SALİH MİRZABEYOĞLU KARŞISINDA VİCDAN ve NAMUS MUHASEBESİ YAPMAK

BARAN: İlk olarak Ortadoğu’daki hadiseleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Yaşanan olaylarda dış etkiler var mıdır?
 
Ali EYVAZ: Bu olaylar, Büyük Ortadoğu veya Genişletilmiş Ortadoğu Projesi adı verilen, Condoleezza Rice’ın Amerikan resmi dış politikası olarak açıkladığı ve 22 ülkenin sınırlarının değişmesini öngördüğü strateji uyarınca yürüyor. Bu gerçek, Libya’nın NATO ittifakı tarafından bombalanıyor olması dolayısıyla net bir biçimde ispatlanmıştır.
 
20. yüzyıl başlarında Batı ittifakının paylaşım planları Türkiye’de İstiklal Harbi ideolojisine çarpmış ve bu planların yaklaşık 100 yıllık bir sekteye uğramasına sebep olmuştu.
 
Batı ittifakı şimdi kaldığı yerden İslam coğrafyasına yeniden şekil vermek üzere silahına davranıyor. Dikkat edilirse 1915’te hangi Batılı ülkenin payına neresi düşüyorsa o ülke oraya hücum ediyor. Libya, Tunus, Cezayir ve Mısır Fransa ile İtalya’nın nüfuz bölgesi olurken, Fransız ve İtalyan uçakları 1973 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararının sınırlarını da aşarak Libya’yı bombardımana tutuyor.
 
Afganistan, Pakistan, Yemen, Irak ve en son Suriye üzerinde Anglo-Sakson/​Amerikan-İngiliz birliği yepyeni nüfuz planları kuruyor. Bu birliğin Arap yarımadası ve Körfez ülkelerindeki “sorunsuz” gidişatı ve mevcut düzeni ise ilaveten herhangi bir sözde ‘devrim’ hareketine mahal bırakmayacak boyutlardadır. Bu boyutta olmayan yerler için ise sözde “devrim” hareketleri planlanıyor.
 
Üstelik yapılıp edilen şeylere bakıldığında, bir tür Soğuk Savaş stratejisiyle hareket edilmediği, yani bir ince siyaset dahi güdülmediği, tam aksine 19. yüzyıl emperyalizminin yeniden hortlatılırcasına pervasız bir şiddetin devreye sokulduğu kolaylıkla görülebiliyor.
 
Peki, bunlar yaşanırken birilerinin öne sürdüğü gibi bu bölgelerde bir tür uyanış hareketinden, daha da ileri gidilerek bir devrim hareketinden bahsetmek nedir? İnsan hakları madrabazlığı ve demokrasi oyununun ülke bağımsızlığından, vatan mevzilenmesinden çok daha kutsal olduğunu vazeden liberal-seküler dünya görüşlerinden ödünç alınmış kavramlarla hakikatin ters yüz edilmesi bir ajan faaliyeti değilse bile, korkunç bir gaflettir.
 
Ülke içindeki siyasetlerinde iktidar perspektifi dahi olmayan kimi dini görünümlü hareketlerin, dışarıdan kurgulanmış ve sonu işgal olacak bir planın yardımcısı ve kolaylaştırıcısı durumuna düşmekten imtina etmemeleri şaşırtıcıdır.
 
BARAN: Türkiye’deki bazı Batı şakşakçıları sizin tabirinizle “küçük Graham Fuller”ler geçmişte “zalim Saddam” edebiyatı yaparak Amerika’nın Irak’ı işgalini haklı çıkarmaya yönelik tutumlar sergiledi ve aynı tutumları Libya’da Kaddafi’ye karşı da devam etmektedir. Kaddafi’nin birçok eksik yönü olmasına rağmen, Batılılar ile savaşırken desteklenmesi gerekmez mi? Kaddafi’ye karşı Batılıları destekleyen bir tutum sergilenmesi hangi amaca hizmet etmektedir?
 
Ali EYVAZ: Yıllardır Türkiye’de dindar kesimleri dünya sistemiyle ve kapitalizmle uyumlu bir siyasi ve kültürel iklime hazırlayan, ne yazık ki bunu büyük ölçüde de başaran bu küçük Graham Fuller’lere şimdi bir de Türkiye’de geçmişte bazı İslami hareketler içinde bulunmuş kimi kalem erbapları da eklendi. Bunlar bu olaylar üzerine Türkiye’nin çakma Deniz Geçmiş’leri, bölgenin ise çakma Che’leri durumuna geldiler. Türkiye’nin dünya sisteminde nereye oturtuluyor olduğunu zerre kadar umursamayan bu insanlar, kâfir uçakların Libya’ya attığı her füze eşliğinde köşelerinden tekbir getiriyorlar.
 
Geçmişte Irak işgal edilirken, bütün faturayı Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’e keserek işgal kuvvetleriyle aynı safta görülmekten imtina etmeyen bu kişiler, şimdi aynı tavrı Libya için tekrarlıyorlar.
 
Gazeteciliği ve yazarlığı olduğu kadar devlet başkanlığını ve hükümet etme biçimini de Batı özentisi ezberletilmiş kalıplar dâhilinde görenler, elbette Albay Kaddafi’nin su içme şeklini bile yadırgayacaklardır. Batı tektipçiliğini ve karakter bazlı dayatmalarını dahi özümseyerek kendi dünyasına yabancılaşan bu insanlar, zaten Müslümanlığı da Avrupalı “Hıristiyan Demokratlar” mesabesinde bir yere oturtarak, oradan her türlü diyaloğa açık olduklarını beyan etmektedirler.
 
Kafir savaş uçaklarının koruma ve gözetiminde kendi ülkesinin kuvvetlerine karşı silah doğrultma görüntüsü, bütün zamanların siyaset literatüründe hıyaneti vataniyeden başka bir şey olamaz. Liberaller bunu birey ve kimlik bazlı yeni siyaset tasavvuru bakımından aklileştiriyorlar elbette, ancak vatan sevgisinin imandan bir cüz olduğuna inanmış bir Müslümanın bu taraklarda bez bırakması düşünülemez.
 
BARAN: Bütün dünyada Müslümanlar işkence ve zulüm altında yaşamaktadır. 19. yy. sömürgeciliği; demokrasi ve insan hakları gibi, düzen mimarlarının uydurması kavramlar altında bir kalıp olarak modern bir şekle bürünmüştür. Müslümanların fikrî bir altyapıya sahip olmadan bu işkence ve zulümden kurtulması mümkün müdür?
 
Ali EYVAZ: 19. yüzyıl sömürgeciliğinin o kaba ve hoyrat saldırganlığının bugün daha rafine yöntemlerle yine aynı amaçlara dönük olarak işlediği doğrudur. İnsan hakları ve demokrasi söylemi, belki biraz daha farklı üsluplarla esasında 19. yüzyılda da vardı. Batı zaten bütün küstahlığını böylesi hümanist söylemler üzerinden kurar.
 
Batı, evrimin mızrak ucu olma ödevini kendine mündemiç kılmak suretiyle 18. yüzyılda Hindistan’da el dokumasından kurtulup fabrikasyona geçmemiz için kollarımızı keserken, 19. yüzyılda Arnavutluk’ta, Arabistan’da “Türkten ne eksiğiniz var ki kendi kaderinizin müstakil prensleri olmuyorsunuz!” diyerek nefsimizi kaldırırken, son yüzyıl boyunca üç parmakla aynı kaptan yemek yeme görgümüzden tutun da tuvalet adabına varıncaya kadar bütün yaşam biçimimizi tasfiye ederken; kişisel ikballeri uğruna, içine doğdukları fikri müktesebatı gözünü kırpmadan satmaya hazır Sağ ve Sol entelijansiyamız vasıtasıyla manevi melekelerimizi de teslim almıştır.
 
Bugüne kadar içeride en küçük bir muhalefet sergilememiş olan, hatta bunu yapmış olanlara fitne çıkartıyorsunuz diye saldıran ve sürekli o rejimlerin yedeğinde, onların onaylayıcısı durumunda olmuş sözde mütedeyyin unsurların bugün Arap baharı adı altında ortaya konulan Amerikan planının bir parçası olmayı kabullenmiş olmaları, evrensel İslami ideolojiler bakımından da çok ciddi bir handikaptır.
 
Bu söylediklerimiz Türkiye için de geçerlidir. Geçmişte bırakın Kemalizmle hesaplaşmayı, bunu yapanları kendilerine de bir zararı dokunacak korkusuyla ihbar edenler, bugün geldiğimiz noktada sözüm ona sistemle hesaplaşıyor görüntüsü altında resmi ideolojinin bile gerisine düşen bir zillet pozisyonunu, bir Damat Ferit Paşa, bir Ali Kemal üslubunu kendilerine yakıştırabiliyorlar.
 
Fikri altyapı dediğiniz şey, ancak inkılabi bir tecessüsle oluşan bir durumdur. Bunun aksi akademik malumatfuruşluktur. İnkılabi tecessüs olmadan girişilen her hareket ise adi ve polisiye bir vakadan öteye geçemez. Bugün gerek ülkemizde ve gerekse İslam dünyasında başıbozuklukla (lümpenleşme) malumatfuruşluk at başı gidiyor. Yani rengarenk hayatı ve sokağı terk etmiş, sırf sınıfsal engelleri atlayarak geçmeye dönük aşırı bir eğitim merakı, dindar zihinlerde dinin okuma biçimlerini de iğdişleştiriyor.
 
“Sabaha kadar devlet yıkıp devlet kuruyorsunuz, devleti önce yüreklerinizde kurun” şeklindeki bir ikaz, bahsini ettiğimiz iğdiş modelin en tipik savunma mekanizmasını teşkil eder. Özellikle gençliğin lümpenleşme ile fikir züppeliğinden mülhem bir tür aybaşı hali durumu arasında bir tercihe zorlandığı görülüyor. Oysa düşüncenin her daim kalkışmasına dönük, bir tür tabanca mekanizması gibi şahsiyetli ses verebilecek, anında kuvveden fiile geçecek; sanat, edebiyat ve tabi ki kavgada ön alabilecek kişiliklerden mürekkep bir fikri altyapı tesisi şart ve zaruridir. Umarım, fikri altyapı derken en azından neyi kastetmediğim ve bu güne kadar yapıla gelmiş nelerin tekrarlanmaması gerektiğini anlatabilmişimdir. Bu konuda son olarak şunu da söylemek isterim: Modern zamanlara has İslami siyasi düşünce iflas etmiş değildir. İflas edenler, bugün bazı ülkelerde tepsi içinde uzatılan iktidarı bile tutmaya mecali kalmamış ve diyalogculuk olarak özetlenebilecek bir siyasi projeye evrilmek suretiyle tarihin duvarına toslamış olanlardır.
 
BARAN: Medya dünya siyaseti ve insanlık üzerinde büyük bir etkiye sahip. Medya gücünü elinde bulunduranlar nasıl bir etki oluşturmak istiyorlarsa haberleri o şekilde yorumlayarak sunuyor; bazı haberlere hiç yer vermezken, bazılarını günlerce gündemde tutuyorlar. Bu minvalde Türkiye ve dünya medyasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Ali EYVAZ: Medya denildiğinde ilk klişeleşmiş argüman medyanın tekelleşmesinden dert yanmaktır. Ancak bunu yapanlar, ne yazık ki bir günah çıkarma ameliyesinden başka bir şey yapıyor değiller. Tekelleşme sadece bir sermaye meselesi değil. Zira çok farklı sermaye gruplarının medya organları da belirli konularda ve belirli olaylar karşısında sözleşmiş gibi aynı tavrı sergileyebiliyorlar. Hatta arkasında hatırı sayılır bir sermaye gücü olmayan medya organları da buna dahildir.
 
Tekelleşme asıl zihinlerde çatılıyor. Ezberletilmiş birtakım kalıplar, kimi zaman irade dışı olarak sürekli tekrarlanıyor. Türkiye’nin medyası, ülkenin hâlihazırdaki siyasi atmosferinden, analiz eksikliğinden ve basiretsizliğinden farklı bir yerde değildir.
 
BARAN: Bir yazınızda TDK’nın atasözleri ve deyimlerimizin bazılarını kaldırma girişimlerini ele alıyorsunuz. Atasözleri ve deyimler kültürel miraslarımızdandır. Görevi bu mirası korumak olan TDK’nın bunları kaldırmak istemesinin sizce mantığı nedir?
 
Ali EYVAZ: Yunus Emre’nin dili, İslam’ın bu topraklardaki yürüyen ve yaşayan en önemli kanıtıdır. O bakımdan Türkçe ile hesaplaşma içine girenlerin aynı zamanda İslam’la da bir hesabı vardır. Müslümanların bugün Türkiye’de düştükleri durum, Türkçeleri bakımından da paralellik arz eder. Mesela bizatihi kendim müşahede etmiştim; TBMM Adalet Komisyonu’nda yeni çıkartılan bir kanunun metninde “ikâmetgâh” kelimesinin kaldırılarak “yerleşim” kelimesinin onun yerine ikâme edilmesi teklifi Ak Partililerden gelmişti. “Yerleşim” kelimesinin “ikâmetgâh”ı karşılamayacağına dair itirazın ise MHP ve tek parti döneminin dil faili CHP’den gelmesi ise düşündürücüydü.
 
Şu sıralar Türk Dil Kurumu eliyle özellikle deyim ve atasözleri üzerinden acımasız bir ayıklama yapılıyor. TDK, kuruluş amacı gereği aslında kıyada köşede kalmış daha çok deyim ve atasözünü bulup çıkarması gerekirken, mevcutları saçma sapan gerekçelerle buduyor.
 
Önce Kızılbaşları aşağıladığı iddia edilen deyim ve atasözlerini lügatlerden atmışlardı ve basın da bunu alkışlamıştı. Daha sonra başka etnik ve gayrimüslim grupları aşağıladığını düşündükleri ifadeleri çıkardılar, basın yine alkışladı. En son geçtiğimiz 8 Mart şerefine, kadınları tahkir ettiğini düşündükleri bin yıllık ifade biçimlerini söküp atacaklarını duyurdular. Bunlara isyan etmeyeceğiz de neye isyan edeceğiz Allah aşkına!
 
O halde hayvanatı ve nebatatı aşağıladığı düşünülen deyimler ne olacak diye sormuştum. Öyle ya mesela “kancık yalanmazsa erkek dolanmaz” gibi ifadeler hem kadın-erkek ayrımcılığını körüklediği, hem de hayvanları aşağıladığından bahisle çifte yasak yemeye aday. Bu mesele TDK’nın da Hakkı Devrim gibi tatlı su dilbazı adamların da keyfine, insafına ve inisiyatifine bırakılamayacak kadar ehemmiyetlidir.
 
BARAN: İBDA fikriyatını örgüleştirmiş olmasından dolayı Salih Mirzabeyoğlu yaklaşık 12 senedir cezaevinde ve 11 yıldır elektro manyetik dalgalarla uygulanan “telegram” işkencesine maruz kalmaktadır. Bir yazınızda bu durumu dile getirmiştiniz, bu mevzu hakkında neler söyleyebilirsiniz?
 
Ali EYVAZ: Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu için dünya zindanının herhangi bir noktasında ikâmete mecbur ediliyor olmanın ayrıca bir ehemmiyetinin olacağını sanmam. Zira “acıyı bal eylemek”, “zehiri şifaya çevirmek” gibi hasletler ancak böyle müstesna insanlar için mevzu bahistir. Nitekim kendisine uygulanan telegram işkencesiyle ilgili yazdıklarına bakıldığında, büyük şair Charles Baudelaire’in sevgilisine hitaben söylediği “Sen bana çamur verdin, ben ondan altın yaptım” sözünü hatırlatarak, “Bize zehir yedirdiler, biz onu panzehir ve bağışıklık aşısı yolunda kullandık” demektedir. Maharet, çirkin olanın güzelliğini ortaya çıkarmaktır ve O bunu fazlasıyla yapıyor.
 
Eğer ortada bir insan veya bütün insanlık için zorluk, zayıflık, acınılacak bir vaziyet varsa, o da biz dışarıdakilere matuftur. Yani Salih Mirzabeyoğlu karşısında vicdan ve namus muhasebesi yapmayı göze alabilenlerin, bu muhasebe neticesinde düştükleri keskin ızdırap hali söz konusudur.
 
Biz bu ızdırabı sevmeliyiz ve seviyoruz. Şayet bu ızdırabı çekmek şöyle dursun, düşünmekten bile aciz olanlara gelecek olursak, onların mevzu dâhiline alınma tenezzülüne bile değmeyecekleri aşikardır.
 
Bu mesele daha çok Türkiye’deki mevcut İslami kurum ve çevrelerin düşmüş oldukları durum bakımından önemi haizdir. Bir yazımda “masal üretme melekelerimiz bile artık işgal altında” demiştim. Bu da böyle bir şey! Müslüman muhayyilesinin “dağlarda kanatlı atlar üstünde gezen efsane figürleri” bir bir yok edilmek isteniyor.
 
İdeoloji, yerini hızla hiçbir risk barındırmayan, tam aksine kişisel ikbal yollarını sonuna kadar açan siyasi ve ekonomik pozisyon almalara bırakıyor.
 
Camiamızdaki çözülme, İslami hareketler düzeyinde bakıldığında Sol siyasi geleneklere göre çok daha acımasız ve pervasız bir biçimde yaşanıyor. Sol siyaset yelpazesinde halen bile “oportünizm” olarak lanetlenen düşünce ve davranış biçimi, İslami kesimler için “gömlek değiştirmek”, “yenileşmek”, “gelişmek” şeklinde idealize edilerek takdim ediliyor.
 
İşte bu kahredici sürecin tersine bir akıntı meydana getirme çabasındaki Salih Mirzabeyoğlu gibi kimselerin inadına varlığı, bu sürecin aktörleri bakımından caydırıcılık unsuru olurken, bizler için esenlik verici oluyor.
 
Röportaj: Ali Eyvaz ile Haftalık Baran Dergisi