ABD’nin öncülük yaptığı Küre koalisyonu ile beraber başlayan süreçte BAE, Suudi Arabistan ve Mısır’ın başını çektiği Arap bloğunun İsrail’e yakınlaştığını gördük. Şimdi ise İsrail BAE ve Bahreyn ile barış anlaşmaları imzaladı. Bu anlaşmaları nasıl değerlendirmek gerekiyor, Arap devletleri İsrail’e yakınlaşma ihanetinin içerisine niçin giriyor?

Bu anlaşmalar ile “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP)’nden “Büyük İsrail Projesi” (BİP)’ne geçiş tescillenmiştir. Anlaşmalar, Arap-İslam dünyasını savaşsız teslim alma girişiminden başka bir şey ifade etmemektedir. Söz konusu normalleşme anlaşmaları “Yüzyılın Anlaşması Çerçevesi”nde belirtilen İsrail ile Filistin/Araplar arasında yaklaşık 100 yıldır devam eden gerilimi bitirmeyi amaçlasa da, süreç ve önceki yaşanan tecrübeler itibarıyla mevcut istikrarsızlığı ve krizi daha da artıracağı, derinleştireceği, genişleteceği aşikârdır. Zira süreç bölge dışı aktörlerin inisiyatifinde, bölge gerçekliğine rağmen yürütülmektedir.

Söz konusu anlaşmalar ile BOP/BİP, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn üzerinden “hızlandırılma”, “meşrulaştırılma” ve başta Filistin halkı olmak üzere, Arap dünyasına kabul ettirilmek istenilmektedir. Anlaşmalar bu bağlamda “Büyük İsrail”e doğru Arap-İslam dünyasını bölücü, yeni ihtilaflara taşıyıcı bir sürecin önünü açmıştır. ABD-İsrail ikilisi büyük bir avantaj yakalamış görünmektedir. Diğer taraftan bölge devletleri bu normalleşme anlaşmalarıyla birlikte bölgede “Büyük İsrail”in kendilerini kuşatıcı, istikrarsızlaştırıcı, çıkarlarını ve bekalarını tehdit eden oyununu bir şekilde görmektedirler.

Bunun dışında, söz konusu “ihanet anlaşmaları”, başta Araplar olmak üzere, İslam dünyasındaki uyanış ve dip dalga hareketlerinde bir ivme rolü oynayacaktır. Bu bağlamda anlaşma, Körfez-Arap Yarımadası merkezli yeni bir “Arap Baharı” sürecini hızlandırabilir. Katar ve Umman ile Körfez’de başlayan ayrışma, Yemen ile zirve yapan ve derinleşme-genişleme eğilimi gösteren iç savaşı Suudi Arabistan ve diğer bölge ülkelerine taşıyabilir. Yani, süreç Suudi Arabistan ve BAE ikilisi açısından bir bumerang etkisi yaratabilir. Zira halkların iradesini yansıtmayan bu kararlar ve onlara imza atan rejimlerin ömürlerinin çok uzun süreli olması mümkün değil. İslam jeopolitiğinin dönüşünü engellemeye yönelik bu tür girişimler başarısızlığa mahkûmdur.

BOP ve Arap Baharı ile rejimlerini kaybetme endişesi taşıyan bölgedeki yönetimlerin bazılarının “beka” endişeleri ve “Büyük Arabistan”a liderlik (hatta Halifelik özlemleri) bu ihanet süreçlerinde etkili olmuşa benzemektedir. Dün İsrail Devleti’nin kuruluşu için Osmanlı’ya ihanet eden, bugün de “Büyük İsrail”in kurulması için ihanetlerine devam eden “Sykes-Picot’nun çocukları” üzerlerine düşen görevi yerine getirmektedirler. Dolayısıyla ortada şaşılacak bir durum yoktur!

Tek gücü sahip olduğu petrol ve doğalgaz yataklarından gelen BAE’nin çok etkin bir dış politika seyreden adından sıkça söz ettiren bir devlet hâline gelmeye başladığını görüyoruz. Siyonist-emperyalist blok BAE’yi ne için hazırlıyor?

“Yeni Ortadoğu”nun “Yeni Suudluğu” rolüne desek hiç de yanılmayız. Osmanlı’ya ve bu bağlamda İslam dünyasına en büyük ihaneti yapanlar Şerif Hüseyin ve İbn-i Suud idi. Türkiye Cumhuriyeti’ne ihanette ise Suud faktörünün yanında artık bir de Raşid âl Maktum faktörü var. Maktum, en büyük hain rolüne soyunmuş durumda! Nitekim BAE-İsrail normalleşme anlaşması, BOP’ta BAE ve Suudi Arabistan’ın taşeron-vekil rollerini ifşa ettiği gibi, burada tarihsel bir sürekliliği ortaya koyması açısından da önemli. Şöyle ki, İbn Suûd yönetimindeki Suudi Arabistan İsrail devletinin kuruluşunda başta Filistin’de olmak üzere Arapları sakinleştirme-ikna etme rolü oynarken, bugün “Büyük İsrail Projesi”nin (BİP/BOP) hayata geçirilmesi sürecinde günümüz İbn Suûd’u, BAE’nin Dubai Emiri Raşid âl Maktum da benzer bir role soyunmuş görünmekte. Dolayısıyla söz konusu anlaşma, İsrail-BAE-Suudi Arabistan arasındaki de facto ittifakı ifşa etmiştir, her ne kadar Suudi Arabistan ve BAE arasında Arap dünyasının liderliği ve “Büyük Arabistan” noktasında bir liderlik mücadelesi söz konusu olsa da.

İsrail ve emperyalist güçler bölgedeki liderlik hırsını sonuna kadar kullanmakta ve yeni ihanetlerin önünü açmakta, teşvik etmektedir. Nitekim Şerif Hüseyin ile İbn Suûd arasındaki rekabeti Osmanlı’nın yıkılmasında ve sonrasında İsrail’in kurulma sürecinde etkin bir şekilde kullanan İsrail ve emperyalist güçler, bugün BAE’yi kullanmaktadır. Diğer taraftan, Raşid âl Maktum açısından ikinci bir Şerif Hüseyin olur ise, hiç de şaşırmamak gerekir.

İsrail, Arap dünyasına açılması ne mânâya geliyor?

Çok net: İslam jeopolitiğini bölmek, “Büyük İsrail Projesi”ni hayata geçirmek ve bunun önündeki iki büyük engeli ortadan kaldırmak. Adım adım gitmek gerekirse… Arap-İsrail savaşları sonrası İsrail, Büyük Ortadoğu Projesi ve bu süreçte önemli bir kilometre taşı olan “Arap Baharı”nda yakaladığı avantajı fırsata çevirmeye çalışıyor. Nitekim İsrail, Mısır ile başlattığı Camp David Düzenini/Sürecini günümüzde “normalleşme anlaşmaları” adı altında Ürdün, BAE ve Bahreyn ile devam ettiriyor. Burada, söz konusu anlaşmaların “normalleşme” adı altında yürütülmesi oldukça önemli bir algı operasyonuna işaret ediyor. Başta İslam dünyası olmak üzere, tüm uluslararası camianın vereceği olası tepkilerin önüne geçilmeye çalışılıyor. Normalleşmeye karşı çıkanların adeta “anormallikle” itham edileceği bir sürecin önü açılıyor ve haliyle işin insanları “uyutma” kadar bir de “korku” boyutu da söz konusu. İsrail, Filistin meselesini çözdüğü takdirde Arap dünyasını ve İslam dünyasını çözeceğini, kontrol altına alacağını hesap ediyor.

İsrail, Mısır ile başlattığı Arap-İslam dünyasını bölme ve kendi ekseninde tutma çabalarını Ürdün ve BAE sonrası Bahreyn ile daha da pekiştirmiştir. Bundan ötürü Bahreyn ile anlaşma İsrail’e ve ABD’ye büyük bir psikolojik avantaj sağlamıştır. BOP’un işlediği mesajı verilmiştir.

Bölgedeki etnik-mezhepsel dinamikler ile oynama ve bunlar üzerinden güç projeksiyonu yapabilme imkânını daha da arttıran İsrail’in Körfez’de etkin oyuncu olabilmesinin önü açılmıştır. Zira BAE ile yapılan anlaşmada olduğu gibi Bahreyn-İsrail anlaşması da, iki ülke arasında diplomatik ve ticari ilişkilerin yanında, başta güvenlik olmak üzere, çeşitli alanlarda ilişkilerin normalleşmesini hedefliyor. Bu da açıkçası İsrail’in bölgedeki krizlere daha etkin ve “meşru” zeminde müdahil olmasının yolunu açıyor. Dolayısıyla bu anlaşma ile İsrail, Büyük İsrail Projesi’nin Körfez/doğu kanadında büyük bir inisiyatif yakalamıştır diyebiliriz.

Fakat burada halen İsrail’in önünde iki büyük engel var. Bunlardan birincisi İran. İsrail bu anlaşma ile İran’ı çevreleme, etkisizleştirme ve istikrarsızlaştırma politikalarında büyük bir avantaj yakalamıştır. (Aslında bu baskı sadece İran ile sınırlı değildir, aslında buna Suudi Arabistan ve Katar da dâhildir.) Nitekim Tahran’ın verdiği tepkiler de İsrail’in oyununu gördüğünü gösteriyor. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani söz konusu anlaşmayı büyük bir hata ve ihanet olarak nitelendiriyor ve aynen şu ifadeyi kullanıyor: “Bunları uyarıyoruz. İsrail’e bölgede alan oluşturmayın. Aksi takdirde farklı bir karşılık bulursunuz. Umuyorum ki, uyarıları dinler ve yanlış yoldan dönerler.” Dolayısıyla İran’ın anlaşmaya verdiği tepkiyi bu bağlamda sadece Filistin ile sınırlı tutmamak gerekiyor. İran, anlaşmayı Körfez’den kendisine yönelik bir kuşatmanın parçası olarak görürken, aynı zamanda “Direnç Cephesi”ne yönelik daha geniş kapsamlı bir saldırı planının bir aşaması olarak da değerlendiriyor.

Süreçte her ne kadar “İran tehdidi” ve buna yönelik işbirliği vurgusu ön plana çıkartılsa da, pratikte İran’dan daha ziyade Türkiye’yi çevreleme, etkisizleştirme, istikrarsızlaştırma ve yıkmaya yönelik bir hedef güdüldüğü de bilinmekte. Özellikle BAE, hemen her cephede-coğrafyada Türkiye’ye karşı bir savaş yürütmekte ve bunu da ifşa etmekten çekinmemekte. Dolayısıyla bu anlaşmanın asıl ya da öncelikli hedefinin İran değil, Arap-İslam dünyasında her geçen gün daha da güçlenen Türkiye olduğu görülmektedir. Nitekim Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığının yaptığı açıklamalar, ortaya konulan tepkiler bunu teyit etmektedir.

Türkiye ile Yunanistan arasında Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilim sürüyor. Son olarak Sakız adasıyla alâkalı yayınlanan Navtex’te Lozan vurgusu yapıldı. Bu çerçevede soralım; Batı’da Türkiye’yi denize ayağını sokamayacak hâle getiren, bu kısıtlaması zamanla kara suları üzerinden genişletilen Lozan’ın, değişen güç dengeleri çerçevesinde yeniden ele alınması gerekmez mi?

Lozan’ın, değişen güç dengeleri ve uluslararası krizler çerçevesinde yeniden ele alınması bir ilk değil. Öncelikle bunun anlaşılması lazım. Eğer öyle olmuş olsa idi, bugün Hatay’ı aynen diğer Misak-ı Milli sınırları dışındaki yerler gibi konuşuyor olurduk ya da Montrö Boğazlar Sözleşmesi olmazdı. Aynı şekilde Yunanistan’ın da 1829’dan itibaren bağımsızlığını ve topraklarını Türkiye’nin, Türklerin aleyhine büyütmesini büyük güçlere dayalı politikası çerçevesinde gerçekleştirdiğini biliyoruz. Bu kapsamda Lozan’ı her defasında kalbura çeviren o. Son olarak 12 Adaları da bu şekilde topraklarına kattı. Batı Trakya’nın da statüsü, aynen 12 Adalar gibi tartışmalıdır. İtalya’ya bırakılan 12 Adalar ile Bulgaristan’a bırakılan Batı Trakya’daki anlaşma şartları ihlal edilmektedir. Süreç içerisinde oldu bittiler ile işgal edilen diğer adalar ve hatta kayalıklar mevzuu da unutulmamalıdır. Adaların silahlandırılması bile başlı başına Lozan’ı en azından Türkiye-Yunanistan arasında tartışmaya açmıştır. Türkiye daha bu adalardaki vakıf malları mevzuunu gündeme getirmemiştir. Kıbrıs-Maraş’ta olduğu gibi, Girit ve diğer adalardaki Türk vakıfları, gasp edilen mallar, topraklar mevzuu gündeme getirilmelidir. Lozan’ı gündeme taşıyan Türkiye değil, ihlalleri ve gasp politikası ile Yunanistan’dır. Dolayısıyla dünyada sınırların yeniden çizildiği bir ortamda Türkiye’nin kendisinden gasp edilen toprakları tekrar gündeme getirmesi kaçınılmaz bir hal almaktadır. “Akdeniz Adaları” gasp edilen topraklardır ve Kıbrıs’a olduğu gibi bu adalara da sahip çıkmamız gerekmektedir. Zira Yunanistan izlediği politika ile “Lozan Statükosu”nu bozmuştur.

Askerlerine üniforma temini noktasında dahi sıkıntı yaşayan Yunanistan bugün Fransa’nın açık desteğiyle Türkiye’ye meydan okumaya kalkıyor. Akdeniz çevresinde neredeyse hiçbir devlet Türkiye’nin yanında saf tutmuyor. Türkiye âdeta bir kuşatmanın içinde. Bu kuşatma nasıl yarılacak?

Türkiye çok boyutlu bir kuşatma ile karşı karşıya. Üzerinde yoğun bir baskı var ama yalnız değil. Krizde tüm aktörlerin tek bir ortak hedefi var ise o da Türkiye. Türkiye’nin küresel güç mücadelesinin seyrini, çerçevesini belirleyici rolü, onu tüm aktörler tarafından paylaşılamayan, kontrol edilmesi gereken bir ülke konumuna sokuyor. Bu noktada Akdeniz eksenli yeni ittifak-işbirliği arayışları da dikkatlerden kaçmamalı. Türkiye öncelikle Batıyla olan ilişkilerini son ana kadar diplomasi-askeri güç (caydırıcılık) bağlamında dengeli bir şekilde yürütmeli. Bu noktada krizdeki Batı’ya karşı haklarını-çıkarlarını ön planda tutan etkin bir denge politikası kaçınılmaz. “Yeni Batı” oluşumunda Türkiye belirleyici bir yere sahip, dolayısıyla Batı’nın böylesi hassas bir konjonktürde Türkiye’yi kaybetme riskinin olmadığı bilinmeli. İngiltere ve Almanya’nın Türkiye’ye karşı tutumları bu açıdan oldukça önemli. Dolayısıyla ABD-Almanya/AB, Almanya-Fransa arasındaki rekabeti daha da kızıştıracak bir politika ve yeni bir arayış içerisinde bulunan İngiltere ile geliştirilecek karşılıklı çıkarları gözeten, “kazan-kazan” prensibine dayalı işbirlikleri, Türkiye’nin manevra alanını daha da genişletecek ve üzerindeki baskıyı azaltacaktır.

Türkiye, Batı ile daha dengeli ve sağlıklı bir zeminde yeni işbirliği temellerini atmada, Akdeniz’de Batı dışı diğer aktörler ile de ortak tatbikatlar süreci başlatabilir. Yunanistan ile krizin seyri ve Batı’nın takınacağı tavır, hiç kuşkusuz bunda belirleyici olacaktır. Bu noktada Rusya-Çin-İran üçlüsünün Umman Körfezi-Hint Okyanusu arasındaki bölgede su yolları ve enerji güzergahları güvenliğinin temini kapsamında Aralık 2019’da icra ettikleri tatbikatın bir benzeri Doğu Akdeniz’de “Türkiye-Rusya”, “Türkiye-Rusya-Çin”, “Türkiye-Rusya-Çin-İran” bağlamında gündeme gelebilir ki, en azından Türkiye-Rusya arasında bunun tarihsel bir arka planı söz konusudur.

Türkiye, Doğu Akdeniz’deki krizin sonuçlarının küresel boyutta olacağını, çifte standartların ve tek taraflı tutumların başta NATO olmak üzere Batı İttifakına ciddi zararlar vereceğini ve bu krizde Almanya/AB-İsrail’in izlediği politikaların özellikle ABD’ye nelere mal olabileceğini göstermesi düne göre çok daha büyük bir önem arz etmektedir. Zira Yunanistan üzerinden oynanan oyun aynı zamanda ABD ve NATO’yu da hedef almaktadır. Türkiye’yi kaybeden ABD’nin Almanya/AB karşısında eli zayıflayacağı gibi, başta Akdeniz olmak üzere beş deniz havzasında ve Avrasya’daki politikaları da ciddi zarar görecektir. Dolayısıyla Doğu Akdeniz krizi Türkiye’den daha fazla ABD’nin önünde bir kriz olarak durmaktadır; aynen Kıbrıs Barış Harekatına giden süreçte olduğu gibi…

İsrail, Doğu Akdeniz’de yaşananların neresinde?

Krizlerin tam merkezinde ama ön plana çıkmıyor. Bu rolü şu an Fransa’ya vermiş vaziyette. Düne kadar Yunanistan-GKRY ikilisini Türkiye’ye karşı kışkırtan, hazırlayan ülke iken (özellikle “One Minute Krizi” sonrası); bugün Fransa, ABD ve diğer Batılı ülkeleri Türkiye üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanmaya çalışıyor. Zira “Büyük İsrail Projesi”nin önündeki en büyük engel, az önce de ifade ettiğim üzere Türkiye. Bu kapsamda Akdeniz merkezli yaşanan gelişmeler akla yüzyıl öncesini getirmekte. Osmanlı’nın tasfiyesini gerçekleştiren ve ancak bu şekilde İsrail devletini kurabilen Haçlı-Siyonist ittifak, şimdi de Türkiye’yi bu projeye ikna etmek (ve hatta desteğini almak), kabul etmediği takdirde de ortadan kaldırmak istiyor Dolayısıyla Akdeniz’deki kriz, Türkiye’ye yönelik kuşatma ve onu bölme senaryosunun bir parçası olarak da karşımıza çıkıyor.

Prof. Dr. Mehmet Seyfettin EROL (Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi/AHBVÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi/ANKASAM Başkanı.)

Baran Dergisi 714.Sayı