Yazarlar Birliği’nde “Necip Fazıl Konuşmaları” isminde bir program düzenlediniz, bu program nasıl geçti, istediğiniz verimi alabildiniz mi?
Üstad’ı 45 yıldır tanıyorum. O günden bu güne Üstad'ın çilesini kendime dert edindim. Öğrencilik hayatımda, öğretmenlik yaptığım yıllarda ve belediye başkanlığı yaptığım yıllarda, Üstad’ın Büyük Doğu Davasını kendime şiar edindim ve her dâim o çizgide ilerledim. Üstad’ın da İdeolocya Örgüsü’nde dediği gibi Büyük Doğu İslâm’ın emir subaylığıdır. Ben şahsen, Üstad’ı tanıdıktan sonra Müslümanlığı anlayabildim. Elbette ki Müslümandık ancak herkes gibi “marka Müslüman”ıydık. Marka Müslüman’ı tabirinden kastım, sadece kimliğimizde İslâm yazması dışında hayatımızda İslâm’ı yeterince yaşamadığımızdır, Allah’a hamd olsun ki Üstad’ı tanımakla birlikte İslâm’ı da tanıdım ve yeniden hayata geldim diyebilirim. Üstad vefat edeli 30 sene oldu ancak davası hâlâ yaşamaya devam ediyor ve bugünkü siyaset arenasında da bunu sıklıkla hissedebiliyoruz. Yürüyen Büyük Doğu, yaşayan Büyük Doğu kavramları artık yerli yerince oturmuş durumdadır. Sayın cumhurbaşkanı, sayın başbakan her dâim “Büyük Doğu mektebi”nden geldiklerini sözlerinde ve icraatlarında vurguluyorlar, bizler de bunu biliyoruz. Sadece devletin üst kademeleri değil, sıradan bürokratlar dahî Büyük Doğu davasının teknesinde yoğrulmuşlardır. Bugün hamd olsun, Türkiye istediğimiz, beklediğimiz hedefe doğru gitmektedir.
Salih Mirazabeyoğlu’nun dediği bir şey var: “Şartlar, Türkiye’yi misyonunu üstlenmeye zorluyor.”
Ortaokulda  ve ilkokulda bize öğretilen bir tekerleme var; “Edirne’den Van’a ne güzel akar ırmakları yurdumun” diye, bu şekilde sınırlarımızı Edirne-Van, Antalya-Trabzon arası biliyorduk ama ne zaman ki Büyük Doğu İdeolocyası ile tanıştık, o zaman sınırlarımızın çok daha geniş olduğunu, Osmanlı coğrafyası diye tabir ettiğimiz memleketlerin de bizim, bizden olduğu bilincine vardım. Üzerinde az ya da çok Müslüman yaşayan topraklar bizimdir, İslâm’a aittir. O nedenle özelde bu topraklara olmak üzere her yere İslâm sancağını dikmelidir Türkiye. Sancak nereden düştüyse oradan kalkmalıdır, biz bu yüzden Anadolu’yu İslâm Davası’nda öncü olarak tanımlıyoruz. Sancağımız 1923 sonrası yapılan devrimlerle düşürüldü ve bu sancağı tekrar dikmeliyiz. İşte Salih Mirzabeyoğlu da bundan dolayı bu çileleri çekiyor, yaşayan Büyük Doğu İBDA Fikriyatı’nın mimarı olarak İslâm adına savaş veriyor. Tevarüs ettiği çile, tevarüs ettiği dava budur.
Kimi kesimler Büyük Doğu’dan bahsediyor, ama Salih Mirzabeyoğlu'nu görmezden geliyor.  Sizce bu mümkün mü?
Bu dava, yani İslâm Davası şahısları aşan, onlarla sınırlanamayacak derecede büyük ve ehemmiyetli bir davadır. Salih Mirzabeyoğlu ve Necip Fazıl birer şahıstır ve Allah ve Resulü’nün davası onları da aşacak büyüklüktedir. Ancak Allah’ın vesile kıldığı insanlar vardır. İmam Rabbanî, İmam-ı Azam, İmam Gazalî Hazretleri olmasaydılar İslâm devam ederdi, ancak biz bu uluları görmezden gelemeyiz. Çünkü İslâm’ın sancak taşıyanı öncülerimizdir… Necip Fazıl da, Abdülhamid de böyledir. Dönemlerinde üstlendikleri dava vazifelerini lâyıkıyla yerine getirdiler. Salih Mirzabeyoğlu da döneminin memuriyetini üstlenmiş bir dava adamıdır. Bazıları Mirzabeyoğlu’nu hafife alsa da, burun kıvırıp dudak bükse de bugün davanın merkezinde bir konumdadır Mirzabeyoğlu. Haliç Kongre Merkezi’ndeki verdiği konferansa halkın gösterdiği teveccüh de bunu ispatlar niteliktedir. Salih Mirzabeyoğlu eğer dik durmayıp, eğilip bükülseydi onu içeri atmazlardı. Boş yere bu davanın çilesini çekmedi Mirzabeyoğlu, hep dimdik durdu. Bizler Allah’ın izniyle kendimizi bu davayı sonuna kadar yürütmeye adamış insanlarız, bu uğurda da canımız feda… Bir de kendilerini davaya adamış olarak görenler var ki, aslında onlar adanmış değil, aldanmışlardır! ‘Paralel Yapı’ dediğimiz yapıdır bu aldanmış insanlar. Biz 30 sene evvelce de Allah’ın bir lütfu olarak bu yapıyı teşhis edip, teşhir etmiştik. Misalen biz bugün Mirzabeyoğlu’nda bir yanlış tutum görseydik, onu anında terk ederdik. Ancak paralel yapı davayı sadece “Fettoş”a bağlamış durumda. Bizler hakikati en başından görmüşüz. Bu da Hakkperest olmamızdan gelen bir lütuftur. 
Son dönemlerde Türkiye bağımsızlık mücadelesi vermekte ancak atılan her müsbet adımda yeni bir engel çıkarılıyor. Paralel Yapı buna bir örnek. Sizce Paralel Yapı’yı tamamen tasfiye etmek mümkün mü, onlara karşı yürütülen mücadele yeterli mi?
Yürütülen mücadeleyi ben yeterli bulmuyorum. Sayın cumhurbaşkanımız Tayyib Erdoğan Bey de bu yapıyı başbakanken geç de olsa fark etti ve ilk hamleyi o zamanlarda yaptı. Ancak bu yapının ABD ve taşeronlarının emperyalizmine hizmet ettiğini görenler ve bilenler vardı. Bunlar da Büyük Doğu-İBDA çizgisine bağlı kişilerdi. Fakat biz o günlerde sesimizi çok da duyuramıyorduk, o gün iktidar olan AK Parti de fazla eğilmiyordu bu konuya. Tabii ki şimdi bu yapının foyası ortaya çıktı ama onlara karşı çok da şümullü bir hareket yürütüldüğü söylenemez. Elbette ki Tayyib Bey kendinden beklenenin de üstünde bir mücadele veriyor bu yapıya karşı, ancak bu mücadele tek kişinin omuzlarında yükselemez ki…
Tayyib Erdoğan sanki tek başına mücadele ediyormuş gibi bir görüntü var ortada…
Sizler başından beridir bu konuya eğiliyorsunuz, Baran Dergisi ve Aylık Dergisi’ni takip etmekteyim; dolayısıyla sizin de bu konulara derinlemesine vakıf olduğunuzu biliyorum. AK Parti, 12 senedir iktidarda, ancak bu ajanlarla bir senedir mücadele veriyor. Paralel Yapı devletin bakanlıklarında, emniyet biriminde çok ciddi şekilde örgütlenmiş durumda ve şu anda kendilerini gizliyorlar, saklanma moduna girmişler. Bu çok vahim bir durum, çünkü bunların arkalarında CIA var MOSSAD var… İçte de bunların değirmenine su taşıyan CHP-MHP Kemalist ikilisi var. Zaman zaman Kandil ve HDP de bunların kervanına katılmaktadır. Dolayısıyla Tayyib Bey’in tek başına bu mücadeleyi sürdürebilmesi pek de mümkün olmayabilir… Onun için AK Parti, teşkilatlarını ve belediyelerini bu husus hakkında harekete geçirmelidir. Mesela devletin başkentinin 5 dönem belediye başkanlığını yürüten Melih Bey, paralel yapıyla mücadelede kılını dahi kıpırdatmadı, biz bunları çok yakından takip ediyoruz. Gezi Olayları esnasında çok güzel şekilde hükümetini savundu, ama  Paralel Yapı söz konusu olduğunda neden ağzını açıp iki kelime söylemiyor? Halbuki Gezi’nin de arkasında Paralel Yapı vardır. Gerçekten acayip bir durum…
AK Parti’nin kuruluşundan itibaren bir koalisyon tarafından yönetildiğini biliyoruz. Üç dönemdir iktidarda olmasına rağmen hâlâ sağlam bir yapı oluşturamadı Tayyib Erdoğan. Sizce bu seçimlerden sonra böyle bir kemik yapı oluşur mu?
Ben muhterem cumhurbaşkanımızla birlikte çok eski yıllardan beridir siyaset yapmış birisiyim. Kendilerinin toplantılarda, mitinglerde, Üstad’ı anma törenlerinde her zaman söylediği “Büyük Doğu’yu birlikte inşa edeceğiz” sözlerine şahidim. İnşallah kendileri de bu satırları okurlar, benim kendisine söylemek istediğim şudur: Eğer Büyük Doğu’yu inşa edeceksek, bunu Büyük Doğu-İBDA çizgisine bağlı insanlarla başarabiliriz. Haliç Kongre Merkezi’nde Salih Mirzabeyoğlu’nu dinlemeye gelen ve gelemeyen ancak müştereken Büyük Doğu’da kenetlenmiş insanlar ile kurulabilir. Kendileri de bunun idrakindedir umuyorum… Önümüzdeki, kıran kırana geçeceği şimdiden belli olan bu seçimlerde kaç tane Büyük Doğu-İbda çizgisine mensup milletvekili adayı çıkarılacak göreceğiz. Ben, şahsen AK Parti’den milletvekili aday adayıyım, kendimi aşan bir dava için aday adaylığımı ilan ettim. Velev ki ben aday olamadım, olsun hiç problem değil, önemli olan, mücadele azmiyle bu savaşı sürdürecek insanlarla dolmasıdır meclisin. Anayasayı değiştirebilecek cesur bir kadro olmasıdır temennimiz. 
Peki, başkanlık sistemi hakkında görüşünüz nedir, Türkiye’ye ne gibi getirisi olabilir?
Tayyib Bey’in cumhurbaşkanı seçilmesinden beri, başkanlık sistemi tartışılmaya başlandı ancak ben bu tartışmaların pek layıkıyla yapılmadığı kanaatindeyim. Şu anki sistem ile başkanlık sisteminin arasındaki farkların iyi niyetli tartışıldığına ben inanmıyorum. Bizim cephemizden baktığımızda, başkanlık sistemi bize çok daha uygun bir sistem. Tayyib Erdoğan ABD’deki gibi bir başkanlık sistemiyle başkan olsa da Türkiye’deki sorunlar, sıkıntılar bitmez. Çünkü Türkiye’de bir rejim problemi var. “Başyücelik Devleti” ve “Hilafet” gibi kavramlar artık tartışılmalıdır. Cumhuriyet yıllarında işlenen türlü suçlarla, türlü cinayetlerle hilafet unutturuldu.  Zulüm yılları olan 1940’lı senelerde Üstad “Başyüce, Başyücelik” demiştir ve bunların ciddi mânada tafsilatını yapan da Salih Mirzabeyoğlu’dur. Özellikle ben bugünün aydınlarına ve siyasilerine “Başyücelik Devleti” kitabını okumalarını öneririm. Tayyib Bey devrim çapında adımlar atıyor veya atacak, ona “Başyücelik Sistemi”ni incelemesini öneririm. Çünkü ben çokça faydalandım o kitaptan ve Üstad’ın İdeolocya Örgüsü’nün bir tefsiri gibidir o kitap. O nedenle başkanlık sistemi yeterli değildir bizim için. İslâmi coğrafyaya Türkiye’nin tesir edebilmesi için, Ortadoğu’daki birliği sağlayabilmek için gerekli olan tek sistem hilafettir. Bizim istediğimiz, bizim köklerimizden güç alacak şekilde bir rejim değişikliğidir. Bir adım olarak başkanlık sistemini olumlu buluyorum, ancak Tayyib Bey başkan oldu diyelim, onun döneminde veya ondan sonraki başkanlık dönemlerinde asıl gayeye uygun adımlar atılmazsa bu derde deva bir sistem olmaz. O zaman demokrasiyi putlaştırmanın bir benzeri olur bu ve Türkiye, siyonizmin, emperyalizmin pençesinden bu şekilde kurtulamaz. 
Siyasette belirli psikolojik eşikler vardır. Bundan 20 sene evvel rejim nezdinde tabu olan bir çok meseleyi şimdi konuşabiliyoruz. Başkanlık sistemine geçişi bir eşik olarak değerlendirebilir miyiz?
Sayın cumhurbaşkanı “Dünya beşten büyüktür” dedi ve bunu çok iyi anlıyorum. Ancak Türkiye’ye başkanlık sistemi gelse bile Batı, bizi kendi seviyesinin altında görmeye devam edecektir. Çünkü onların kurallarını koyduğu bir düzende oynuyorsunuz. O nedenle bizim memuriyetimiz, tarihi misyonumuzu yerine getirebilecek ve bize ait olan sistemi hakim kılmaktır. 
Batı bugünlerde önemli bir çıkmaza girdi, Uzakdoğu ülkeleri ekonomik ve nüfus bakımından önemli bir güç olarak karşısına çıkmaya başladı. Müslümanlar da önemli bir atağa geçti. Şimdi üç ana medeniyet bulunuyor ve bunlar bir çatışma halindeler. Peki Müslümanlar nasıl galip çıkabilir bu çatışmadan?
Müslümanların bu mücadeleden galip çıkmasının tek yolu, kendi öz sistemlerini ortaya koymasından geçmektedir. Avrupalının kurallarını koyduğu bir sistemle biz asla bir yere varamayız ve hep bir kıskaç altında kalırız. Ben Üstad’ın bir konferansında dinlemiştim ve bazı kitaplarında da bu misale rastladım, anlatacağım misal aynen bugünü özetlemektedir: Hindular, yüksek ağaçların tepesindeki maymunları yakalamak için toprağın altına ağzı dar bir küp gömerlermiş, içine de fındık doldururlarmış. Sonra maymunlar görsün diye de avuç avuç bu fındıklardan yerlermiş. Sonra bir köşeye saklandıklarında, maymunlar aşağıya inip ellerini küpe sokup alabildiğince fındıkla doldururlarmış avuçlarını. Ama ellerini bir türlü küpten çıkaramazlarmış, çünkü dolu, şiş olan avuç küpün ağzından geçmezmiş ve böylece avcılarına kolayca yakalanırlarmış. Hazımsız ve anlayışsız bir taklit psikolocyasını bu misalden başka ne anlatabilir ki? Ne yazık ki bizler bu durumdayız bu gün, şanlı tarihimiz var diye, istiklal marşımız var diye gururlanıyoruz, ama işin aslını bilmiyoruz ne yazık ki… Bizim şanlı tarihimiz Resulullah’a (SAV) dayanmaktadır, çocuklukta bize öğretilen köle tarihine değil… Ama ümitliyiz, Üstad bize bu ümidi aşıladı, kendisi de Esseyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri’nden bu ümidi aldılar, şimdi bu ümidi Salih Mirzabeyoğlu yaşatıyor. Müslümanlar olarak izmihlal içindeyiz ama, istiklalimize kavuşacağımız günler pek yakındadır inşallah.
Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı? Yoksa, vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz...

Hayır, ben de teşekkür ediyorum.