Geçtiğimiz hafta Salih Mirzabeyoğlu davası kesin olarak neticelendi. Bu hususta hukukî süreç nasıl işledi? Neler yaşandı? 
Burada 16 yıllık haksız bir tutukluluk, bir infaz süreci söz konusuydu. Sonu başından belli, 28 Şubat’ın konjonktürel döneminde yürütülmüş bir davaydı. Emniyetin hazırladığı fezlekenin savcılık aşamasında iddianameye dönüştürülmesi neticesinde, işkence altında alınan ifadelerle, delilden yoksun bir iddianameyle mahkeme sürecine geçildi. Kovuşturma aşamasında mahkemenin başında bulunan Sedat Karagül isimli hâkim, baskılara boyun eğmemek adına 28 Şubatçı cuntanın istediği kararı baştan vermedi.Sonrasında enteresan bir şekilde Sedat Karagül görevinden alındı, Metin Çetinbaş getirildi. Metin Çetinbaş kendisini o makama atayan adamların verdiği talimatı birebir yerine getirmek suretiyle, adil yargılamaya çok uzak bir şekilde idam cezası verdi. Sonraki süreçte idam cezasının kalkması üzerine ceza ağırlaştırılmış müebbede çevrildi, infaz süreci başladı. İnfaz sürecinden sonra da hukuksuzluklar devam etti. Mesela, tek kişilik hücreye alındı, usûle ve kanuna aykırı bir şekilde. 

Kamuoyunda, özellikle 2010’lu yılların başından itibaren Salih Mirzabeyoğlu’nun sevenleri tarafından bir özgürlük süreci başlatıldı. Özellikle medyada da yer alan bu özgürlük kampanyası neticesinde bir yeniden yargılama talebinde bulunuldu. Yeniden yargılama talebini inceleyen mahkeme, zaten dosyada mahkûmiyete yeter hiçbir delil olmadığını gördükten sonra kabul ve tahliye kararı verdi. Yeniden yargılama neticesinde Salih Mirzabeyoğlu idam cezası aldığı 28 Şubat dönemindeki yargılamada ne dediyse aynısını bu dönemde de tekrarladı. Tamamen adil yargılamanın hissedildiği bir ortamda yapılan yargılama neticesinde beraat kararı verildi. 

Altını çizerek söylemek isterim ki; mahkeme heyeti beraat kararını oy birliği ile verdi. Fakat duruşma savcısı dosyaya katılan avukatların da huzurunda tamamen ideolojik sebeplerle dosyayı temyize götüreceğinden bahsetti. Hatta mütalaasını açıklamadan önce bu dosyada bırakın beraat kararının verilmesini, yeniden yargılama şatlarının dahi olmadığını, tahliye durumunun olmaması gerektiğini söyledi. CHP’den AK Parti’ye, HDP’den MHP’ye siyasetin konsorsiyumunun bulunduğu bir dosyadan bahsediyoruz. Sağ ve sol kesimden aydın olarak ön plana çıkan, entelektüel kimliğe sahip birçok insanın, hatta bir masa etrafına toplanıp bir çay bile içemeyecek bazı insanların üzerinde mutabakat sağladığı özgürlük ve beraat sürecinden bahsediyorum. Bunca grubun üzerinde mutabakat sağladığı dosyayı, savcı tamamen ideolojik sebeplerle Yargıtay aşamasına geçirdi. Buradaki amaç tamamen Salih Mirzabeyoğlu’nun beraat etmesini engellemek yönündeydi. Kendince beraatın kesinleşmesini engellemesi gerekiyordu. Bunun da bana göre çift yönlü bir planlaması vardı. Bunlardan ilki halihazırda devletin kayıtlarında İBDA-C isimli bir terör örgütü mevcut. Bu terör örgütüne ilişkin aidiyeti sağlayan birtakım hadiseler var. Bu işaret anlamındadır. Birtakım dokümanlardır ki bu dokümanların da çoğu maalesef 28 Şubat döneminde Salih Mirzabeyoğlu’nun bandrollü, kayıtlı kitapları şeklinde olmuştu. Eğer o dönemde beraat kararı kesinleşmiş olsaydı, -biz 15 Temmuz sürecinin öncesinde bahsediyoruz tabiî- hayattayken beraat kararı almış bir mütefekkirden bahsedecektik. 

Üniversiteli gençler, toplumda öne çıkan birtakım insanlar hâlâ Salih Mirzabeyoğlu’nun sözlerini, kitaplarını “Acaba başıma bir iş gelir mi? Acaba gelmem gereken hak ettiğim makama gelmem engellenebilir mi?” tarzında birtakım endişeler taşıyorlardı. Onların tamamen bertaraf durumu söz konusu olacaktı. Dosya bu şekilde Yargıtay’a taşındı, haksız bir şekilde. Yargıtay’da yaklaşık üç sene bekletildi. Burada bekletmeyi bilerek söylüyoruz. Çünkü halihazırda dosya içi boş bir dosyaydı mahkûmiyet açısından. Yani delil durumuna bakıldığında da bu durum böyle. Üç sene beklenmesini gerektirecek hiçbir durum söz konusu değil. Salih Mirzabeyoğlu’ndan sonraki süreçte siyasî içerikli sayılabilecek birtakım dosyalar Yargıtay’ın denetiminden geçmek suretiyle kesinleşti. Bu durum tezimizin de doğruluğu anlamına geliyor. 

Bu dosyalara bir-iki örnek verelim mi?
Hanefi Avcı davası mesela...

Ergenekon?
Ergenekon davaları; yani bunları çok açık bir şekilde söyleyebiliriz. Hanefi Avcı kamuoyunda FETÖ mağduruydu. Yani bu söylemle sonuç kesinleştirildi; fakat Salih Mirzabeyoğlu dosyasında bilindiği gibi 15 Temmuz işgal girişimini araştırma komisyonunda da çok net bir şekilde belirtildiği üzere Fetullahçı Terör Örgütü Lideri konumundaki şahsın yurt dışına çıkışı süreci, İBDA-C’nin tehdidi, Salih Mirzabeyoğlu’nun tehdidi olarak gösteriliyor. Bir fikir ve aksiyon adamı olan Salih Mirzabeyoğluve İbda hareketinin FETÖ ile herkesten önce mücadeleye giriştiğinin bilinmesine rağmen kötü niyetli bir şekilde, Müslüman Anadolu’nun okumuş gençliğinin, Salih Mirzabeyoğlu ile bir araya gelmesini tamamen engellemek için beraat kararı üç sene boyunca kesinleştirilmedi. 

Yargıda o kadar temizlik yapılmasına mukabil Yargıtay’ın hukukla bağdaşmayan bu tavrını nasıl değerlendirmeliyiz?
Şöyle söyleyebiliriz: Özellikle 15 Temmuz sürecinden sonra yargıda Fetullahçı Terör Örgütü ile alâkalı çok ciddi bir mücadele yürütüldü. Yaklaşık beş bin hâkim ve savcı görevinden uzaklaştırıldı; fakat maalesef eski hastalık diyebileceğimiz birtakım hastalıkların hâlâ devam ettiğini görüyoruz.. Az önce verdiğimiz örnekle de sabit bu. İslâmî hassasiyetleri ön plana çıkan bir takım kanaat önderleri ve yine İslâmî hassasiyeti gereği verdiği mücadele sebebiyle, devlet tarafından soruşturulan insanların özgürlük süreçleri biraz daha sıkıntılı bir şekilde devam ediyor. Sıkıntılı olarak devam etmesinin nedeni; bu insanların tek düşmanının FETÖ olması değil. Yani Kemalist, Ulusalcı birtakım güruhlar da FETÖ’den boşalan kadrolara geldikleri için bu tarz sıkıntılar yaşanıyor diyelim.

Mirzabeyoğlu dosyasında beraat kararının geciktirilmesinin ikinci nedeni ile ilgili olarak şunları söyleyebiliriz: Başında da söylediğimiz gibi, “Halihazırda bir terör örgütü var. Burada bu gençlerin terör örgütüne aidiyetlerini, bağlantılarını en kolay şekilde nasıl sağlarız? Lider üzerinden sağlarız. Bu örgütün lideri de Salih Mirzabeyoğlu.” denildi ve bu zihniyetle hareket edildi.  Bu şekilde insanlar sırf Salih Mirzabeyoğlu’nun kitaplarını okudukları için terör örgütü propagandası veya örgüt üyeliği ile ilişkilendirildiler. Gençlerle Salih Mirzabeyoğlu arasına set çekilmek istendi.

Yakın bir zamanda da bunun bir örneği yaşandı.
Evet, yakın bir dönemde Aksaray’da bir savcı, Salih Mirzabeyoğlu’nu takip eden, seven üniversiteli bir genç hakkında İBDA-C propagandasından bir soruşturma açtı.

Kitaplarını ve resimlerini paylaştığı için...
Soruşturmada delil kısmına gelince, Salih Mirzabeyoğlu’nun kitaplarını; hatta resminin bulunduğu  kitap ayracını bile görüyorsunuz. Bunları terör örgütü propagandası sayıyorlar. Yani bu örnek üzerinden de, “Mirzabeyoğlu hakkındaki beraat kararı neden kesinleşmedi?” sorusunun cevabını çok net bir şekilde görmekteyiz. Bir de şöyle bir durum söz konusu: Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun hakkında verilen beraat kararının kesinleşmemesinin, kesinleşmesinin geciktirilmesinin yegane nedeni, gençlikle buluşmasının engellenmesi. Hayattayken uğraşılıyordu, vefatından sonra da uğraşılmaya devam edildi. Ama hamdolsun artık Salih Mirzabeyoğlu’nun eserleri hakkında herhangi bir terör soruşturması kararı verilemez. 

Bu kararın ehemmiyeti ne? Gelecekte ne gibi şeylere vesile olur?
Bu saatten sonra hiçbir cumhuriyet savcısı Salih Mirzabeyoğlu’nun bir kitabını veya bir eserini adlî ya da teröre yönelik bir soruşturmaya konu edemez. Kitapların tamamı bandrollü, tamamı denetimden geçmiş kitaplar. Kararın kesinleştirilmesi itibariyle, dediğim gibi artık rahatlıkla gençlerin paylaşımda bulunabileceği, hiçbir şekilde soruşturma yapılamayacağı garanti altına alınmış durumda. Zira beraat kararını aldığı dosyaya ilişkin mahkemenin gerekçeli kararında da, Salih Mirzabeyoğlu’nun İBDA-C terör örgütünün lideri olmadığı çok açık bir şekilde belirtiliyor.

2000’deki yargılamalarda bir mantık vardı hatırlarsınız: Bir örgüt varsa lidersiz olamayacağına göre Salih Mirzabeyoğlu onun lideridir. Salih Mirzabeyoğlu bir örgüt lideri olmadığına ve bir örgüt de lidersiz olamayacağına göre orada örgüt yoktur denilebilir mi o zaman bu mantıkla?
28 Şubatçı zihniyet, İBDA-C soruşturmalarında hukukî saiklerden ziyade, “Ben yaptım oldu.” kafasıyla hareket eden bir zihniyet; hatta bugün bile bazı küçük çaplı soruşturmalarda, eski hastalıklarının devam ettiğini net bir şekilde görüyoruz. 

Onların mantığıyla yani...
Yani onlar bunu, bu şekilde dile getirdiler; ama burada Salih Mirzabeyoğlu hakkında verilen beraat kararından sonra, artık İBDA-C’nin de terör örgütü listesinden silinmesi için gerekli adımların atılması gerekmekte. Zira bir yapının terör örgütü olarak gösterilebilmesi için TMK’da belirtilen bazı unsurların var olması gerekiyor. Her şeyden önce devlete, otoriteye yönelik tahrip edici, yıkıcı, öldürücü nitelikte birtakım aktivitelerin olması gerekiyor. Yani ben devletin resmî kayıtlarında bugüne kadar İBDA/C eylemleri neticesinde hayatını kaybeden bir asker ya da polis görmedim. Buradan şu sonuca varmamız mümkün: “Hiçbir şekilde anayasal düzeni silah zoruyla değiştirelim.” şeklinde bir anlayış yok. Burada ne yapılabilir? O dönem, “Ekonomik olarak terör örgütü müdür, değil midir? Lojistik açısından şartları var mıdır, yok mudur? İnsan kaynağı açısından var mıdır, yok mudur?” şeklinde bir durum göz önüne alınmadı. O dönemde Müslümanların özlük haklarına yönelik birtakım saldırılar vardı. Bu insanlar ömürlerini feda ettiler bu hadiseler için, dik durdular. Dik durmalarının karşılığı da, terör örgütü üyesi olmakla suçlanıp cezaevine atılmakla ödetilmeye çalışıldı. Bugün hâlâ bu insanların bir kısmı cezaevinde. Bunların özgürlük süreçleriyle de alâkadar oluyoruz. Fakat az önce de bahsettiğim gibi Salih Mirzabeyoğlu hakkında verilmiş olan beraat kararının kesinleşmesi gecikmiştir; ama en azından bundan sonraki süreç açısından, artık hiç kimseye İBDA-C terör örgütüne üye olduğu ya da propagandasını yaptığı gerekçesiyle bir soruşturma açılamayacağını umut ediyoruz. Bu bağlamda da İBDA-C’nin terör örgütü vasfını taşıyıp taşımadığı tekrar gözden geçirilip, ivedilikle terör örgütü listesinden silinmesi gerekiyor. 

Örgüt listesinden nasıl silinebilir peki?
Bilindiği gibi Tunus’ta “Nahda” ismi verilen bir terör örgütü mevcuttu. Nahda hareketi hakkında bir terör soruşturması yapılmıştı. İBDA-C’ye benzer nitelikte. Hukukî delillerde terör örgütü vasfını taşımayan bir hareketti. Siyasî konjonktür sebebiyle o dönem onlar hakkında da birtakım soruşturmalar yürütüldü. İnsanlar hakkında hukuk katliamı yapıldı. Değişen şartlar bağlamında Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar doğrultusunda, Nahda hareketinin terör örgütü olmadığı kanaatine varıldı. Ülkemizde de özellikle İslâmî kimlikle kayıt altına alınan terör örgütleri var; ki bunların tamamına ilişkin süreçler doksanlı yıllarda yürütülmüştür. Doksanlı yıllarda ülkemizin hangi koşullarda, hangi şartlarda olduğu da bilinmektedir. 2020’ye merdiven dayadığımız şu günlerde, bunların tekrar hükümet tarafından da dikkate alınıp, artık terör örgütü olmadıklarına ilişkin bir güncelleme yapılması gerekiyor. 

Yargıda FETÖ üzerinden birtakım temizlikler yapıldı. Kumandan’ın dosyasının Yargıtay’da bu kadar bekletilmesi, yukarıda Kemalist Hukukî-Bürokratik bir zihniyetin hâkim olduğunu da gösteriyor. Hukukun tarafsızlığı nasıl sağlanacak?
Hukukun tarafsızlığı, anayasa dahil pek çok yazılı hukuk kaynağında ve yine sözlü kaynaklarda sıklıkla dile getiriliyor. Bu maalesef romantik bir kavram. Hukukun tarafsızlığı ve bağımsızlığı nasıl sağlanır? Bunu İslâm’ın dışında hiçbir kaynakla yapamayız. Hukukun en temel kaynağı ahlâktır, ahlâkın en güzeli de İslâm’dır. Ahlâkla İslâm arasındaki ilişki bağlamında birtakım düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Bunun dışında hukukun tarafsızlığını ve bağımsızlığını sağlamak mümkün değil. 

Bir dönem Türkiye’de Müslümanlara yönelik hamleler yapıldı. İnsanlar birtakım hukuk katliamlarına maruz bırakıldı. Sonra siyasî arenada birtakım değişiklikler yapıldı ve Ergenekon ve Balyoz süreçleri yürütüldü. Ergenekon ve Balyoz süreçlerine ilişkin dava dosyalarının incelenmesi durumunda, tamamen masum olduklarını söylememiz mümkün değil. Mahkûm olmalarına yeterli nitelikte delil var; fakat FETÖ’cülerin kendi siyasî istikbâlleri uğruna o dosyaların üzerinde birtakım oynama ve tahribatlar yapmaları, karşı tarafta sanki bir mağduriyet varmış algısı oluşturdu; ve bu insanların infaz süreçlerinin henüz başında mağduriyetleri yüksek sesle dile getirildiği için infaz öncesi sürece dönüldü. Fakat 28 Şubat döneminde, adil yargılamaların uzağında yapılan yargılamalarla ceza alan ve hâlâ cezaevinde olan insanlar var. Burada şunu söylememiz mümkün: Bu sadece FETÖ ile mücadele edilerek çözülebilecek bir sorun değil. Burada sorun; İslâm karşıtı mısın, değil misin? Sen İslâm’ın yanında mısın, değil misin? Yani sorun İslâm’ın yanında olup olmamanla alâkalı. Eğer İslâm’ın yanındaysan, burada sana düşman olan FETÖ’cülere ilişkin bir temizliğin yapılması, seni tamamen tehlikeden uzak bir ortama sokmuş olmaz; çünkü bu ülkede FETÖ’den önce de Kemalistler vardı, Ulusalcılar vardı. Türkiye’de Müslümansan ve bu Müslümanlığı bir takiyye hâlinde değil de gerçek anlamda yaşıyorsan, her zaman hukukun radarındasın. 

1999 şartlarına geri dönüş diyebilir miyiz?
Evet, hukukta 1999 şartlarına geri dönülüyor; fakat 1999 sürecinde Müslümanları bir arada tutacak kanaat önderleri vardı. Salih Mirzabeyoğlu, Bayram Ali Öztürk, Abdülmetin Balkanlıoğlu gibi. Şimdi kanaat önderleri yok. Kanaat önderleri olmadığı gibi insanlarda dava adına samimiyet de yok. Kimse davanın çilesini çekmeye talip değil.   

Hukukun bağımsızlığına inanıyor musunuz? Türkiye’de ne yaşanırsa hukukun bağımsızlığından söz edilebilir?
Hukukun bağımsızlığına inanmıyorum; fakat 5816 kaldırılırsa bu, içimizde hukukun bağımsızlığına dair bir umut olur.

5816 Türkiye’deki hukuk bağımsızlığının önünde ne bakımdan bir engel teşkil ediyor?
Tam bir takozdur. Vatandaşlar arasındaki “eşitlik” ilkesine de aykırılık oluşturmaktadır çok açık bir şekilde. Bu yasa evrensel hukuk normlarına da aykırılık oluşturmaktadır. Sözün özü; Türkiye’de 5816 sayılı bir kanunun varlığı, adil yargılama ilkesinden tutun, mahkeme önünde tüm vatandaşların eşit olmasına, emniyette tüm vatandaşlara eşit muamele yapılması ilkesine kadar aykırıdır. 


Baran Dergisi 661. Sayı