilk kurulan vakıf, Peygamberimizin kurduğu Muhayrik vakfıdır. Sonra yine Resûlullah Efendimizin tavsiyesi -emri de diyebilirsiniz- ile Hz. Ömer’in kurduğu Semg arazisi vakfı var. Bu vakıflar ve sahabe-i kiramın kurduğu diğer vakıflar, Peygamber tarassudundadır ve sünnete dâhildir. Vakıf müessesesine şeklini veren Peygamberimizdir yani. Sahabe-i kiram efendilerimizin birçoğu ellerindeki imkânlar muvacehesince vakıf kurmuşlardır; silahı olan silahını, devesi olan devesini vakfetmiştir. Buradan bile vakfın ne kadar mühim bir mesele olduğunu ve vakıf mallarla oynamanın bir Müslüman için ahiret açısından ne kadar tehlike arz ettiğini idrak etmemiz lazım.

İslâm, özellikle de Osmanlı için “vakıf medeniyeti” tabiri kullanılıyor. Bana göre bu biraz üstünkörü söylenen bir söz; çok anlaşılarak söylenmediği düşüncesindeyim. Mesela genellikle vakıf sayısının çok olduğu, hatta kuşlara bakmak için bile vakıfların kurulduğu bir ülke ya da medeniyet gibi algılanıyor. Nedir vakıf medeniyeti tabirinden kast edilen?
Sizin de belirttiğiniz gibi, bu konuda derinliğine malumat sahibi kişileri istisna tutarak söylüyorum –ki vakıf medeniyeti tabiri zaten onlara ait-, içtimaî sahada vakfın önemi tam anlaşılmıyor. Anlayanlar da bir merkeze bağlayamıyorlar. Bu meseleyi açmak için ilk önce İslâm ve Osmanlı devlet modeline bakmak lazım. İslâm idaresi, bugün bizdeki “her şeyi bilirim, her şeyi yaparım” hissiyatı taşıyan –haşa- “tanrılık” iddiasındaki devlet anlayışının aksine, mutlak kudret sahibinin Allah olduğuna iman etmiş, tasarrufu altında bulunanların da –sadece insanlar değil, toprak da dâhil her şey- Allah tarafından ona emanet edildiğinin idrakinde olan bir rejimdir. Kendini bir üst varlığa ve değiştirilemez, herkes için ortak kurallara bağlamış ve bir iman mihrakı etrafında toplanmış bir devlet-cemiyet bütünüdür bu... Bu cemiyetin idare şekli de bu anlayışa mutabık olacaktır elbette. Anlaşılması için söylüyorum: 19. Asrın ortalarına kadar İslâm ülkelerindeki cami, köprü, yol, suyolu vb. bütün bayındırlık işlerini, bütün belediye hizmetlerini, bütün sosyal hizmetleri ve yardımları yapan, eğitim işini külliyen üzerine alan vakıflardı. Devletin vazifesi, ülkeyi düşmanlara karşı koruyup İslâm’ın izzetini yaymak, adil yargılamayı teminat altına almak ve hem yargı kararlarını uygulayıp hem de halkın asayişini sağlamaktı; yani asker, güvelik kuvveti ve hâkimden, yani kadıdan oluşan bir daimi memur kadrosuyla bunları yönetmekle mükellef daha dar bir üst kadrodan ibaretti devlet. Tepede hükümdar vardı. Bütün bu zevatın tek tek her birini ve topluca hepsini kendine bağlayan, değiştirilemeyen, oynamaya kalkanın meşruiyetini ortadan kaldıran şeriat vardı. Bu manasıyla bugün hukuk devleti diye esip gürleyenlerin asıl bakması gereken model budur. Hukukun dünyada güçlü olanın kendini korumak için kullandığı kalkan haline getirildiği bugün, İslâm hukukunun kıymetini bir kere daha anlıyoruz.

İslâm devletlerinde ve Osmanlı’da devletin bugün anladığımız manada bir bütçesi yoktu; buna gerek de yoktu. Her meseleyi oranın imkânlarıyla yerinde çözmek ana ilkeydi. Tüm topraklar teoride devletin, yani kamunundu. Elbette rantiyecilik de kendine filiz atacak bir toprak bulamamaktaydı bu düzende. Bu noktada şu ehemmiyetli hususu açıklığa kavuşturmak gerektiğini düşünüyorum: Bazı fetvalarda da görüldüğü üzere, İslâm ile idare olunan devlete vergi vermek, zekât sayılmaktadır. Yani İslâm ile idare olunan devlete vergi vermek, bir Müslüman açısından ibadettir. Devlet-millet birlikteliğini daha iyi ne anlatabilir bundan başka? Bir İslâm devletinde kamu yararına işler yapmak ve hele de bunu yapmasını başkalarından beklemeden yapmak ibadetti. Peygamberimizin “hayırda yarışınız” emri mucibince Müslümanlar, hele ki ellerinde biraz da imkân bulunanlar, hem mesuliyet şuuruyla hem de ecir kazanmak maksadıyla, yaşadıkları bölgelerin imarı, okul açma, cami yapma vs. işler için ya tek başlarına ya da bir araya gelerek vakıflar kuruyorlardı. Her iş için kurulmuş bir vakıf vardı; aynı yerde aynı maksatla iki ayrı vakfın kurulmasına izin verilmezdi. Bugün sivil toplum diye diye diye dillere pelesenk olmuş meselenin hakikati ve en alası vakıf kurumudur. Halk yekvücut idarenin içindedir; bütün hizmetlerin görülmesine müdahil olduğundan onların bozulmasına da izin vermez. Halk müsbet olanda teşvikçi, menfi olanda engelleyici pozisyondadır. Eğer demokrasiden kast edilen halkın idareye etkin bir şekilde katılımı ve onu gerçekten tesir altında tutması ise, gelmiş geçmiş en iyi demokrasi örneğine İslâm devletlerinde rastlarız. Halk, bilhassa da alimler vasıtasıyla ve kurduğu müesseseler yoluyla sürekli idareyi tarassut altında tutmuştur. Bu anlattıklarım ütopya değil, yaşanmış şeyler. Biz yaptık bunları, bütün bir ümmet-i İslâm…

Bütün İslâm tarihi boyunca kurulmuş vakıf sayısı bilinmiyor. Çünkü çoğunun tescil belgesi ya yapılmamış ya da kaybolmuş. Bazıları iki yüz bin rakamından bahsediyor, ama kanaatimizce bu rakam çok daha fazla, belki milyona yanaşan bir sayıda İslâm tarihi boyunca tesis olunan vakıf sayısı. Hadiseye bu cihetten bakınca sayının aslında çok abartılı olmadığı ve niçin İslâm medeniyetine vakıf medeniyeti dendiği daha iyi anlaşılmıştır umarım. Bu konuda son bir not eklemek isterim, önemli gördüğüm için: İmam Şafii’ye göre Arabistan yarımadası hariç tüm İslâm toprakları “vakıf arazi” sınıfındandır; Müslümanlara vakfedilmiştir. Hadisenin ebatları sanıldığından çok daha büyüktür.

Son olarak, vakıf kurumunu mevcut durumda, mevcut koşullarda ülkemiz için daha faydalı kılmamız mümkün mü? Mesela vakıfların Batı menşeili finansman sistemine alternatif olması mümkün mü? Bu soruyu yazılarınızda oldukça ilgimi çeken para vakıfları bağlamında soruyorum.
Daha önce de belirttim: Bir kurum, kendini oluşturan unsurlar ve bu unsurların içinde kaynaşıp boy verdiği iklimden ayrı düşünülemez. Yani iki farklı yerdeki aynı işlevi gördüğü iddia edilen iki kurum birbirinden farklıdır, çünkü insanlar, cemiyet düzeni farklıdır. Hele ki o iklimde, oranın potansiyeli ile mutabık bir şekilde kurulmamışlarsa olay daha da farklı görünüm alır. Bunlar protez uzuvlar gibi olurlar; asla asıl yeşerdiği yerdeki fonksiyonlarını icra edemezler ve sukut-ı hayale yol açar bu durum. İslâm şeriatında örfe bu kadar önem verilmesinin bir sebebi de budur.

Tamam, vakıf bu gün de var ve samimi insanların elinde hizmetler ifa ediyor. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde böyle: İyi ve samimi insanların elinde bu tarz hayır kurumları nisbeten iyi işler yaparlar. Ama o kadar. Bir noktadan sonra bu iyi işler kendinden ibaret kalır ve hatta ne yazık ki bazen tersine bile inkılap edebilir, suiistimal edilebilir, o işi yapanların bilgisi dışında. Bir de deminden beri anlattığım vakfın bizde devlet müessesesinin ana motoru olduğu gerçeğini göz önüne aldığımızda mesele biraz garipleşiyor. Yani bizim vakıf anlayışımız İslâm idaresiyle bütünleşik bir mahiyettedir; öyle olmazsa kendinden bekleneni veremez. Onun bütün bir cemiyeti, alanıyla vereniyle, yararlananıyla yararlandıranıyla iyiliğe ortak ederek, katılımı temin ederek sağladığı hem maddeten hem manen iyileştirici, sağaltıcı tesir, ancak böyle mümkün olabilir. Bu bir düzen meselesidir kısaca… Buna para vakıfları güzel bir misal teşkil eder.

Para vakıfları bizde çokça tartışılmış ve nihayet Kanuni devrinde şer’î zeminini bulmuştur. Özetle, vakfedilen yapıların –binaların vs.- bir süre sonra yıpranması, tamirata ihtiyaç duymaları, arazilerin verimliliğinin düşmesi, bölgedeki ticaretin artıp eksilmesine, yolların değişmesine göre kira gelirlerinin oynak olması vb. sebeplerden, daha sağlam ve vakfedenin maksadlarını ifaya daha yaklaşan bir yöntem olarak para vakıfları tesis olunmaya başlanmıştı. İlk örneklerinin Abbasilerin son devirlerinde görüldüğüne yönelik iddialar olsa da, asıl olarak 13. Asırdan sonra yaygınlaşmış ve tartışmaların yapıldığı 16. Asra gelindiğinde vakıfların ciddi bir kısmı para vakfı halini almıştı. Şu oldu bu oldu para vakıfları örfe istinaden ve belli kaidelere uymaları şartıyla şeriat dairesi içine alındı. Bu tür vakıfların yükseliş trendi de böylelikle ivme kazanarak sürdü. 19. Asırda vakıfların çoğunluğu artık bu tarz vakıflardı. Bu bizde pek bilinmez.

Farkı ne diğer vakıflardan?
Bunlar mevkûf paranın rıbhının, yani kârının, bir cihete tahsisine dayanan, bu işlemi de şer’î muamele denilen bir yöntemle yapan vakıflardı. Bilindiği üzere mevkuf malın eksilmemesi, ilelebet kalması, en azından teorik olarak istenir. Bu vakfın şartlarından biridir. Para borç verilip bundan bir gelir elde edilemeyince, hayır sahibinin sürekli görülmesini istediği hizmet (mesela babasının, dedesinin ve ölümünden sonra kendisinin ruhu için, yevmiyesi verilmek suretiyle her gün şu kadar yasin okunması) yapılamaz. Bir de mütevellinin maaşı ve diğer masraflar, -ki bazı vakıflarda ciddi meblağlara varırdı bu-, göz önüne alındığında, vakfedilen paradan bir gelir elde edilmezse, çok kısa zamanda tükenmesi mukadderdi. İşte bu yüzden bu tür vakıfların –ama sadece vakıfların, burası önemli- bir mal üzerinden şer’î bir işlem ile rıbh adı altında, verdikleri borçtan daha fazla parayı geri almalarına izin verilmiştir. Ebussuud’un başkanlığında bir heyetin verdiği bir fetvadır bu.

Şimdi önemli noktaya geldik. Bu fetvaya faize cevaz veriliyor diye karşı çıkanlar olmuştur. Hâlbuki burada bu fetvayla ammenin menfaati gözetilmektedir. Yani amme menfaati söz konusu olduğunda, bir kurum bu işlemi yapabilir hale gelmektedir bu fetvayla. Dikkat edin: Şahsî bir menfaat veya kâr için geçerli değildir fetva. Sadece vakıflar ya da mahiyeti itibariyle vakıf addedilen devlet kurumları –çünkü devlet kurumları nihayetinde kamunundur- bu fetvanın kendilerine açtığı sahada faaliyet gösterebilirler. Elbette buradaki devlet İslâm idaresi altındaki devlettir. Yoksa laik bir devlet de bu fetvanın kapsamı içinde değildir. Bu fetvayı basamak yaparak şahsî menfaat güden bankalara yönelik modern hocaların verdiği “fetvalar” kadüktür. Bu tarz bankaların yaptığı işlemler, nasıl yapılırsa yapılsın, faiz kokusunu içinde barındırmaktadır. Bir de bu fetva borç verme yönündendir, yani kredi kullandırma yönünden. Mevduat toplayıp sahibine yine benzer işlemlerle “kâr payı” adı altında bir para vermeyi de kapsamamaktadır, vakıf bile olsa. Diğer taraftan para vakıfları vasıtasıyla, İslâm ile idare olunan bir devletin bir kamu bankası kurarak ihtiyaç sahiblerine kredi temininin yolu açılmıştır. Topladığı paraları da, kendisinin kuracağı veya dâhil olacağı kurumlarla yatırıma çevirip ülke kalkınmasına katkıda bulunabilir. Zaten “mudarebe” cinsi bir işlemdir ve helaldir. Mevcut statüko içinde, indî mülahazalarla fıkhî terimleri ve müesseseleri, orasını burasını çekiştirerek yeniden tarife yeltenmek doğru değildir. Doğru olan, bunların uygulanabileceği zemini tesis etmektir.

Doyurucu bir sohbet oldu. Teşekkür ederim.
Asıl ben teşekkür ederim. 

Star Gazetesi - İktibas

Baran Dergisi 530. Sayı