Yard. Doç. Dr. Ali Aslan Kimdir?
University of Delaware (ABD)’de Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler okudu. 2012 yılında aynı üniversiteden doktora derecesini aldı. Medeniyet Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim görevlisi ve SETA İstanbul’da Dış Politika Direktörlüğü’nde araştırmacı olarak çalışmaktadır. Çalışma alanları arasında uluslararası tarihsel sosyoloji, Türk dış politikası ve uluslararası siyaset yer almaktadır.
 
Başkanlık sistemi tartışmaları için ne düşünüyorsunuz? Neden böyle bir ihtiyaç var?
Malumunuz, başkanlık sistemi gündeme geldiğinde birçok insan “neden tartışmalıyız?” diye sordu. 2007’de cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi kabul edildi. 2014’te bizzat halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanının göreve gelmesi, parlamenter sistemi biraz dönüştürmüş oldu. Zaten şu anda yürütmede de iki başlılık var; birisi direkt olarak halk tarafından seçilmiş hükümet, diğeri de cumhurbaşkanı. Bu sistem başkanlık mıdır, parlamenter sistem midir, yarı başkanlık mıdır insanlar birçok şey söylüyorlar. Burada açıkça görülüyor ki, belirsizlik var. 2007’de bu işe girişilirken insanlar bunu çok fazla hesap etmiyorlardı, siyasî hararet vardı. Şu anda cumhurbaşkanı ile başbakan arasında bir uyum var. Zaman zaman aralarında gerilim olduğunu da görüyoruz. Daha sonra farklı siyasî görüşlere sahip başbakan ve cumhurbaşkanının olması sistemi tıkayabilir. Cumhurbaşkanı ile başbakanın pozisyon ve yetkilerinin yeniden tanımlanması gerekiyor. Sistemdeki bu belirsizlik hasebiyle başkanlık sisteminin tartışılması gerekiyor. İkinci bir unsur ise, Türkiye’de 2002’den itibaren bir demokratikleşmeden bahsediyoruz. Millî iradenin daha fazla devlete yansımasından bahsediyoruz. Elimizdeki sistem “parlamenter sistem” olarak tanımlanmış; ama hakikaten parlamenter sistem mi? Sistem, demokrasinin gereklerini yerine getiriyor mu, demokrasinin vaat ettiği şeyleri bize sunuyor mu? Sunmadığını biliyoruz. Aslında cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesi bile parlamenter sistemin hakikaten demokrasiyi karşılamadığının kanıtıdır. Bu süreçte, askerin ve bürokratik vesayetin geri alınmasının ve yargıdaki reformların sebebi parlamenter sistemin çok iyi işlememesidir. Bu yüzden sistem tartışmasına gitmemiz gerekiyor; illa “başkanlık sistemi”ni tartışmamız gerekmiyor tabiî. Sistemi tartışmalıyız. Çünkü devletin ilk kuruluşundan beri mesele şudur; demokratik bir siyasî zemin varsa, devletle toplum arasında etkileşimin çok iyi şekilde sağlanması gerekir. Bizde ise 1950’ye kadar tek parti dönemi, 1950’den sonra ise vesayet kurumlarıyla beraber sürekli devletin halktan korunması ve halkın taleplerinin bastırılması söz konusu olmuştur.
Yani halka rağmen yürüyen bir devlet vardı.
Şöyle dersek daha doğru olur; halkın küçük bir kesiminin iktidarı ele geçirmesi ve bunu halkın diğer kesimleriyle paylaşmak istememesi söz konusu. Halkı dönüştürmeye çalışıyorlar, malum devrim yasaları falan, ama başaramıyorlar. Mesela Şerif Mardin diyor ki, “devlet istediği kadar dönüştürmeye çalışsın, Anadolu’daki zemine dokunamıyor”. Çünkü bu zemin, cemaatlerle örülmüş bir zemin… İnsanlar cemaatlere sığınıyor ve orası insanlar için çok daha büyük meşruiyet kaynağı. Bu sebeple halkı dönüştürmekte de problem çektiler. 1950’de ister-istemez sistemi topluma açmak zorunda kaldılar, bu istedikleri bir sonuç doğurmadı. 1960’da darbe yapmak zorunda kaldılar, bunun üzerine “tamam halka açıkmış gibi gözüksün ama seçildikten sonra biz onları kontrol altına alabilelim” diye düşündüler. 1982 Anayasası’nın cumhurbaşkanına bu kadar yetki vermesi yürütmeyi bölmek demek; yani halkın iradesini olabildiğince parçalamak, halkın devlete ulaşmasını engellemek. Türkiye’de hiçbir hükümet önemli mevzularda, mesela dış politikada ya da halkın bekasını ilgilendiren hiçbir konuda karar alma yetkisine sahip değildi. Yeni yeni bu kararlar alınmaya başlandı. Şu an bile hala insanların kafasında soru işareti var. Mesela “Suriye’ye gireceğiz” diyorlar. “Ordu buna ne diyor” deniliyor, ordunun ne dediğini bu kadar merak etmemek lazım. Bu iş Almanya ve Amerika’da böyle mi oluyor? Halkın seçtiği bir hükümet var ve bunun bu kararı alabilmesi lazım. Halka karşı sorumluluğu olan ordu değil hükümettir. Bir de bürokratik vesayet meselesiyle ilgili şunu söyleyeyim, bir şekilde tek bir liderin, ortaya çıkıp insanları toparlayıp, vesayet odaklarına karşı ayaklandırması gerekiyordu. Siyaset tamamıyla o kişinin çıkışına bağlıydı, siyaset bir türlü kurumsallaşamıyordu. O kişi çıkmadığı sürece değişim olmuyor yahut o kişi ortadan kaldırıldıktan sonra sistem “fabrika ayarlarına” dönüyor.
Carl Schmitt’in “Parlamenter Demokrasinin Krizi” isimli kitabında bahsettiği mesele.
Evet, bu fikir İngiltere’de çıkmış bir fikir değil mi? Parlamento, kralları, aristokratları sınırlandırmaya yönelik burjuvazinin ürettiği bir kurumdur. Bize gelişi de 1876’dır, II. Abdülhamid ile beraber. Antik Yunan’ın tersine, temsili demokrasi ile yönetiliyoruz. Meclise temsilci gönderiyorsun. Bu temsilciler de burjuvazinin, sivil toplumun önde gelenleri. Zencilerin, kadınların, fakirlerin oy kullanma hakkının olmadığı dönemden bahsediyoruz. Peki, 20. Yüzyıldan önce o dönemde ne oldu? Şimdi Carl Schmitt’e de atıf yapacak olursak, yetkinin sınırlandırılması ve insanların konuşarak ülkeyi yönetmesi gerekiyordu. Temsilcilerin parlamentoya geldikleri zaman ideolojik herhangi bir önyargıları olmaması gerekiyordu. “Aydınlanmış çıkar” dediğimiz mesele. Temsilcilerin, fikirlerini tartışma sonucunda değiştirmeye razı olmaları gerekiyordu. İnsanların duygusallıktan arındırılmasına ve rasyonaliteye dayanıyor. Bunu insanların gerçekleştirme ihtimali yok. İnsanların çok fazla kendi çıkarlarından vazgeçip, genelin çıkarlarını düşünmesi zor.
Bugün temsili demokrasi çerçevesinde, parlamentoya giden insanların ne kadar liyakat sahibi olduğu da tartışılır.
Kesinlikle... İnsanların konuşarak ülkeyi yönetmesi gerekiyor, parlamentodaki tartışmalara bakın, bu tartışmalar ortak bir karar almak için mi yapılıyor, yoksa birbirlerini engellemek için mi? Burada Carl Schmitt’in dediği iki tane şey var, “insanların aydınlanmış çıkara sahip olması” bir de, “fikirlerini değiştirmeye açık olmaları”. Bunun işlemediğini görüyoruz. Parlamenterizm güzellemesi yapan insanların aklında da bu soru var. “Hep beraber yönetelim” diyorlar, yok böyle bir şey. Bu güzellemeyi yapan insanlar bugün ülke yönetilmesin diye ellerinden geleni yapıyorlar.
Türkiye’de artık parlamenter sistemin devam edemeyeceği net bir şekilde anlaşılıyor. Yeni bir sisteme geçişin olması gerektiği de ortaya çıkmış durumda. Hal böyle olmasına mukabil, bir takım siyasî odakların sistem değişikliğine karşı çıktığını görüyoruz. Bu itirazın sebebi, yıllarca sahip oldukları rejimin elden gitmesi mi?
Bürokratik vesayet CHP ve MHP’nin iktidarını garanti altına aldığı için hiçbir zaman siyaset yapmak zorunda kalmadılar. MHP ve CHP’nin bazen aleni bir şekilde siyasî beceriksizliklerine şahit oluyoruz. Çünkü adamlar hiçbir zaman siyaset yapmak zorunda kalmamış. Onlar için siyaset yapanlar vardı. Diyorlardı ki, “biz hata yapsak bile, onlar bir şekilde arkamızı kollarlar”. Bu koruma kalkanı ortadan kalkınca, bunların da beceriksizlikleri ortaya çıktı. Ama ben şimdi zamanla öğreneceklerini düşünüyorum.
Bunlar neden karşı çıkıyorlar ona gelelim. İktidarları gidecek. Parlamentoya milletvekili seçiyoruz, seçtiklerimizin içinden de bir hükümet çıkarmamız gerekiyor. Genelde tek parti çıkamıyordu, koalisyon falan oluyordu; zayıf bir yürütme. Zayıf yürütme olduğu zaman da bürokratik vesayet odakları ülkeyi yöneten durumuna geliyorlardı. Başkanlık sisteminde tek partili hükümetin yönetimi sürekli garanti altında… Yani ülkeyi yönetmek istiyorsanız, %51 oy almanız gerekiyor. Bunun için de topluma-halka yönelik bir siyaset yürütmeniz gerekiyor. Şu an muhalefet partilerinin toplam oy oranı AK Parti’nin oranına yetişemiyor. Bu da şu anlama geliyor, toplumun taleplerini tam olarak yansıtamıyorlar, toplumun merkezine yönelik siyaset üretemiyorlar. Onlar da biliyorlar ki, eğer başkanlık sistemine geçersek, hiçbir zaman iktidara gelemeyecekler. Artık şu yok “biz parlamentoyu tıkayalım, bizim atanmış bürokratlar bunu değiştirsin”. Dürüst olalım MHP demek bürokrasi demektir. MHP parlamentoda siyaset yapmaz, bürokraside gömülüdür! Sistemin değişmesi demek, Türkiye’deki siyasî oyunun radikal bir şekilde değişmesi demek. Sistem değişikliğini bu sebeple istemiyorlar. Bu sebeple “tek adam” yönetimi gibi söylemler geliştiriyorlar. Başkanlık sisteminin bunla alakası yok. MHP’nin tezi de “Federalizm ve bölünme tehlikesi”. Geldiğimiz noktada buna inanmak için çılgın olmak gerekiyor! Tam tersine, başkanlık sistemi siyasetin merkezini çok daha fazla güçlendirir. Merkez güçlü olduğu sürece parçalanma olmaz. Ama merkez güçlü olmazsa, kenarlar birbirini dengelemeyeceği için parçalanır. Başkanlık sisteminin en iyi uygulandığı yer ABD’dir. Mesela, New York, New Jersey kendi başına savaş kararı alabiliyor mu? Bizde yabancı sistemlerle ilgili çok ezber var. 5-6 yıl Amerika’da yaşadım, oradaki sistemi az buçuk bilirim. Her eyaletin kendi anayasası vardır. Bu anayasada kırmızıçizgiler vardır. Orada çok güçlü bir devlet yapısı vardır. Eyaletlere bu kadar alan açılmasının sebebi de merkezî güçtür.
ABD’de ademi merkeziyetçi bir yapı olduğu görünmesine mukabil merkez baskın bir güce mi sahip?
Kesinlikle. Şuna bakmak lazım, kritik zamanlarda, kritik kararları kim alıyor. Devleti devlet yapan savaş kararı alıp-alamamasıdır. Vergiyi bağımsız bir şekilde değiştirmesidir.
Adının başkanlık olması da şart değil, bu ülkeyi yönetebilecek en uygun sistem neyse o.
Evet, insanlar kendi kaderlerini kendi belirlemek istiyor. Bundan daha doğal bir siyasî hakkı yok.
Başkanlık sistemine geçiş müsbet bir gelişme olabilir; ama ayrıca sistemin şekliyle beraber devlet yönetiminde bir zihniyet değişimi gerekmiyor mu?
Evet, devletin bir zihniyet değişimine ihtiyacı var. Zaten şu an bir dönüşüm yaşanıyor. Mesela dış politikada Orta Doğu’ya yakınlaşma ve iç politikada demokratik açılım hamleleri zihniyet dönüşümünü gösteriyor. Mezkûr zihniyete sahip insanlar Orta Doğu’ya “bataklık” diyor, halk ve yeni zihniyet ise “Kudüs’ün tapusu bizde” diyor.
Bu da içtimaî hafızanın geri kazanılmasını zaruri kılıyor.
İnsanlar, Orta Doğu’yu, Balkanlar’ı sahiplendiği zaman bu ülkede toplumun ruhuna yönelik, siyaset yapmak zorundasın. Bu durumda sen ne yapacaksın? Senin siyasetin, Alman materyalizmi, Fransız aydınlanması ve sekülerliktir. CHP yıllarca bunu yaptı. Türkiye’nin sınırlarının dışarıya doğru açılması CHP’nin iktidar sınırının giderek azalması demek… CHP’yi de anlamak lazım. İç politikayla dış politika birbirinden ayrı şeyler değildir. Neden AK Parti, Orta Doğu’yu çok fazla önemsiyor? AK Parti’nin, Ortadoğu ile iç içe geçmesi demek, Türkiye’nin iç politikasının da genişlemesi demek. Orta Doğu’da ne kadar etki alanın değişirse, içeride de o kadar genişler. CHP için ise bu tam tersi.
Zaten o bölgeler bizim tabiî hinterlandımız.
Mesela Suriyeliler ülkeye geldi. Homurdanmalar duyuyorsunuz; ama 2,5 belki 3 milyon Suriyeli var Türkiye’de. Çok büyük bir sorun olmadan burada yaşayabiliyorlar. Avrupalılar 50 Suriyeli göçmene tahammül edemiyor. Çünkü bu insanlar bizden farklı değiller.
Sosyolojik olarak bize en yakın millet.
Evet. Sen istediğin kadar bizi yabancılaştırmaya çalış. Aynı dili konuşmasan bile verdiğin tepkiler aynı.
Ruh meselesi burada devreye giriyor?
Evet, siyasî topluluğu yönlendiren ve onu ayakta tutan şey ruhtur. Bizim biraz daha Orta Doğu ile etkileşimimiz artsaydı bu ruhun ne kadar güçlü olduğunu görecektik...
Devlet yönetimi ve rejim değişikliği hususunda, şekilden ziyade o ruhun işletilmesi gerekiyor.
Tam olarak öyle… Bugün Türkiye’de ulus devlet krizi söz konusu... Kemalistler tarafından bastırılan ruh geri geldikçe ulus-devlet zorlanmaya başladı. Kürt açılımı bundan bağımsız bir şey değildi yahut Türkiye’nin Orta Doğu ve Balkanlar açılımı bundan farklı bir şey değildi. Türkiye’nin artık ayakta kalabilmesi için ulus devletin sınırlarını aşan yeni bir düzen ortaya koyması gerekiyor. Başbakanın siyaseti bazen naif kalabiliyor; ama o ruhu en derinden hissedebilecek insanlardan biridir. Bu meseleyi o çok iyi bilir. Bahsettiğimiz ruha yeni bir beden biçmemiz gerekiyor.
Bir de meselenin küresel boyutu var. Avrupa’da Vestfalya’dan önce Respublica Christiana adlı başka bir yapı vardı. Ulus-devlet sistemi bu yapı üzerine kuruldu. Aslında bu yapı 20. yüzyılda çöktü. 1950’de de “egemenliğimizi paylaşalım, ortak bir ekonomik alan kuralım” dediler. Avrupa Birliği’ni kurdular. Tarihin böyle bir akışı var; ulus devlet geride kaldı.
Küresel ve devletler üstü organizasyonlar ortaya çıkıyor.
Farklı bir “devlet” yapılanmasına doğru gidiyoruz. Amerika çok büyük devlet, coğrafî açıdan. Rusya da öyle; hiç beğenmediğimiz Rusya, Suriye’de neler yapıyor. Şu an Müslümanların kanı akıyor dünyada; ama Şiîlere bir şey olmuyor. İran, Şiîleri bir şekilde korumaya aldı. Şu an ne oluyorsa, Sünnilere oluyor. Tek çıkış yolu Sünnî Müslümanların bir araya gelmesi.
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu iki sene önceki bir röportajında, “şartlar Türkiye’yi tarihî misyonunu üstlenmeye zorluyor” diyordu.
Kesinlikle öyle. Ama bu şartları herkes görmüyor, görünen şeyler sadece semptomları. Yani şartlar seni Ortadoğu’ya daha fazla müdahale etmek zorunda bırakıyor.
Sabah gazetesinde çıkan bir yazınızda “sistemin doğru çalışması ve otoritenin işletilmesinin ön şartı olarak, çıkarların yerine fikirlerin konuşulması gerekiyor” demiştiniz. Başkanlık sistemi tartışmalarının merkezinde hangi fikir olmalı?
Yeni bir siyasî devlet kurma. Bu tarihî derinliğin, coğrafî derinliğin kullanılmasını gerektiriyor. Başkanlık sistemi bir mekanizmadır, onu yürütecek şey derinliktir. Başkanlık sistemini ancak teknik meselelerin dışında tarihî, coğrafî, fikrî derinliğin içerisinde ele almak gerekiyor. Bu anlamda siyasî irade var; ama bu ruhun iyi bir şekilde organize edilip teşkilatlanması gerekiyor. Sen eğer bu yapıyı kuramazsan, kurumsallaşamazsan işlemez. En temel problemimiz de bu değil mi? Enerji var toplumda ama bu enerjiyi çok iyi bir şekilde işleyemediğimiz için, iyi yerlere kanalize edemediğimiz için olmuyor. Amerika’yı bu kadar güçlü yapan şey kurumlarıdır. Çok güçlü kurumları var, insanları bizden zeki değil. Oraya giden herkes bunu görebilir. Hatta Türk insanı daha uyanık. Amerika’da kurumlar olduğu için kişilerin çok fazla inisiyatif alması gerekmiyor; ancak burada öyle değil. Burada daha uyanık olman lazım, kendi başının çaresine bakman lazım. Orada çok standart. Hatta İskandinavya ve Hollanda’da “insanlar çok sıkılıyor, robot gibi yaşıyor” diyorlar ya o işte. Bizim meselemiz şu, insanları uyuşturmadan, iyi bir kurumsallaşmaya doğru gitmek. Başkanlığın bu anlamda ele alınması gerektiğine düşünüyorum.
Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Muhtemelen bundan sonra, “nasıl bir başkanlık” falan diye sorular çıkacak. Ben burada da şunu söyleyeyim, başkanlığı savundurtmamaya çalıştılar. O kritik aşama aşıldı. Artık tartışılıyor. Şimdi de nasıl bir başkanlık olacağı tartışılıyor. “Önceden bir şey teklif edelim ki, onlar kendi sistemlerini getiremesinler” diyorlar. Cumhurbaşkanının danışmanı Mehmet Uçum, “cumhurbaşkanının kafasında herhangi bir sistem fikri yok diyordu”. Ben buna katılmıyorum. Bence cumhurbaşkanının kafasında bir fikir var.
Toplumda otoriteye ihtiyaç var. Halk ile devlet bir türlü bir araya gelemiyor. Bir araya getirmemiz lazım. Başkanlık da bu anlamda bir araç olabilir.
Halkın değerlerini yansıtan bir devlet zuhur ettiği takdirde, halk devletini destekler.
İnsanlar aslında kendilerini bir yapının parçası hissettikleri zaman özgür olurlar. Sen kendi başına boşlukta özgür olamazsın, yaşayamazsın. “Özgürüm”  diyen insanlara bakın. Marka delisidir adam. Bir siyasî bütünlüğün parçası olmadığı zaman, başka bir bütünlüğün parçası oluyor. Küresel kapitalizm… Kapitalist düzenin ürettiği insan tipi… “Sen bu olursan, prestijli bir birey olursun” diye kandırılıyorlar, adam da tamamıyla o modele göre kendini şekillendiriyor. Ona göre bir yaşam tarzı belirlemiş ve tüm kararları kendisinin aldığını sanıyor. Hâlbuki öyle bir şey yok. Sen sana biçilmiş bir rolü yerine getiriyorsun.
Bütünlükle beraber düşünmen lazım... Topluma boyun eğmelisin. Beş vakit ezan okunuyor, “boyun eğ, selamet bul!” diyor… Allah’a boy eğmezsen başkasına boyun eğersin. İnsan boyun eğmeye mahkûm bir yaratıktır. Bunun psikanalitik bir sebebi var, oraya girmeyelim. İnsan, kendisini bir bütünün parçası yapmadan var olamaz. Delileri normal insanlardan ayıran şey, gerçeklikle ilişki kuramamasıdır. Allah’a boyun eğmezsen, toplulukla hareket etmezsen kalbin böyle atmazsa, başka bir şey bulursun.
Ondan sonra Samiri’nin buzağısı ile atar kalbi…
Kapitalist sistem bu...
Sağ olun bu güzel sohbet için teşekkür ederiz.
     Ben teşekkür ederim. 
Baran Dergisi 478. Sayı