Uluslararası Hukukçular Derneği Başkanı Av. Cihad Gökdemir: 15 Temmuz’da kazanılanlar masa başında kaybedilmemeli!
 
15 Temmuz gecesi bir işgal girişimi gerçekleşti. Bu girişime Müslüman Anadolu halkı destansı bir tepki verdi. Bu mesele hakkında neler söylemek istersiniz?
Resûlullah Efendimiz bir Hadis-i Şerif’inde diyor ki, “nasılsanız öyle yönetilirsiniz.” Toplum değiştikçe yöneticileri de değişiyor. O akşam hepimiz çok şaşırdık. Henüz cumhurbaşkanından “sokağa çıkın” çağrısı gelmeden önce bile 100 binler sokaktaydı. O çağrıyla birlikte milyonlar sokaklara çıktı. Cesur bir toplum ve karşılığında da cesur bir yönetici... İkisi de birbirini tetikleyen unsurlar; cesur yönetici olmasa toplum sokağa çıkmayacak, cesur bir toplum olmasaydı zaten cesur bir yönetici de olmayacaktı. Hadis-i Şerif’te de buyurulduğu gibi nasılsak öyle yönetiliyoruz. İnşallah bu anlamda toplum kendini düzelttikçe yöneticiler de çok daha farklı hâllere gelecektir.

28 Şubat’ta da tankların Sincan’da yürütüldüğünü gördük. Buna karşı çıkan çok az bir kesim vardı. Bugün ise milyonlarca kişi sokaklardaydı. Nasıl bir değişim yaşandı ki bu böyle oldu, bu motivasyonun kaynağı nedir?
Bir kere, insanlar o gece askerî darbe gerektirecek bir meşru zeminin olmadığını biliyordu. On beş yaşlarında bir delikanlı ile İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin orada karşılaştım, direniyordu. Bu çocuğun motivasyonuyla bizim motivasyonumuz daha farklı olabilir. Çocuk bilgisayar oyunlarıyla büyümüş, Tank Fury diye bir oyun varmış bilgisayarda, onu oynarmış. Diyor ki, “benim tankım var, ben bu binayı alırım, yok öyle bir şey.” O yüzden direnmiş mesela, sen yapamazsın bunu diye. Toplumun direnişinde Tayyip Erdoğan’a olan sevgi ve saygı bir yana, zaten askerin sokağa inmesini gerektiren meşru bir zemin yoktu. 12 Eylül öncesinde toplum üçe, dörde bölünmüş vaziyetteydi. Paramparçaydı. Şimdi her ne kadar 15 Temmuz öncesinde, “Erdoğan diktatör, cepheleri gerdi, insanları birbirine düşürüyor” deseler de, gördük ki hiç de öyle olmamış! Bu bir dedikodudan ibaretmiş. Asıl bölünmenin ne demek olduğunu 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta görmüştük. O yüzden toplum çok şükür ki, bölünmek yerine bütünleşti. Bunun tam aksini istiyorlardı halbuki. Biliyorsunuz, Mısır’da da ilk çıkan darbeciler toplum tarafından püskürtülmüştü daha sonra da toplum arasındaki tefrikayı iyi değerlendirdiler. Mısır toplumu Tahrirciler ve Rabiacılar ikiye bölündü ve Sisi de darbesini gerçekleştirdi. Mısır’daki gibi Türkiye’de de toplumu tefrika etmek isteyen birileri çıkacak. Bunu iç savaş şeklinde yapabilirler, sokak çatışmaları şeklinde de yapabilirler; hülasa bunu her şekilde deneyebilirler. İnsanlara, “ya kardeşim yeter artık asker gelse de şu sorunlardan kurtulsak” dedirtmek için birçok yolu deneyebilirler.  Bundan sonra Mısır sürecinin aynısını yaşamamak için dikkat etmeliyiz. Allah korusun…

15 Temmuz gecesini yaşamış toplum, “artık asker gelse de kurtulsak” diye bir anlayışa razı olur mu? Çünkü toplum biliyor ki, darbenin arkasında başta Amerika olmak üzere dış güçler var. Bunu bilmesine mukabil, toplum bunu isteyebilir mi?
Türkiye’deki bütün darbelerin arkasında Amerika-İsrail’in olduğunu sokaktaki gençler dahi biliyorlar. Toplumun içindeki tefrikayı artırdığın zaman, dediğimiz şey gerçekleşir. Düşünün ki, 15 Temmuz gecesinde, iş daha en başlardayken milyonlar sokağa çıktı. Şöyle düşünün, 15 Temmuz gecesinde askerin yanında direnen on bin kişilik bir topluluk daha çıksaydı? Nasıl olacaktı? Çok daha farklı olabilirdi. O yüzden toplumu böldüğünüz anda her şey olabilir. O geceyi iyi hatırlayın. Bu zamana kadar Türkiye’deki bütün darbeleri Kemalist asker kanadı yapmış olduğu için, o kesimden “acaba bunlar bizimkiler mi” diye sevinenler bile oldu.

İstanbul Bağdat Caddesi’nde alkışlayanlar vardı.
Darbeye teşebbüs edenlerin Fetullahçılar olduğu ortaya çıkınca, “hayır kardeşim darbeye karşıyız.” dediler. O halde “benim zalimim, benim kötü adamım bile, kötünün iyi adamından iyidir.” anlayışıyla hareket edildi. Bu noktada mühim olan bu birlikteliği bozacak hiçbir adımın atılmaması. Toplumun çok uyanık olması lâzım. Çünkü bu olaydan birkaç gün sonra şöyle bir şey yaşadık. Spor akademisi için Bayburt’a dışarıdan gelen birçok genç var. Giresun’dan Bayburt’a gençleri taşıyan otobüste Iğdır Turizm yazıyor. Daha sonra da birileri, “Iğdır Turizm ile gelen çocuklar Kürt, PKK bayrağı salladılar” diye bir dedikodu çıkarıyor. Bayburt gibi bir yerde minibüsler yakıldı, çocukların kaldığı yurt kundaklanmaya çalışıldı. Bu olay da Kürt coğrafyasında abartılarak, “bizim öğrencilerimiz Bayburt’ta yakılıyor” gibi provokasyonlar yapıldı. Bu kadar basit bir şeyde dahi neler olabileceğini gördük. Toplumun birbirine düşeceği durumlardan uzak durması lâzım.

15 Temmuz sürecinden sonra yapılan tasfiyelerle birlikte gördük ki, müthiş bir yapılanma varmış. Açıkçası devlet yokmuş. FETÖ’cüler devlet içerisine nasıl bu şekilde yuvalandı?
Türkiye’de Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin başkanıydı Fetullah Gülen. Bu dernekler de Amerika tarafından kurulan derneklerdi. Bunların birçoğu da Kontrgerilla eğitimi almış insanlar. Bu insanlar muhtemelen böyle eğitimlerden geçmiş olabilir. Bu kadar gizli ve tarihinde örneğine rastlanmamış yapılanmayı oluşturabilmek için insanların böyle bir eğitimden geçmiş olması lâzım. Türkiye’de her ne kadar, “bu insanlar AK Parti döneminde devlete yerleşti” denilse de, biz gördük ki, darbeciler içerisinde tuğgeneraller var. Bu tuğgenerallerin de mezuniyetleri 1994’e dayanıyor. 1994’te AK Parti daha yoktu. Genelde Kemalist partiler vardı. Bu da şunu gösteriyor ki, Kemalistler her ne kadar bu durumdan Türkiye’deki Müslümanları suçluyor olsalar da, asıl suç kendilerinin. Düşünün ki, imam hatip mezunu gençleri askeriyeye almamak için elinden geleni ardına koymayan Kemalist kesim meğer Fetullahçıları demet demet dolduruyormuş.

28 Şubat sürecinde de bunlar Kemalistlerle bir olup onurlu Müslümanları tasfiye ettiler.
Aynen öyle! O yüzden Kemalistler bu işin büyük suçluları. Kemalistler, İslâmcılardan daha büyük suçlular. Şimdi, “orduyu Kemalistlere teslim edin, ne olduğunu gördük” diyorlar. E zaten size teslimdi, siz gidip Fetullahçılara vermişsiniz askeriyeyi. Bu ülkeye artık Kemalist-Laik şu veya bu değil, yerli ve millî olanlar lâzım. Liyakat en başta gelmeli. Tayyip Bey’in çok güzel bir tanımlaması oldu, “hangi görüşten olursa olsun, yerli-millî olup, dışarı ile bağlantılı olmayan, ikinci bir ajandası olmayan, her türlü kişi, her türlü sivil toplum örgütü bu topraklarda çalışabilecek. Onlara liyakate göre görev verilecek.” Buna inanıyoruz biz.
Bugün Kemal Kılıçdaroğlu liyakatten bahsediyor. Biz CHP’nin 28 Şubat’tan önceki adalet bakanının şöyle dediğini biliyoruz: “Refahçılar ve Ülkücüleri mi Adalet Bakanlığı’na doldursaydım?”… Liyakat yerine Alevilerin Adalet Bakanlığı’na nasıl doldurulduğunu da çok iyi biliyoruz.

“Yerli ve millî olduğu müddetçe sorun yok, devlet kapıları açık kalabilir” diyorsunuz. Kemalistler eliyle başlatılan ve sözde Müslümanlar tarafından yürütülen bir algı operasyonu başlatıldı. FETÖ üzerinden Türkiye’nin önde gelen cemaatlerine yükleniyor ve “bunların hepsi böyle” denilmek isteniyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Türkiye’de cemaatleşme ne zaman başladı bunlara bakmak lâzım. Türkiye’de Kemalist ideoloji İslâm’ın kaynaklarının topluma ulaşmasını kamuoyunda yasakladığı için, Fetullah Gülen gibi karaborsa örgütler ortaya çıkar. Bir din ihtiyacı var insanların; futbolculardan, profesörüne kadar herkesin din ihtiyacı var. İnsanlar din ihtiyaçlarını meşru yollardan karşılamazsa, gayr-ı meşru yollara başvururlar. Bu durumda Fetullah Gülen gibiler peydahlanacaktır. Bu yüzden herkes kızıyor, “adamlar her yerde örgütlenmişler” diye. Kurnaz olan oydu, gayr-ı meşruydu, cennet vaat ediyordu. Peki diğer cemaatler niçin FETÖ gibi büyüyemediler? Çünkü, diğer cemaatlerin İslâmî anlamda kaygıları vardı.

Yerli ve millîlerdi.
Evet, hem de İslâm’ın kaynaklarını tahrif etmeme gibi kaygıları vardı. Bunlar öyle miydi? Bir futbolcuya gidip çok affedersiniz, “karıyla kızla eğlenmeye devam edebilirsin, alkol de alabilirsin. Yeter ki sen cemaatimiz adına çalış ‘himmet’ ver, senin cennetin zaten hazır” diyorlar. Türkiye’de büyük iş adamlarının birçoğu maalesef gayr-ı meşru yollardan iş yapıyor. Bu adama da “sen yurt dışına git, eğlencene bak, hayatındaki lüksünden hiçbir şey kaybetme, bize ‘himmet’ paralarımızı ver, sen cennetliksin.” diyorlar. Gerçek İslâmî cemaatler, “bir sürü fakir fukara var, bu biraz lüks değil mi” diyebiliyor. En azından vicdanına sesleniyor insanın. Özellikle Fetullah Gülen’in Müslümanların bütün kutsallarını, kelimelerini tahrif etmesinden dolayı insanlarda bir algı var. Mesela; mücahid, himmet, cemaat, imam gibi kelimeler ne hâle getirildi. Şimdi bu kim diyorsun, “bu futbolcuların, bu askerlerin imamı.” Adamın imamlık falan yaptığı yok sadece onlardan sorumlu. Ve İslâmî bütün terimleri kirleten bir yapı, maalesef Müslümanların da ağzına pelesenk oldu: “Aman cemaatlerden uzak durulsun, aman İslâmî yapılardan uzak durulsun” deyip, seküler ve bireysel bir İslâmî model oluşturmaya çalışıyorlar. Bu çok tehlikeli!

15 Temmuz’dan sonra FETÖ’ye yapılan tasfiyelerle gördük ki, 15 Temmuz’dan önce aslında neredeyse hiç operasyon yapılmamış. Bu son operasyonlardan sonra ne kadar temizlendi bunlar, nasıl emin olabileceğiz?
Türkiye’de üst kadrolara adam istihdam etmek için devlet bir çözüm buldu kendince. Objektif kriter gereği; KPSS. Herkes bu sınava girip, aldığı başarı nispetinde devlet kademelerine yerleşiyor. Fakat düşünün ki, son 6-7 senedir KPSS sorularını çalıp çok yüksek alan insanlar var. Mesela Dışişleri Bakanlığı’na yirmi uzman alacaksınız. Diyorsunuz ki, “bu yirmi uzman, birinci olarak yabancı dil bilecek, ikincisi ise KPSS’de 90 puan almış olacak.” Yirmi kişilik kontenjanınıza da 200 kişilik duyuru yapıyorsunuz, “200’den yirmisini seçeriz” diyorsunuz. 200 kişinin tamamı istediğiniz puanın üzerinde zaten ve tamamı da Fetullahçı. O yüzden giren uzmanların yirmisi Dışişleri’ne girerken, diğer 180 kişi de devletin çeşitli kurumlarının üst kademelerini dolduruyor. Bunlar çok yüksek puanlar aldıkları için başkalarının bu kurumlara girmesini engellediler. Dolayısıyla siz şu anda kimi temizlerseniz temizleyin, onlar hâlâ varlar. Birbirlerini de koruyorlar. Üst düzey oldukları için de saklanabiliyorlar. Fetullahçı olanları bildirin dedikleriniz de Fetullahçı zaten! Buradaki asıl tehlike şu; şu anda belediyelerde, devlet kurumlarda vb. yerlerdeki insanlar “Fetullahçı” diye ihraç ediliyor ve hapse atılıyor. Asıl tasfiye edilmesi gereken üst memurlarken, alttaki adamlarla uğraşıyorlar. Alttaki adamı bekle! İki sene sonra da tasfiye edebilirsin. Asıl sorun üst kısım. Belediyede yirmi yılda bir yerlere gelmiş adamın FETÖ adına memlekete zarar vermesi mümkün değil. En fazla önüne gelen işi yavaşlatır. Bunu da yıllarca zaten yaptılar. Ama elindeki imza yetkisiyle devleti kilitleyecek olan bir sürü adam var. Asıl bunlarla uğraşılması lâzım. Belediyedeki sıradan bir memura, “sen yirmi sene önce şu dershaneye gitmişsin kardeşim” denilip işten atılması onun akrabalarını tetikler. Bu sefer de, “ya kardeşim bu kadar da zulüm edilmez ki” denmesine sebep olur. Sonra toplumda, “bakın Fetullahçı olmayanlar bile ne kadar mağdur ediliyor” diye bir ses yükselebilir. FETÖ’cülerin böyle bir amacı var. Bunu sistematik olarak yapıyorlar. 15 Temmuz’da kazanılanlar masa başında kaybedilmemeli. Bir insana alt seviyeden bile olsa, “Fetullahçı” damgası vurulduktan sonra bu adamı bir de cezaevine attığınızda bu adamı tam bir Haşhaşi yaparsın. NBA’de oynayan basketbolcu Enes Kanter’in de yazdığı yazıdan görüyoruz, bunlar annelerinden babalarından vazgeçiyorlar. Hatta cennetten bile vazgeçiyorlar. Cennetinden vazgeçmiş ve kendini feda edecek bir adam; canlı bomba demektir! Dünyadaki diğer örgütler “cennete girebilmek için” faaliyet yaparken, bunlar cennetten bile vazgeçiyorlar. Siz bu adamları cezaevine doldurdunuz, hepsini de aynı koğuşa koydunuz. Irak’ta bu yaşanmadı mı? IŞİD nasıl ortaya çıktı? Bugün herkes, “Fetullahçılar IŞİD gibi olamaz, mümkün değil” diyor. Hayır, her insan geleceğinin olmadığını, dünyada elinden her şeyin alındığını gördüğü an IŞİD mensubu olabilir. Bunları da şimdi dolduruyorlar Silivri cezaevine. Bunları aynı koğuşa koymamaları lâzım. Oralar bunlar için tam bir eğitim kampına dönecek. Üst kadrolar içeride. Alt kadrodan gelenler, tam da Fetullahçı olmayan, aslında son zamanlarda dönmeye çalışan insanlar orada tamamen bir örgüt neferi hâline gelebilir.

Özellikle alt kadrolarla uğraşanları “Fetullahçı” diye damgalayan insanları iyi tespit etmek lâzım. Alt kadroyu tasfiye eden adam, insanları tasfiye ederek hem yeni neferler oluşturuyor hem de kendini saklıyor! Şu anda yapılacak olan şey, üst kademelerle uğraşmaktır. BDDK’da hâlâ varlar. Bunlar yarın bir gün bu ülkenin Bankacılık Denetleme Düzenleme Kurumları oldukları için bankacılık sektörüne kamikaze yapsalar? Dışişleri bakanlığında da aynı durum. Allah korusun. Bunlarla uğraşılması lâzım. Şu anda belediyedeki memur, mühendis, normal çalışan kadrolarla uğraşmakla bu iş çözülmez. Olay şu anda sıcak; ama altı ay sonra yara soğuduğunda acısı çok daha farklı olacaktır.

İstihbrat-emniyet ve yargı üçgeninde bugüne kadar birçok operasyona imza atmışlar…
Bunların ilk yerleştikleri yerler emniyetti zaten. 1980-1990’lı yıllarda en zeki çocukları bile polis okullarına gönderirlerdi ya da üniversiteyi bitirenlerin komiser olmalarını sağlarlardı. O zaman niye böyle olduğunu anlamazdık. FETÖ önce emniyeti ele geçirdi. Daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı’nı ele geçirdiler. Öğretmenliği yönettiler. 28 Şubat sürecinden sonra da herkesi hukuk fakültelerine yönlendirmeye başladılar. Belli bir zamandan sonra artık kendi kadroları, üniversiteleri, emniyet yetkilileri vardı. Çok kolaydı adamları istedikleri yere devşirmek. Anadolu’dan gelmiş fakir fukara temiz vatandaş ister istemez bunların kucaklarına düştüler. Biraz da, “aman çocuklarımız kötü yola düşmesin” düşüncesi vardı. Şimdi anlaşılıyor ki çok daha kötü yollara düşmüş vatandaş. Bu insanlar ülkenin bürokratik ve hukukî yapısını çok iyi bildikleri için zamanla yargı içinde de yuvalandılar. Yargı içinde yuvalanınca da insanlara çok kolay kumpaslar kurdular. Bu insanların temizlenmesi için yargıda uygulamış olduğu formül ve yöntemleri çok iyi bilmek lâzım. Kumpas davalarında, davalar tamamen boş değildir. Mutlaka iyi bir temele dayandırırlar; fakat o temelin etrafına suçlu olmayan, asıl hedeflerinde olan insanları koyarlar. Örnek verelim, Türkiye’de bugün Ergenekon davasındaki bütün sanıklar mağdur olarak gösteriliyor. Aslında Ergenekon davasının temelinde kırk, elli civarında ciddi anlamda subay-general yapılanması var. Fetullahçılar bunları iyi tespit etmişler ve daha sonra ortaya bir ağ kurmuşlar. Sonra da hedefinde olan ne kadar masum insan varsa, o ağın içerisine atmışlar. İzmir’deki casusluk davası mesela böyle. Yani askeriye içerisinde kadrolaşmalarına engel olan, ne kadar isim varsa bunları Ergenekon, Balyoz ve casusluk davası gibi ağların içine atıp engelleri ortadan kaldırdılar. Alttan da kendi adamlarını üst seviyeye taşıdılar. Fetullahçıların bu kumpas taktikleri böyledir. Bu tam bir Yahudi taktiğidir. Fetullahçı yapı gerçek suçluları takip eder, ortaya koyar. Medyaya da “bakın bunlar suçlu” diye gösterir. Suçlularla beraber diğer insanları da yakarlar. Selam Tevhid davasını da böyle yaptılar. Bu ülkede İran ajanı yok muydu? Mutlaka var. Türkiye’deki İran ajanlarını devlet takip etmiş; para alışverişleri, fizikî takipler, telefon takipleri ve sair. Bu dosyalar FETÖ tarafından istihbarattan çalınmış ve emniyete getirilmiş. Ve gerçek suç ve suçlular üzerinden bir çukur oluşturup dört tane sacayağı koymuş; akademisyenler, sivil toplum örgütleri, siyasetçiler ve tüccarlar. Bu kesimlerde olan ve örgütlerle alakası olmayan herkesi örgütle bağlantılıymış gibi göstermişler. Siyaset ayağı olarak Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan. Ticarette de birkaç şirket sahibi var, mesela BİM’in sahibi Mustafa Bey. STK’larda İHH. Akademisyenlere geldiğinde İstanbul Üniversitesi ya da başka üniversitelerden hocalar var. FETÖ bunların İran ajanı olmadığını çok net biliyor. Ama var olan mevcut İran ajanların yanına bu insanlar katılmaya çalışıldı. Asıl hedef İran ajanlarıymış gibi görünse de, öyle değil. Cübbeli Ahmet Hoca’nın dosyası da çok bariz bir şekilde bunun örneği.

Öyle şeyler söylüyorsunuz ki, o halde bize yeni bir bürokrasi sitemi, yeni ordu, hülasa yeni devlet lâzım.
Tamamının yenilenmesi lâzım. Ciddi anlamda askerî ve sivil bürokrasi ele geçirilmiş. Bir kısmı gerçekten hain, diğer kısım da korkak. Korkaklar da bazen hainler kadar zarar verici olur. Bu Fetullahçı hainlerin devlete bir gün darbe yapabileceklerini düşünen bazı korkaklar da FETÖ’cülere yardım ettiler. Bazı insanların tıynetinde bu var. Bu bir yönden hayırlı oldu. İnşallah bundan sonra gerçekten devlet için çalışan insanlar olacaktır. Sonuçta biz bir Ortadoğu ülkesiyiz. 1999 depreminden sonra, “depremle yaşamaya alışmalıyız” diyorlardı. Bir Ortadoğu ülkesi olarak, krizlerle yaşamaya alışmalıyız. Burada bitmez bu tür şeyler. Bunlara alışırsak, çok daha kolay atlatırız.

Biraz fazla alışmadık mı? Her sene yeni bir krizle karşılaşıyorduk, darbe girişiminden sonra herhalde sadece dış müdahale kaldı.
Evet, bir savaş kaldı, onu bekliyoruz. İnşallah Allah göstermez. Ama ne İsrail, ne de Amerika Türkiye’yi bu hâliyle bırakmak istemeyeceklerdir. Artık dünyada din savaşları yapılmıyor. Batı bütün savaşlarını para için yapıyor. Türkiye’den ne istiyorlar peki? Neden bu kadar üstümüze geliyorlar söyleyeyim; Akdeniz’deki Filistin doğalgazı. Her ne kadar medyaya, “bu İsrail doğalgazı” diye yansısa da. Bu bir Filistin doğalgazıdır. Hak onlarındır.

Hatta, “burada o kadar doğalgaz yok, tartışılacak büyütülecek bir şey yok” diye manipülasyon yapmışlardı.
Dünyada doğalgaz zengini olarak bilinen ülke Katar’dır ve 750 milyar dolarlık doğalgaz rezervi vardır. Oysa sadece Akdeniz’deki Leviathan doğalgaz yataklarında 2,5 trilyon dolarlık doğalgaz olduğu söyleniyor. Şimdi bu para için dünya savaşı bile çıkabilir ve Batı da bunu çıkartmaya çalışıyor. Bu parayı Türkiye ile paylaşmak istemiyorlar. Bu doğalgazın Batı’ya yani para sahiplerine ulaşmasının tek yolu var: Türkiye! Bu doğalgaz Türkiye’den geçerken tabiî olarak paranın bir kısmı Türkiye’de kalacak. Paranın mevcut Türkiye yönetimine kalmasını istemiyorlar. “Para Türkiye’de kalsın, ama bizim istediğimiz adamlarda olmak şartıyla” diyorlar.

“Sonra biz zaten onu geri alırız.”
Bu sebeple, Türkiye bunlar için ne oldurulacak, ne de öldürülecek bir ülkedir. O yüzden, “kendi ayaklarının üzerinde duramasın, ama çok da sürünmesin” istiyorlar. Çünkü Ortadoğu’da Türkiye gibi bir ülke lâzım. Dolayısıyla vazgeçemiyorlar. Bu yüzden öyle görünüyor ki, Batı’nın oyunları bitmeyecek, bir sonraki aşama da savaş gibi bir şeye yönelecektir. Allah korusun.

Fransa’nın üzerine bu kadar gitmelerinin sebebi de bu Akdeniz meselesi herhalde. Arap Baharı öncesi Akdeniz Birliği meselesi vardı.
Muhtemelen öyle. Ama şunu unutmamak lazım, “bunların arkasında Amerikalılar, Çinliler, Ruslar, İngilizler var” desek de. Hepsinin arkasında tamamen İsrail var. Bugün Rusya’yı Ukrayna’ya ve Suriye’ye sokan İsrail’dir. Hatta Türkiye ile Rusya’nın arasını düzeltmeye kalkan da İsrail’dir.

Bu FETÖ’cü çok onursuz ve gurursuzlar. Türk askeri üniformasıyla birlikte atlamış helikoptere Yunanistan’a kaçmış. Siz de Yunanistan’daki mahkemeye katılmıştınız. Orada birtakım hâdiseler yaşanmış. Bize bu konudan bahsedebilir misiniz?
Hatırlarsanız 15 Temmuz gecesinde bir dedikodu vardı, “iki tane helikopter kayıp, her an bir yere saldırı olabilir” diye. İnsanlar da tedirgindi. Biz 15 Temmuz gecesinden sonra kaçan FETÖ’cü subayların Yunanistan’da yargılanacağını öğrenince, Türkiye’de hukuk okumuş; ama Yunanistan İskeçe’de avukatlık yapan gençlerle irtibata geçtik. Daha sonra duruşmalara gitmek istediğimizi belirttik. Türkiye’den de yetkilileri bilgilendirerek Türkiye Hukukçular Derneği adına duruşmaya gitmek üzere hazırlık yaptık. Dilekçelerimizi yazdık. Avrupa Birliği mevzuatı kapsamında STK’lar bu tarz davalara müdahil olabiliyorlar. Yunanistan da AB üyesi olduğu için bu meseleyi dilekçemizde yazdık. Ardından bu kaçakların Yunanistan’dan sınır dışı edilmesi gerektiğini Avrupa Birliği mevzuatı kapsamında dilekçemize ekledik. Avrupa Birliği mevzuatında diyor ki, “bir kişi devlet başkanına yahut onun aile efradına suikast girişiminde bulunursa, bu durumda kaçtığı ülke onu doğrudan sınır dışı eder.” Bakın iade bile değil, sınır dışı eder. Bu kişilerin halka yaptıklarını bir tarafa koyalım. Bunlar Tayyip Erdoğan’a ve aile efradına suikast girişiminde bulunmuşlardı. Helikopterle Yunanistan’a kaçan ekip Marmaris’teki ekipti. Ve yine bu insanların 15 Temmuz’da işlediği suçları fotoğraflarıyla dilekçemize ekledik. İnsanları ezen tanklar, uçaklardan atılan bombalar, helikopterden insanların vurulması ve sair. Vahşet gecesinin tamamını gözler önüne serecek kanıtlarla mahkemeye gittik. Mahkemeye vardığımızda 32 yaşlarında bir bayan hâkim vardı. Biz dilekçemizi sunduk, o da davaya müdahil olamayacağımızı söyledi. Aslında AB mevzuatına aykırı bir karardır bu. Israr ettik yine de kabul ettiremedik. Bunun üzerine izleyici bölümüne geçip duruşmaları takip ettik. Sekiz kaçak sanık vardı, tamamı subay. Sanırım dört tanesi binbaşı, iki tanesi yüzbaşı diğer iki tanesi de tekniker. Bunların ifadeleri başladı, boydan boya yalanlarla dolu. Anlattıkları gerçeğin tam tersi istikametinde. Sadece bir doğru var, “o gece biz birlikte çatışma olduğunu duyunca bir helikoptere doluştuk ve birlikten dışarı çıktık. Çatalca tarafında bir ormana indik, orada iki saat bekledik” diyorlar. Burası doğru. Sonra şöyle devam ediyorlar, “biz orada beklerken internetten neler olduğuna baktık. Niye çatışma var diye düşünüyorduk. Baktık ki meğerse darbe oluyormuş.” Bu Fetullahçıların en büyük özelliği her şeyi inkâr ediyor olmaları. Mertçe çıkıp söyleyemiyorlar yaptıklarını. Sonra diyorlar ki, “biz de helikopterle uçuş yaptığımız için bizi de darbeci sanmasınlar diye bir yerlere gitmemiz lâzım diye düşündük. Romanya ve Bulgaristan alternatifleri var. Ama en demokratik ülke Yunanistan olduğu için biz Yunanistan’a gittik” diyorlar. Fakat olayın ipuçlarını birleştirdiğimizde şunu görüyoruz; niçin bu askerler helikopterle Türkiye’den kaçma gereği duydular? Bizim Yunanistan’daki gazetecilerden öğrendiğimiz kadarıyla o gece Dedeağaç Havalimanı’na Türk helikopteriyle gelen subayların sayısı sekiz değil, dokuz. Gazeteciler diyor ki, “bize ilk haber dokuz kişi olarak geldi.”

Tam da orayı soracaktık, bu dokuzuncu kişi kimdir?
Belli ki, o gece darbeyi yöneten ve Sayın Erdoğan’ı o gece almak isteyenlerden birisi eski CIA başkanı, Fetullah Gülen’e ABD’de kalması için Green Card kolaylığını sağlayan Graham Fuller. Fuller darbe günü Türkiye’deydi. Fakat darbenin geri püskürtülmesinden sonra sabaha doğru saat beş gibi İstanbul’daki Topkule Kışlası’ndan helikoptere binerek kaçmak üzere Çatalca’ya iniyor. Çatalca’da iki saat beklemelerinin sebebi, “acaba ne oluyor” diye değil. O sırada Amerika ile bağlantı kuruluyor, Amerika Yunanistan’ın sınır güvenliğini sağladıktan sonra Fuller ve kaçak sekiz subay helikopterle Yunanistan’a kaçıyor. Bakın, Türkiye’den Yunanistan sınırını geçme saatleri sekiz, dokuz civarı. Gün aydınlanmış, bir TSK helikopteri Yunanistan sınırından içeri giriyor ve hiç kimse bu helikoptere dokunmuyor. Normalde böyle bir şey mümkün değil.
Şimdi Türkiye’de en çok merak edilen şey, “bu kaçak subaylar Türkiye’ye iade edilecek mi?” Yunanistan’a bulunduğum sırada hissettim ki, gazetecilerden mahkemedeki çalışanlara kadar herkes bu FETÖ’cü subayları iade etmek istiyor. Fakat Amerika çok özel bir misyon yüklenmiş, Graham Fuller gibi bir adamı yurtdışına kaçırmayı başarmış; bu subayları asla Türkiye’ye iade ettirmez.

Peki Fetullah Gülen?
Gülen’in Türkiye’ye iade edildiğini varsayalım. Şu andaki mevcut mevzuat kapsamında idam edilemez. Ancak Öcalan gibi bir cezaevine kapatılabilir. Peki, ABD, Gülen’i iade eder mi? Amerika’nın Gülen gibi kullandığı dünyada birçok isim var. Eğer Gülen iade edilirse, Amerika tarafından kullanılan dünyanın diğer yerlerindeki kişiler Amerika’ya itibar etmez, Amerikan menfaatlerine çalışmazlar. Ben Gülen’in iade edilmeyeceğini düşünüyorum. Burada en makul çözüm şu görünüyor; 15 Temmuz gecesinde yakınları, çocukları, eşleri öldürülen insanlar çok sağlam bir hukuk bürosuyla anlaşmalı. Devlet de buna destek vermeli. Daha sonra ABD’de Fetullah Gülen’e bir dava açılması lâzım. Bu davada, 15 Temmuz’daki FETÖ üyelerinin Gülen tarafından teşvik edildiği ve bu işin arkasında Fetullah’ın olduğu ispat edilmeli. Daha sonra da dava kapsamında, Gülen’in ABD’de idamının istenilmesi lâzım. Biliyorsunuz, Türkiye’de idam yasak olduğu hâlde, Amerika’da elektrikli sandalye ile infaz mümkün. Bu nedenle ben çok sağlam argümanlarla ABD’de Gülen’e dava açılması gerektiğini düşünüyorum; ancak o zaman idam edilebilir.

Zaten Fetullah misyonunu tamamladıysa Amerika zaten bunu yapar.
Mutlaka.

Görüşleriniz için teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Türk toplumu hangi ideolojide, hangi inanışta ve hangi mezhepte olursa olsun birbirlerine olan güveni kaybolmadığı müddetçe, bu topluma dışarıdan hiçbir şey yapamazlar. Biz 15 Temmuz gecesi bunu gördük. İnsanlar birbirine güven sağladılar. Ben o gece ilk Vatan Caddesi’ne çıkanlardandım. O zaman ne başbakan ne de cumhurbaşkanımız bir açıklama yapmamıştı. O gece halkın erken müdahalesi sebebiyle çok büyük sorunlar yaşanmadı. Ama saat gece iki buçuğa doğru insanların İBB’nin orada insanların öldürüldüğü haberi gelince, biz de oraya geçtik. Cidden İBB’nin önüne geldiğimizde 31 Mayıs 2010 gecesi saat üç, dört gibi Mavi Marmara gemisinde olan biri olarak, İsrail askerleri bize saldırdığında nasıl bir duygu yaşadıysam, İBB’nin önünde de aynı duyguları yaşadım... Hep, “İsrail askerleri size gerçek mermi kullanırken, hiç mi korkmadınız üzerine gittiniz” diye soruyorlardı. Allah öyle bir manevî hava çöktürüyor ki o anda, korku nedir bilmiyorsunuz. Şahadet ve cihad duygusuyla doluyorsunuz. Mavi Marmara’da bunları hissetmiştim. 15 Temmuz’da Büyük Şehir Belediyesi önünde de aynı şeyleri hissettim. En öndeki insanlar vuruluyor, arkadakiler de o insanları kurtarma duygusuyla müdahale ediyor. Daha sonra üçüncü saftakiler mermilerin üzerine koşuyor. Çok farklı bir havaydı.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Rica ederim...

Baran Dergisi 501. Sayı