28 Şubat darbesinin bir yıl dönümüne daha yaklaşırken Gazeteci-Yazar Yakup Köse, “Son 28 Şubat” isimli bir kampanya başlattı. 20 yılı aşan mahkumiyetler söz konusu. Yakup Köse, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ravza Kavakçı ve beraberindeki kişiler Bolu’ya giderek, mâhkumlarla görüştü. Önümüzdeki günlerde 28 Şubat ile alâkalı birtakım etkinlikler de olacak. 28 Şubat mağduriyetleri niçin hâla ortadan kaldırılamadı?
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından bugüne, inanan kesim birçok sorun yaşadı. 28 Şubat’ın da bu problemlerden biri olduğunu ve diğer problemlerden daha fazla öne çıktığını görüyoruz. Problemlerin, içerikleri ve dozajı değişse de vaziyet bu. 28 Şubat’ın en ehemmiyetli özelliği; bir devletin varlığını oluşturan birçok aktörün, belirli bir el tarafından bir noktada buluşturulmasıdır. Devletin STK, medya, üniversite ve askerî ayaklarını seferber edip, Müslümanlar’ın üzerinden dozer gibi geçmek istediler. O günler hâlâ hatırımızdan çıkmış değil. Aynı güçler, 15 Temmuz’da da gördüğümüz gibi çok farklı yöntemlere başvurabiliyorlar. Yahut 28 Şubat’ın hemen akabinde, Ak Parti iktidara geldiğinde görmüştük, farklı kumpasları devreye sokuyorlar. Böyle şeyleri yaparken, maalesef masum insanları da kullanabiliyorlar. İnsanlar bazen bunun, hukuka uygun, adaletli bir şey olduğunu zannediyor. Hâlbuki alâkası yok. Türkiye’de en büyük problemimiz şudur; büyük resmi görmüyoruz, hep parçalara bakarak yorum yapmaya çalışıyoruz. Bu sebeple de, çözüm olarak ortaya konulan şeyler etkin olmuyor, sadece olaylar bazlı değerlendirmeler yapılıyor. İslâmî kesimde maalesef ki, kolaycılık, indirgemeci bir tavır var. Vicdanımızı rahatlatıyoruz. Ne yazık ki, inanan kesim, birtakım haksızlıkları görünce nedense gündeme getirmekten çekiniyor. Özgüven problemimiz var.

Eziklik psikolojisi.
Evet. “Ya bu kardeşlerimiz için ne yapalım, Allah için mahkûmluğa katlansınlar” gibi bir psikoloji var. Siyaseti, devleti bir kenara bırak biz en başta bir Müslüman’ız. Bir Müslüman olarak hâdiselere baktığımızda, adalet, imandan sonra en temel kavramımızdır. Kur’an-ı Kerim’e hatta Sünnet’e de bakalım. Önce iman sonra adalet. Hikmetin tarifine baktığımızda, adaletin tarifinin birebirini görürüz. Hikmet nedir? Olması gerekenin, olması gerektiği şekilde anlaşılmasıdır. Adalet nedir? Olması gerekenin, olması gereken yerde olmasıdır. Aksi zulümdür. Yönetim deseniz, mülk adaletin üzerine tesis edilir. Allah, “Allah için adil şahitler olunuz” der. Bizler için, adalet, imandan sonraki en önemli kavram olması gerekirken, Makyavelizmin etkisinde mi kaldık? Bazen kendimize göre meşru gördüğümüz sonucu elde etmek için, adaletten taviz vermeyi caiz görüyoruz. Hayat, din, akıl, mal ve nesil diye beş temel emniyet vardır. Bu beş emniyet, hiçbir şekilde ihlal edilemez. Bu beş temel emniyet, kamu için geçerli olduğunda şahıs için feragat edilir. İnsan niye savaşır? Devleti yok olacaksa, tüm toplumu yok olacaktır. O zaman toplum yok olmasın diye, şahsın ölümüne cevaz vardır. Öbür türlü bu beş temel emniyet benimdir. Oysa burada böyle bir problemle karşılaşmıyoruz. Ümmet yok olmayla karşı karşıya değil. Sıkıntı çekeceğiz, sıkıntı, zaruret değildir. Bu ikinci, üçüncü sınıf bir sıkıntıdır. İkinci, üçüncü sınıf bir sıkıntıya katlanmamak adına, birinci sınıf bir hakkın ihlaline, yani adaletin ihlaline göz yumamayız. Biz bunu Türkiye’de çok yapıyoruz. Bugün için değil, 1970-1980-1990’lı yıllara da bakabiliriz... İster Millî Görüş ister Ak Parti siyasetine, isterseniz de Demokrat Parti siyasetine bakalım. Biz bir nevi “oyunu kuralına göre oynama” adı altında, temel değerlerimiz üzerindeki hassasiyeti kaybediyoruz. Bu hepimiz için çok ciddi bir sıkıntı. Türkiye’nin İslâmî kesimi, daima muhalefet diliyle bugünlere gelmiştir. Osmanlı’yı da katalım. Son 150 yıldır, İslâmcılar hep muhalefet dilini kullanmıştır. Muhalefet dilini kullandığı için de, her türlü argümanı muhalefet diline göre geliştirmiştir. “İktidar olduğumuzda nasıl olmalıyız?” suali, 150 yıldır gündemimize gelmemiştir. Şimdi iktidar olunca, ciddi bir fikrî açıkla karşı karşıyayız. Kazanımları riske mi atıyoruz, bir şeyi kurtaralım derken, daha büyük bir şeyden mi vazgeçiyoruz? Hiç iktidar olacağımızı düşünmemişiz, ona göre fikrî altyapı oluşturmamışız. Zaten tembel bir toplum olduğumuz da kesin. Hikâye okumayı seven, masallar anlatmayı seven bir toplumuz. 28 Şubat mevzuuna tekrar gelirsek, mağduriyetler var mı, var... Sakın “aman efendim bu yargılamaları yapanlar FETÖ’cü” demeyin. Etmeyin eylemeyin, en büyük hata, bir şeyi birilerinin üzerine yıkmaktır. Bu diğer tehlikeli grupları kurtarmak demektir. Millî görüşte en büyük problemlerden birisi de şuydu: “Masonların, Siyonistlerin, şunun oyunu” demekti. Tamam, Siyonistler, Masonlar falan var da. Her problem de bunlardan kaynaklanmıyordu. Bugün de her şeyi, FETÖ ihanet şebekesinin üzerine yıkarak, diğer güçleri resmen meşrulaştırmaya kalkışıyoruz. Biz Balyoz’ları yaşamadık mı; hikâye miydi onlar? Yakamozlar da hikâye miydi? Şu an öyle bir noktaya geldik ki, “bu ülkenin Atatürkçüleri, Kemalistleri bilmem neleri adil, demokratik de; bir tek FETÖ’cüler hain.” Bu böyle değil arkadaş! Bugün çok ciddi derecede tehlike saçan gruplar var. FETÖ’cülerle mücadele edilirken, diğer grupları da göz ardı etmeyelim.

15 Temmuz zaten bir konsorsiyumun ürünü değil miydi; FETÖ-Kemalist konsorsiyumunun bir ürünüydü...
Eğer konsorsiyum olarak hâdiseye bakmazsanız, 15 Temmuz’u açıklayamazsınız.

15 Temmuz’un temellerini 28 Şubat’ta attılar.
28 Şubat’ta sadece öne çıkan aktör farklıydı. O zamanlar resmedilen bir askerî güç ön plândaydı. İslâmî kesimin önünde, adeta “fetva veren” FETÖ elebaşı vardı. “Başörtüsü füruattır” ifadesi malûm.

“Ecevit’e şefaatçi olurum, beceremediniz gidin” ifadeleri de vardı. Farklı bir açıdan bakarsak 28 Şubat darbesi, biraz da Kemalistlerin kendi kendilerine yaptığı bir darbe gibi, çünkü onları bitirdi.
Tabiî ama orada argümanlarımızın biraz daha güçlü olması lazım. Şunu unutmayalım ki; Türkiye’de oynanan oyunları, iç dinamiklerden ziyade, coğrafyadaki diğer dinamiklerle okumamız lazım. Ortadoğu’da geldiğimiz noktayı görüyoruz. Küçük küçük devletlere bölmek istiyorlar. Devletleri küçülterek, daha iyi sömürme ve yönetme imkânı buluyorlar. Amerika bu planı dün yapmadı. Böyle baktığımızda, Türkiye’de derin devleti oluşturan Kemalist güçlerin, Ortadoğu’da Türkiye’yi sıkıntıya sokacak böyle bir yapılanmaya karşı çıkacakları çok belliydi, ki çıktılar da. Dolayısıyla 28 Şubat’a buradan bakarsak, darbe bir yandan İslâmcıları ezerken, diğer taraftan ABD’nin Türkiye’deki derin devletin aktörlerini değiştirme operasyonunun ilk aşaması olduğunu görürüz. Zaten 28 Şubat’tan sonra FETÖ denilen örgüt, biraz daha ekonomik, biraz daha sivil bir örgüt oldu. 15 Temmuz’da, tasfiye edilmeye kalkılan grubun da FETÖ’cülere karşı çıkması neticesinde, sıkıntıya uğramış bir oyun ortaya çıktı. Belki daha derin bir oyun vardır. Bunlarla ilgili kanaatlerimi, elimde kanıt olmadan burada ifade etmek istemiyorum. Askeriyede FETÖ’ye karşı çıkan gruplar da son dakikada, masadan kalkmış olabilir. Bir taşla iki kuş vurmak. Hem bunları tasfiye etmek, hem de eski güçlerini tahkim etmek istemiş olabilirler. Belki on, belki yirmi yıl sonra bunu daha net görebiliriz. Çünkü bugün insanlar açık açık konuşmuyorlar.

28 Şubat’a dönecek olursak, bizim mağdur olmuş arkadaşlarımız için hukukî mücadele vermemiz gerekirken, diğer yandan 28 Şubat’ın niçin olduğunu, baş aktörlerinin kim olduğunu ortaya çıkartmamız lazım... Aktörleri ortaya çıkartmadığımız sürece, mağdur olmuş arkadaşlara destek olmaktan öteye gidemeyiz. Aktörler meydana çıkmazsa, nice 28 Şubatlar ile karşı karşıyayız demektir. 15 Temmuz için de bu böyle, perde arkasını çözemezsek, yeni 15 Temmuzlar ile karşılaşırız. Bir yandan, 28 Şubat ile alâkalı sıkıntıları çözmeye çalışırken, diğer yandan 28 Şubat ve 15 Temmuz’un perde arkasını bilmeliyiz. Bunu yapmadığımız sürece, zulüm sadece şekil değiştirecektir.

Adalet mevzuu üzerine söylemiş olduklarınız şunu tedai ettirdi; Batı’nın Materyalist temeli anlayışı, insanî değerleri göz ardı ettiği için, vicdanî değerler arka plâna atıldı. Adalet mefhumunun merkeze alındığı yeni bir döneme giriyoruz herhalde. Dünyadaki adaletsizlik hiç olmadığı kadar fazla durumda. Böyle bir döneme doğru girerken, biz bunu hangi fikrî temelde merkeze alacağız?
Çok güzel bir soru. Ayet-i kerimede, “siz insanlar içerisinden çıkarılmış hayırlı bir topluluksunuz. iyiliği emreder, kötülüğü nehyedersiniz” diyor. Bir başka ayet-i kerimede de, “siz şahitler olacaksınız, Peygamber de size şahit olacak” diyor. Tefsirlere baktığımızda şunu görüyoruz; buradaki “şahit olmak”, numune-örnek olmak mânâsında. Teknik dilde, ben Türk Standartları Enstitüsü’nde başkanlık yaptığım için biliyorum. Biz “şahit numune” deriz. Mesela, bir konuyla alâkalı bir deney yaparız, iki numune alırız birinde dene yaparız, yarın da denekte bir problem çıkarsa diye, bir de şahit numune tutarız. Şahit numune demek, o numuneliğin doğruluğunu tasdik edecek numune demektir. Ayet-i kerimedeki “şahit toplum”dan kasıt da, “siz öyle bir toplum olacaksınız ki” derken orada size Peygamber de şahitlik ediyor. Yani Peygamber’i örnek alarak... Öyle bir toplum oluşturacaksınız ki, adalet üzere, o toplum diğer insanlara da numune olacak, insanlar bir konuda ihtilafa düştüklerinde, size bakacaklar, ‘bak Müslümanlar böyle yaparak başardılar, demek ki doğru bu’ diyecekler. Şahsî olarak, hepimiz halifeyiz. İman ve hilafette görevliyiz. Toplum olarak, tek bir görevimiz var Kur’an-ı Kerim’de geçer: Dünyaya adil bir toplumun örneğini sergilemek. Dünya toplumları bize bakacak ve hepsi Müslüman olmak için can atacak. Bolivya’daki adam, Komünist olmak için can atmayacak, bakacak bize, “böyle bir toplum istiyorum” diyecek. Bunu yapabilmek için, insanlara hakikatin, adaletin teminatını gösterecek, İslâm toplumu inşa etmek gerek. Bu hepimizin aslî görevi.

Evvela iç oluşlar...
Farzi kifayenin anlamı nedir. Yeterli sayıda yapan varsa diğerlerinden düşer. Sonuçta böyle bir toplum olmadığına göre, demek ki bunun mücadelesini vermede yeterli insan yok. Yeterli sayı olmadığı takdirde, biliyorsunuz Müslümanlar fert fert sorumludur. Her bir Müslüman, bu sorumluluğu taşımalıdır. Tefsir kitaplarına bakılınca görülür ki, örnek toplum her zaman adalet üzerine kuruludur. İnsanların en çok aradığı şey budur. “Adalet” derken sadece mahkemeyi kastetmiyoruz ki, sen bir lirayla geçinmeye çalışıyorken, ben 100 lirayla yaşıyorsam, bu adalet değildir. Sen damı akan evde yaşıyorsan, ben saraydaysam bunda adalet nerede? Adalet sadece hukukî değildir. İmandan sonraki, Kur’an’ın bize buyurduğu en büyük kavram. Biz bu kavramı sadece hukuka indirgiyoruz.

Tekrar edelim: Adalet, olması gerekenin, olması gereken yerde olmasıydı. Bir Müslüman’ın temiz, dürüst, zulmün karşısında olması gerekir. Yapmıyorsa, zulmediyor demektir. Zalimin ve mazlumun dini olmaz diyoruz, bir başka söylemimizde ise, zalimin ve mazlumun dini sorulmaz diyoruz. Yani zulme uğrayan kim olursa olsun, yardım edilir. Zulmeden Müslüman bile olsa karşı çıkılır. “Aa bu bendenmiş, benim zalimim iyidir” mantığı olmaz. Türkiye’ye dönelim: “aa şu topluluğa bak, ne kadar temiz insanlar, zulme karşı çıkıyorlar, adaletin tesisi için mücadele ediyorlar, hayırseverler” diyebileceğimiz küçük topluluklar inşa edemiyoruz. Özellikle son 20-30 yıla baktığımızda, böyle olan yapılarımızın bile darmadağın olduğunu görüyoruz. Modernizm... Problemimiz çok büyük üstadım, hesabını nasıl vereceğiz bilemiyorum, Allah yar ve yardımcımız olsun.

Amin. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Necip Fazıl Ödülleri’nde, Üstad’ın, İdeolocya Örgüsü eserinden bahsetti. Eserin, İslâm inkılabının ehemmiyetli bir kaynağı olduğunu ifade etti. “Bizim mahalle” diye tabir ettiğimiz bazı yayın organlarında, birkaç kişi dışında bu açıklamanın üzerinde durulmadı. İnsan ve toplum olarak, Büyük Doğu çerçevesinde cevaplayacak olursanız, bugün ne durumdayız?
Bunu cevaplamadan evvel, önce Büyük Doğu’nun ne olduğunu belirtmeliyiz. Bugün insanlar aynı kavramları kullanıyormuş gibi gözüküyor, Kullanılan kavramlara, aynı anlamı yüklemiyoruz. Kavramın anlamı, kafamızda farklılıklara dönüşünce, bu sefer anlaşılmaz oluyoruz. Büyük Doğu bana göre nedir?.. Büyük Doğu, var olduğumuz coğrafyanın başta din olmak üzere, tarihî süreç içerisinde Necip Fazıl tarafından, medeniyetinden beslenen ve o medeniyetten elde ettiği fikirle, yaklaşımla günümüz sorunlarına en güzel cevabı verme gayretidir. Büyük Doğu, ne mezhepleri, ne tasavvufu, ne de irfanı reddeder. Büyük Doğu, mezhep taassubuyla kalkıp da, insanları zorla 100-200 yıl önceki ilmihal kitaplarıyla mâhkum kılan bir yaklaşım değildir. Büyük Doğu, tasavvuf adı altında, İslâm’a sokulmuş hurafelere destek olmaz. Büyük Doğu, kitap ve sünnetten ilhamını alan ve bu ilhamı, kendi tarihî deneyiminin süzgecinden geçirendir. Dolayısıyla, o tarihsel zinciri de muhafaza ederek, günümüze çözüm bulmaya çalışan fikrî bir harekettir. Büyük Doğu denilince, benim aklıma önce gelen şey, kafadır. Kafa çatlamıyorsa, beyniniz çatlamıyorsa olmaz! Üstad Necip Fazıl’ın İmam-ı Gazalî’den iktibasla “aklı gerdim, gerdim, kopacak kadar gerdim, gördüm ki, o, sınırlıdır” dediği ve sonra ilave olarak, “bu ne akılla olur, ne de akılsız” dediğini hatırlayalım. İşte Büyük Doğu kafa patlatmayı gerektiren, Hakk’a ve hakikate teslimiyeti başta kabul eden bir harekettir. Üstad’ın ne yazdığından daha çok, bizi neye çağırdığı önemlidir. Üstad bizi, akletmeye, sınırsız bir Peygamber sevgisi (tek sınırının Allah sevgisi olduğu), yine sınırsız evliya-âlim sevgisi (tek sınırı Sahabe sevgisi) ile birlikte, günümüze çare bulmaya çalışıyor. Üstad 1960-1970-1980’lerde yaşamış bir şahsiyettir. Türkiye’nin şartları ne kadar değişse de, Üstad’da (o süreçte, bunu bir de Bediüzzaman’da görürüz ) birinci olarak eğilmeyen bir baş görüyoruz. İkincisi ise problem ne olursa olsun, çözümünü sadece İslâm’da gördüğünü görüyoruz.  Batı’yı alıp, İslâmlaştırmaya çalışan değil, Batı’nın bize ithal ettiği sorunlara İslâm’dan çözüm bulan bir anlayıştır Büyük Doğu. Diğer bazı gruplar, Batı’dan gelen problemleri, “a bu Batı’dan geliyor” diye reddedip, çözüme kafa bile yormuyor.

Ne Mısır, ne de İran’dan ihraç edilen fikirlerle değil, yüzde yüz yerli ve millî bir fikir.
Kesinlikle. Millî kelimesi mesela, Türkiye’de milliyetçilikle karıştırılır. Oysa alâkası yoktur. Yerli olan demek, kişisel olarak özne bakımından bize ait demek. Millî olan ise, benim kültürüme, benim dünya görüşüme uygun olan mânâsındadır.

Geçtiğimiz haftalarda bir Amerikan kuruluşunda Üstad ile alâkalı bir yorum çıktı. Bu yazıda, “Tayyip Erdoğan’ın Necip Fazıl Ödülleri’ndeki konuşması, Erdoğan’ın şahsıyla alâkalı bir durum değil. Türkiye’nin politik iklim olan gittiği yönle alâkalıdır. Türkiye’de Necip Fazıl’ın fikirlerinin hâkimiyeti başladı” diyor. Bu çerçevede, oluşan Ak Parti-MHP ittifakını değerlendirebilir misiniz?
Nihal Atsız döneminde ve sonrasında Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu döneminde MHP’den ayrılıklar olmuştu. Bugün geldiğimiz noktada, MHP’nin millî ve manevî değerlere nisbeten bağlılığı düşük olan grup, başka bir yapılanmaya geçti. MHP şu anda millî ve manevî değerlere, ayrılan gruptan daha yakın. Bu grupla Ak Parti’nin ittifakı, bize milliyetçi ve mukaddesatçı bir birliktelik getirecekse, bu ancak Büyük Doğu anlayışı zemininde olur.

Üstad’ın zaten, iki grup için de bir mayalama çalışması var idi.
Kesinlikle var. Üstad’ın özellikle 1978-1980’de Ülkücü gençlik için verdiği mücadeleyi hepimiz biliyoruz. Üstad’ın Millî Nizam Partisi’nin kuruluşunda ne kadar büyük rol aldığını da biliyoruz.
Ak Parti-MHP ittifakı, Üstad’ın milliyetçilik bahsinde dediği gibi, “bardak ve bardağın için dolduran ve asıl değerin bardağın kabından değil de bardağın içindekinden alan bir anlayış” şeklinde olmalı. Bardağın kıymetli olduğu bir ittifak öneriyorsanız, benim yapacağım tek şey reddetmek... “Ama kardeşim bardağın da, içindekini muhafaza ediyor bunun da bir değeri var” diyorsanız, zaten ben oradayım! Tekrar edelim, bu ittifak ancak Büyük Doğu ile olur.

Teşekkür ediyoruz.
Kolay gelsin.

Baran Dergisi 575. Sayı