Osmanlı devleti kendine has bir ekonomi modeli geliştirdi. İstikrarlı bir şekilde yüzyıllar boyunca ilerlemesini bildi. Bu sistem hakkında neler söylersiniz?
Bu mesele hakkında bir tane araştırma yapan hocamız var; Mehmet Genç... Kendisi şu an 80-85 yaşlarında. 1960 yılında Osmanlı arşivine giriyor ve kırk yıl sonra 2000 yılında çıkıyor... Kırk yıl boyunca bu meseleye eğiliyor, “ekonomisi olmayan toplum ayakta kalamaz; mutlaka ekonomi politikası vardır” diyor. Mehmet Hoca araştırmaları neticesinde sadece yedi sayfalık bir makale yayımlıyor. Bir başkası olsa belki kırk bin sayfalık yazı yazardı. Mehmet Genç daha sonra “Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi” isimli kitap yazdı. Ama hepsi o yedi sayfaya dayanıyor. Genç o makalede diyor ki, “Osmanlı Devleti döneminde Batı’da Merkantilizm egemendi. Bir ülkenin sahip olduğu altın ve gümüş ne kadar fazla ise, o devlet o kadar güçlü ve müreffehdir.” Bunu gerçekleştirmek için ellerinden ne geliyorsa yapardı Avrupa devletleri. Ellerinde ne varsa satar, altına çevirirlerdi. Fransa’da buğday üretiliyor mesela, içerideki 200 ton buğdayı satıp hepsini altına çeviriyorlardı; insanların aç olması önemli değil. Hatta açlıktan ölmüşlerdi dahi...
Satmanın dışında bunu sömürerek de yaptılar. O dönem ise bunu en çok İspanya yaptı.
O da bir yöntem işte. Altın varlığını artırmak için ne yapılabilir; ihracat yapar karşılığında gümüş-altın elde edersiniz veya bir ülkeyi işgal eder sömürge hâline getirirsiniz. İspanya’da bu ikinci yöntem sergilenmiş. Batı medeniyeti sürekli bu yöntemi uygulamıştır. Osmanlı nasıl bir iktisat politikası uygulamış? O dönemde bütün dünyada egemen olan Merkantilizm’e aykırı, günümüzdeki Kapitalizm’e kesinlikle aykırı. Bu sistemin adı provizyonizm.
Provizyonizmden evvel merkantilizm hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz?
Merkantilizmde toplum refahı önemli değildir. Devletin zenginliği daha önemlidir.
Neticede enflasyonist bir ekonomiye gidiyor Merkantilizm...
İspanya’nın çökmesinin nedeni de şu; ABD’yi keşfediyorlar, bütün altınları İspanya’ya getiriyorlar ama ülkede üretim yok. Daha sonra o altınlar refahı bir süre artırdıktan sonra enflasyona sebep oluyor ve inanılmaz bir durum ile karşı karşıya kalıyorlar. Sonra Avrupa’nın tamamında inanılmaz bir enflasyon süreci başlıyor. Merkantilizm ile Osmanlı’nın uygulamış olduğu provizyonizm arasındaki en büyük farklılık şudur; Merkantilizm devletin zengin olmasını ister. Bunun tabii bir sonucu olarak, Fransa, İngiltere, İtalya’da ne üretilmişse buğday, arpa, mısır ne varsa ihraç edilir. Avrupa nüfusu bu sebepten ötürü kırılmıştır...
Osmanlı’da provizyonizm ise tek bir esas üzerinde kurulmuştur: Toplumun refahı ön plandadır. Toplumun refahı ön planda tutulacak, insanlar mal sıkıntısı yaşamayacak. İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın. Şeyh Edebali’nin prensibinin ekonomiye uygulanmış hâli. Misal verelim. İmparatorlukta arpa, mısır, buğday, tütün, bal, pamuk yetişiyor diyelim... Bütün imparatorlukta 20 milyon ton buğday üretiliyor. Osmanlı diyor ki, “üretim yapan bölgelerin bütün ihtiyaçları öncelikle karşılansın. Tohumluklar ayrılsın, bütün fırınların stokları karşılansın. Sonra il-ilçelerin ihtiyaçları giderilsin. Daha sonra eyaletler ve ordunun ihtiyaçları ortadan kaldırılsın.” Bir milyon ton kaldı geriye diyelim... “Bir milyon tonu satınız” diyor Osmanlı. Satın alan kişi veya kurum da o buğdayı alıp yurt dışına çıkarıyor. Bütün mallarda bunun uygulandığını düşünün. O zaman ülkede hiçbir şekilde mal sıkıntısı yaşanmaz, fiyatlar yükselmez. Enflasyonun nedeni bir malın az olmasıdır. Bir mal kıt ise fiyatı yükselir, çok varsa neden yükselsin? Osmanlı bu kuralı 400 yıl boyunca uygulamıştır. 400 yıl boyunca Osmanlı’da yaşanan enflasyonun oranı yüzde 350’dir. Yılda sıfır nokta yedi. 1923’ten bugüne yaşanan enflasyon yüzde 100 milyon.
Osmanlı’nın Avrupa’ya ayak bastığı süreci değerlendiren bir iktisatçı yetiştiremedik. Maalesef bizde bilim adamı da yok... Türkiye’de had bilinmiyor. İki sayfa tez yazmış adam, “profesörüm, doçentim ben ya” diye ortalıklarda geziniyor.
Türk tarihini anlatan tezlerin tamamı da Batı kaynaklarıyla yazılıyor.
Siz bunu tarih açısından söylüyorsunuz. Bu sosyal bilimler, teknik bilimler, temel bilimler için de geçerli; Batı kaynaklı... Türkiye’de bilimin ne seviyede olduğunu anlayalım. Bugün ABD’de ilk 150 üniversitenin patent sayısı bir milyon 750 bindir. Avrupa’daki ilk 150 üniversitenin patent sayısı 100 bindir. Türkiye’deki 180 tane üniversitenin patent sayısı sadece 265’dir... Bu bile her şeyi ifade eder nitelikte. Üniversiteler ehil olmayan insanların elinde. Bazıları o üniversitelerde çöpçü olmayı bile hak etmiyor! Geçen sene Ukrayna’da Harkov diye bir şehre gittim. Harkov Üniversitesi’nin yıllık bütçesi yirmi milyon dolar sadece. 800 tane hocası var. Hocaların aldığı para aylık 225 dolar. Her hocanın en az 15 tane patenti var. Bu adamlar uçak motoru, helikopter motoru yapıyorlar. İnanılmaz.
Bizde akademi yan gelip yatma yeri olarak görülüyor.
Bizde devletin üniversitelere aktardığı para, her yıl yedi milyar dolardır. Türkiye’deki hocaların aldığı para, Ukrayna’daki hocaların aldığı paranın yirmi katıdır. Bizimkiler hiç almıyorsa, iki bin 500 dolar para alıyorlar. Peki iki bin 500 kuruşluk bir faydaları var mı? Ben dahil bizim hocaların aldığı para haramdır kardeşim! Haramdır! Bunda yetimin hakkı vardır.
Mevzumuza dönecek olursak, Mehmet Genç dışında Osmanlı’daki iktisadı araştıran doğru düzgün kimse yok.
Mehmet Genç, Osmanlı için “itidalde dahi itidalliydiler” diyor.
Tabiî. Mesela Osmanlı provizyonizmini destekleyen bir mefhum daha var; fiskalizm. Yani devlet gelirlerinin hiçbir şekilde azalmaması, hep artırılması. Mesela Bursa’da yaşıyorsunuz iki bin dut ağacınız var. Dut ağacından ipek böceği yetiştiriliyor. Birisi gelip diyor ki, “gelin bu dutları keselim, bunun yerine daha fazla kazandıracak ceviz ekelim”. Ceviz senede kırk altın kazandırır devlete, kârlı gibi gözüküyor. Ama devlet diyor ki, “hayır böyle bir şey olamaz. Kadim olan doğrudur. Kötü rüya görmek istemiyorum. 300 yıldır buradan vergi topluyorum. Düzenli gelen on altınım var bu dut ağaçlarından... Ya senin cevizlerin hasta olursa yahut hiç tutmazsa?” İtidalde dahi itidal... Osmanlı’nın yıkılışının sebebi ekonomidir. Siyasî-politik unsurlar var elbette; ama ilk ayak ekonomidir. 1698 yılında İngiltere’de buhar makinesi icat edildi, Thomas Savery diye bir adam tarafından... Sanayi devrimi başladı. Minik bir perçin bulundu, demir parçası. Birden bire gemiler büyüdü, ahşaptan demire dönüştü... Okyanusa dayanır oldu gemiler, bu çok kısa sürede oldu... Buhar makinesi bulundu, 1730’larda katır (İngilizlerin dokuma için kullandığı büyük makinelere katır denir) bulundu. Hızlı şekilde dokuma yapıldı. Bu sefer pamuk yoktu, Avrupa’da pamuk yetişmiyordu. Mısır ve Anadolu’da yetişiyor idi pamuk. İkisi de Osmanlı bölgesi. İngilizler Osmanlı’dan pamuk istedi. Osmanlı da, “önce benim ihtiyaçlarım bitecek, stoklara ayrılacak, ondan sonra alabilirsin” diyor. O da İngiltere’nin istediğinin onda biri etmez. Hindistan’ı bu yüzden işgal ettiler. Hindistan’ı pamuğu için sömürgeleştirdiler. Pamuğun kilosu bir lira, gömlek yaparsan 100 lira. Para kazanıyor adamlar. Merkantilizm’de mamul mal ithali yasak, ham madde ithal etmek serbest. Almanya’da da, Merkantilizm’in ikamesi Kameralizm’di.
Daha sonra ise Fizyokratlar mı geliyor?
Evet. Merkantalizm’in ismi değişmiş olsa da bugünkü Kapitalizm’dir... Onlarda toplum önemli değildir, ezilenler ezilsin, köle de olabilirler. Önemli olan paranın akışı. 1900’lerin başında bir gazete var. Adı da Gazete de Mösko, bir haber sayfasında Polonya’daki bir satılık ilanında şöyle yazıyor “içinde şu kadar katır, şu kadar büyük baş hayvan, şu ebatlarda bir çiftlik. İçerisinde biri 15, diğeri 13 yaşında iki kız çocuğu. Biri çok güzel dikiş, diğeri de iyi berberlik yapar.” Adamlar içindeki insanlarla birlikte satıyorlar çiftlikleri. Osmanlı’da böyle miydi bu? Bizim Arnavutluk sınırına pat diye gelmemizin sebebi, köleleri özgür köylüler kılmamız. Bizim tarihçiler bunu atlıyor. Avrupa’ya ne zaman ayak basmıştık? 1340’lı yıllarda. 1340 yılında Avrupa’da veba vardı. Üçte ikisi ölmüştü insanların. Ne ordu var karşımızda, ne de bir güç. Elimizi kollarımızı sallayarak girdik.
Feodal beyler vardı ve karın tokluğuna çalışan tebaa vardı.
Evet. Biz ayağımızı bastık ve Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk’taki üretim yapanlara dedik ki, “artık ürettiğinin hepsini feodal beylere vermeyeceksin. Yüzde on bana vereceksin, yüzde doksanı da senin.” İnsanlar bunu duyunca Osmanlı’ya biat etmeye, Müslüman olmaya başladı. Çünkü Hıristiyanlardan kelle vergisi alınıyordu.
İngiltere’nin Hindistan’dan pamuk getirmesi altı ay sürüyordu. Bu süreyi kısaltmak için tek çareleri Osmanlı’ydı. İlk başta Osmanlı’nın içerisinde huzursuzluklar çıkarmak istediler. İlk huzursuzluğu Ortadoğu’da yaptılar, 1730’lardan itibaren Vehhabîlik denilen şeyi ortaya çıkarttılar. M. bin Abdülvehhab’ı sahaya sürdüler, Hamper denilen bir İngiliz ajanı vasıtasıyla. İngiliz aklı ile kimse dalga geçmesin, adamlar oturup mutfakta harıl harıl çalışıyorlar. Şu anda sahaflar çarşısına gidin, Hassan Sabbah ile ilgili bulabileceğiniz kitaplar magazin tarzında. Adamın tarzı oturmuş sabahtan akşama düşünmüş, “Hassan Sabbah ile alâkalı bir roman yazayım” demiş. O gün içerisinde yazmış ve bitirmiş. Bu tarz kitaplar var. Maceraperestlerin kitapları. İngiltere’de bir kitabevine girin, Hassan Sabbah’ı anlatan en az kırk cilt kitap bulursunuz. Marco Polo’nun anılarını da bulabilirsiniz. O zamanki seyyahların dillerinden onlarca eser. Papaz ve kâşiflerin dilinden Hasan Sabbah eserleri... İngiliz Dışişleri oturmuş Sabbah’ı incelemiş. Hasan Sabbah insanların beynini yıkayan muhteşem yetenekli bir adam. Cennet vaat ediyor, 16-17 yaşında bir gence “cennete gitmek ister misin” diyor. Çocuk, “evet” diyor. O sıra çocuğa bir şey takdim ediyorlar, çocuk uykuya dalıyor. Gözlerini açtığında cennet gibi bir yerde... Alamut Kalesi’nin diplerinde bir yerde, “cennet”... Irmaklar akıyor, güzel kadınlar, bir dediği iki olmuyor çocuğun... Üç günün sonunda, çocuk yeniden uyutuluyor. Gözlerini açtığında hâdisenin başladığı yerde, Sabbah’ın karşısında...  Sabbah, “bundan sonra cennete gitmek için daha çok çalışmak zorundasın” diyor çocuğa. Çocuk da, “emredersiniz efendim” diyor. Ve yıkama işlemi tamamlanıyor. O günden sonra o çocuk cennete gidip geldiğine inanıyor. Sabbah’ın müridleri asla okla suikast yapmaz. Hançer ile suikastı gerçekleştirir ve orada ölümü bekler. Cennete gideceğini sanır... İngilizler Hasan Sabbah’ı çok iyi derecede araştırmışlar. “Bizim Osmanlı’ya karşı bir fitne ortaya atmamız lazım” demişler. İngilizler, M. bin Abdülvehhab’ı teskin ederken diyorlar ki, “namaz kılmak farz değildir.” Abdülvehhab da, “nasıl farz değildir?” diye karşılık veriyor. İngiliz aklı da, “şu ayette ‘beni zikredin’ yazıyor” diyor. Onu bir şekilde yavaş yavaş ikna ediyorlar. Bir başka bahiste de, “Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’e şöyle söyledi” diyorlar. Abdülvehhab’ın beynini yavaş yavaş bulandırıyorlar.
Şia gibi.
1517 yılına kadar Sünni olan bir İran, nasıl oluyor da birden bire Şia oluyor. Yumurtadan mı çıktı bu Şia?
Horasan Ehl-i Sünnet’in kalesi...
Tabiî. Nasıl oluyor? Doğu’nun iki kadim halkını birbirine düşürmek için Şia güçlendirildi. Sonra da 1730’da Vehhabîlik ortaya çıkarıldı. Hamper, M. bin Avdülvehhab’a anlatırken, “Kur’an’da ayet vardır, Allah’ın eli yetimleri koruyanların üzerindedir. Allah’ın eli kolu vardır, insan gibidir” diyor haşa. Abdülvehhab yavaş yavaş kıvama getiriliyor. Hamper bir gün, “rüyamda Peygamber, dört halife ve İslâm’ın bütün büyük zatları bir odadaydı. O sırada kapıdan içeriye sen girdin. Sen içeri girer girmez, Hz. Peygamber ayağa kalktı ve seni iki kaşının ortasından öptü, sarıldı... ‘Sen bundan sonra dünyadaki vekilimsin’ dedi” diyor. Abdülvehhab üç gün sonra Vehhabîlik mezhebini ilân ediyor. Şimdi aynısı nerede var? Fetullah Gülen denilen bir şerefsiz… Kavga başlayana kadar hiçbir din âlimi de “bu iş böyle olmaz” demedi. Elli bin ilahiyatçı mı var Türkiye’de? Hepsini toplayın, İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’ndeki bir İngiliz profesörün kesip attığı tırnak olamaz. Bu toplum değişik badireler atlattı. Lozan’dan itibaren dinsizleştirme uyguladılar. Cumhuriyet kuruldu, ezan Türkçeleştirildi, Kur’an’lar yakıldı, bazı camiler meyhane oldu. Tütün depolarına dönüştürmediler mi camileri? Bütün Batı bloğu birleşmiş ve Türkiye’ye saldırıyor. Türkiye İslâm’ın son kalesidir. Türkiye düşerse, İslâmiyet diye bir şey kalmaz. Kudüs, Şam, Halep, Mekke, Medine hiçbir yer kalmaz.
Vehhabîlik ve Şiiliğin icadı, bugün Türkiye’nin İslâm coğrafyasına nüfuz etmesine engel mi? Yani 300 yıl önce ortaya koyulan bu projeler bizim önümüzde engel mi?
Engel. Suudi Arabistan denilince hangi devlet akla gelir?
İsrail, Amerika ve İngiltere…
İsrail günah keçisi bence. Suudi Arabistan demek, Amerika ve İngiltere demektir. Elli yaşındayım, ben beni bildim bileli, İran İsrail’e parmak sallıyor “bomba atacağım” diyor.
Mizansen. Amerika İran’a “küçük şeytan” diyor. İran da Amerika’ya “büyük şeytan” diyor. Amerika Irak’tan çekiliyor, Irak’ı altın tepside İran’a veriyor.
Evet. Danışıklı dövüş. İsrail’i büyütmeye gerek yok. Tükürüğümüzle boğarız onları. İsrail’in arkasında İngiltere ve Amerika yani Batı bloğu var. Suudi Arabistan deyince, asıl olay Amerika’dır, İngiltere’dir. Birleşik Arap Emirlikleri’nin arkasında da İngiltere ve Amerika var. Onlar kurdular bu devleti, Osmanlı’yı böldüler altmış üç tane devlet kurdular. Osmanlı’yı da böldüren şey ekonomidir. İngilizler pamuk istedi, Vehhabîlik çıktı, 1803’te Mekke-Medine işgal edildi. 1830 yıllarında Balkanlar karıştı. 1789’da Fransız İhtilali olmuştu. Balkanlardaki grupları ayaklandırdılar, 1820’lerden sonra Mehmed Ali Paşa’yı üzerimize kışkırttılar. Paşa, Kütahya’ya kadar geldi, sonra Ruslardan yardım istedik, İngilizler baktı ki boğazlar gidecek Mehmed Ali Paşa’ya desteği geri çekti. Sonra biz oturduk, 1838’de İngiltere Mısır’ı geri bize verdi diye, 1839 Balta Limanı Ticaret Anlaşması’nı imzaladık. Bu anlaşmanın tek bir sebebi vardır, Osmanlı provizyonizminin ortadan kaldırılmasıdır. Osmanlı’nın içerisinde yetişen bütün mallar serbestçe ihraç edilmeye başlandı. O ihraçlar yapılmaya başlanınca, içeride sıkıntılar çıktı. 400 yıl boyunca bütçesi açık vermeyen Osmanlı’da 1854’te bütçe açığı çıktı. Borç almak zorunda kaldı. İlk dış borcumuzu 1854’te Balta Limanı’ndan sonra aldık. Enflasyon arttı. Pamuk, buğday, arpa yurt dışına gidiyor. İnsanlar köse bulamamaya başladı. Para geliyor ama geldiği gibi gidiyor.
Ham madde olarak verdiklerini, işlenmiş olarak geri alıyorsun.
Evet. Osmanlı’nın ekonomik anlamda Balta Limanı Anlaşması ile çöküşü başlamıştır. Diğer faktör, Abdülaziz döneminde “artık Osmanlı’yı dağıtalım” dediler. Osmanlı demek petrol değil, pamuktur. Tekstil makinelerine pamuk lazımdı. 1900’lerin başında petrolün önemi anlaşıldı. Ondan sonra mesele petrol oldu. Abdülaziz’in altını oyanlar Jön Türkler. Abdülamid’in altını oyanlar da İttihat Terakkiciler.
Mithat Paşalar.
Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, İsmet İnönü denen şerefsiz.
Üstad Necip Fazıl; “Bize kalan aziz borç, asırlık zamanlardan; tarihi temizlemek sahte kahramanlardan” der.
Tevfik Fikret’in Avcı şiiri vardır meşhur.
Abdülhamid Han’a düzenlenen suikast ile alâkalı olan şiir.
Evet, “attın da vuramadın” diyor Ermeni suikastçıyı övüyor. Geçenlerde televizyonda söyledim. Bu darbeci namussuz şerefsizlerin, vatan hainlerinin isimleri ders kitaplarından silinsin. Resneli Niyazi özgürlük savaşçısı gibi gösteriliyor. Bu adam Osmanlı’ya baş kaldıran bir cuntacıdır. Bu adamlar yüzünden Osmanlı yavaş yavaş parçalandı. 1909’da Abdülhamid’i düşürdüler, o zamana kadar bir toprak sıkıntımız yoktu. 1909’dan 1914’e geldiğimizde beş milyon 800 bin metre kare toprağımız gitti. Başta Vahdettin falan yoktu, İttihatçılar vardı. Osmanlı’yı batıran İttihat ve Terakki’dir. Ordunun içerisinde hâlâ varlar, canları sıkılınca darbe yapıyorlar, muhtıra veriyorlar. Bugün de maalesef FETÖ’den kurtulalım derken, orduda Atatürkçü geçinen İttihatçıları güçlendiriyoruz.
15 Temmuz’da Batı ve Emperyalistler Anadolu’da hezimete uğradı. 15 Temmuz bir son değildi, siz de “15 Temmuz sonrasında FETÖ temizlenirken İttihatçılar kontrolü ele almaya başladı” diyorsunuz. Bunlar eliyle bir operasyon mu bekliyorsunuz?
Vuracakları cephe çok geniş. FETÖ daha temizlenmedi. 120 bin öğretim görevlisi var. Bunun yüzde yirmisi FETÖ’cüdür. 24 bin kişi hâlâ FETÖ’cü. Şu ana kadar görevden alınan adam sayısı iki bin 800 kişidir. Demek ki yüzde doksanı hâlâ duruyor. Cumhuriyet Başsavcı Vekili Mehmet Demirci bir açıklama yaptı, “kamuda 400 bin FETÖ’cü var daha” dedi. Bu abartı değildir. Hâlâ varlar kardeşim, kriptolar. Uyuyan hücre modundalar. Can Dündar’ı hangi gruba koymalıyız?
Kemalist diyebiliriz.
Bunlar Kemalist bile olamaz benim gözümde. CHP’linin bir tanesi kalkmış diyor ki, “İHA’lar ile terörist öldürmek insan haklarına aykırıdır” diyor.
Kemalizm, İslâmiyet’e karşı kurgulanmış bir proje.
Bunun misalleri dünyanın birçok ülkesinde vardır. Bunun bir benzerini Pakistan’da Tahir-ul Kadri’ye yaptırdılar.
Meşhur “Medeniyetler Çatışması” tezinde Samuel P. Huntington, Kemalizm’i Türkiye’ye has bir şey olarak vermez. Bunu modernleşme hareketlerinin tümüne şamil bir kavram olarak kullanır. Hindistan Kemalizm’i, Türkiye Kemalizm’i gibi.
Evet öyledir. Zaten Batı’nın Hıristiyanlığı yaymak gibi bir düşüncesi yok. Çünkü kendi içerisinde paramparça bir halde. Fakat Hıristiyanlığın başka bir derdi var. “Madem artmıyoruz, İslâm’ı bitirelim” diyorlar. Dertleri bu. Hep söylüyorum, Türkiye ortadan kalkarsa, Ortadoğu’da istediği gibi at koştururlar. Kuzey Suriye’de Kürt görünümlü devlet kurabilirler, bugün Türkiye bunu engelliyor. Mesela bundan iki ay önce Suudi Arabistan, BAE kalktı Katar’a bir operasyon çekti. Türkiye olmasaydı, Katar Suudi Arabistan toprağıydı.
Kırk sene evvel bu hâdiseler gerçekleşse Türkiye karşı gelebilir miydi?
Tabiî ki hayır. 2009 yılına kadar yani “one minute”ye kadar Türkiye adı konmamış bir sömürge ülkesiydi. 2009’da sömürge zinciri kırıldı.
On sene evvel yani.
Evet o zamana kadar bildiğiniz sömürgeydik.
Peki bağımsızlık kazanıldı mı?
Sadece baş kaldırdık, bağımsız olabilmek için nükleer silah yapmamız lazım. Politikalarımızı yürütürken sadece kendi çıkarlarımıza uygun düşeni yapabilmemiz lazım.
Nükleer demişken, Kuzey Kore mevzuu nedir?
Allah’ın bir lütfu diyorum. Adın çıkmış seksene, inmez yetmişe. “Ben dünyanın bekçisiyim” dersen, bir tıfıl çocuk hidrojen bombasını böyle önüne koyar. Bardak kadar hidrojeni patlat, İstanbul diye bir şey kalmıyor. Herif hidrojen bombası yaptı, patlattı 6.3 ile sallandı dünya. İspat etti adam, çocuk oyuncağı değil. Teknolojiyi kim verdi bunlara?
Velev ki hidrojen bombası atıldı. Dünya sistemi ne hâle gelir? Çin’e, Güney Kore’ye bir şey olsa en çok Amerika dolayısıyla dünya sistemi etkilenir.
Bizi nasıl etkiler onu konuşmamız lâzım. Biz ne olacağız?
Kaos ortaya çıkarsa kim kurtulabilir oradan?
Biz zaten tarafsızlar bloğu oluşturduk. Pakistan tehlikeyi gördü, Pakistan’ı “teröre destek veren ülke” olarak yorumluyorlardı. Halk sokaklara indi Pakistan’da, “aman Türkiye’yi yanımıza alalım” diyorlar şimdi. Türkiye ile birlikte olmak istiyorlar, biliyorlar yiyeceklerini.  Pakistan’ı üçe bölmek istiyorlar; Bellucistan, Peştunistan vs diye.
Bunu İran da istemez. Bellucistan ayrılırsa orada da sıkıntı çıkar.
İran’ı da bölmek istiyorlar. Bellucistan’ın bir kısmı da İran’da. İran’ı da bölmek istiyorlar Azeri devleti, Şii devleti, Sünni devleti diye. Bizim sözde aydınlarımızın okumadığı bir kitap daha var. Graham Fuller’in yazdığı kitapları okusanız maksadını anlarsınız; “Türkiye’de Kürt Meselesi”, “İslâm’sız Ortadoğu”. Orada adam diyor ki, “bizim şuraları üçe bölmemiz, şuraları bilmem ne yapmamız, burada bunları ayaklandırmamız ve Müslümanlara şu şekilde davranmalıyız.” Dedikleri bir bir oluyor... Irak’a bakın, Sünnî Irak, Şii Irak ve Kürt Irak. Suriye için de aynı şeyleri söylüyor, az kaldı. Yemen’i ikiye böldüler.
Libya...
Libya da üçe bölündü.
Mısır.
Mısır’ı telef edecekler. Türkiye’yi de üçe bölmek istiyorlar. 15 Temmuz’da başarılı olsaydı emperyalistler bunu yapacaktı. İstanbul yeniden Ortodoks dünyasının merkezi durumunda olacaktı. Ayasofya kilise olacaktı, ilk ayini yaparlardı; biz de öküz öküz seyrederdik.
Hâlâ cami yapamıyoruz, Fatih Sultan Mehmed’in vakfiyesini.
Yapamıyoruz... Yapmazsak, elin oğlu gelir yapar!
“Ayasofya’yı cami yaptığımız zaman bağımsızlığımızı ilân etmiş oluruz” diyebilir miyiz?
Lozan ile alâkalı birkaç tane yazı yazdım. “Gizli madde” diyorlar ya. Şöyle yazıyor orada, “altı milyon metre kare toprak dağıtmışsın, şurayı şunlara vereceksin, burayı bunlara vereceksin” diyor. Tamam. Gizli madde diye bir şey yok; ama görünmeyen maddeler var. “Ortadoğu’ya dönüp bakmayacaksın! Hilafeti kaldıracaksın! Ayasofya’yı kapatacaksın! Ezan Türkçe olacak!” Ezanın Türkçe okutulduğu tarih 18 Temmuz’dur. O gün ezan Türkçe okundu, akşamına New York’ta bizi Milletler Cemiyeti’ne kabul ettiler. Camiler satıldı, dinsizleştirildi Türkiye. “Görünmeyen maddeler” dinsizleştirme maddeleridir.
Türkiye’nin tarihi bir misyonu var. 100 yıldır da parya statüsünde yaşıyoruz. Kurulacak yeni düzeninde yer edinmek için ne yapmamız lazım?
Hilafeti getireceksin. Bugün İslâmiyet başsızdır. Arakan’da insanları katlediyorlar, bir tek biz sahip çıkıyoruz. Şu anda cumhurbaşkanı İslâm halifesi konumunda olmalıdır. Ne yapıp ne edip hilafeti getirmemiz lazım.
Velev ki ilân ettik hilâfeti. İslâm dünyasında, şu şartlar altında bize tâbi olacak kim var?
Sütü mayalarken, mayayı atarsınız sütün tamamı bir anda yoğurda dönüşmez. Mayayı attığınız yerde böyle yuvarlak bir şey oluşmaya başlar. İki saat sonra bir bakmışsınız tasın tamamı yoğurda dönüşmüştür. Hilafet de bir mayadır. Siz konumunuzu ilân edersiniz, inanan peşinizden gelir. Ben bir öğretim üyesi olarak söylüyorum, eğer Müslümanlığı kurtarmak istiyorsak, Türkiye de ideallerini gerçekleştirmek istiyorsa, hilafet şart. Şu an İslâm’da bir reforma gerek yok. İslâm’da bir eksiklik olur mu; haşa! Bizim referans müessesesine ihtiyacımız var.
1984 yılında İngiltere’ye gittim, dil okuluna gittim. Başörtülü bir kız yanımda oturuyordu, “nerelisin sen” soruma, “Suriyeliyim” cevabını aldım. “Ben de Türküm” dedim. Kız sandalyesini beş metre öteye çekti. Bir hafta konuşmadı benimle. Neden böyle yaptığını sordum, “Türkler Müslüman değil” dedi. Çık işin içinden. “Siz camileri yıkıyorsunuz” dedi. Şam’dan gelmiş. Şam’da ne varsa Türk-İslâm medeniyetine ait değil midir? Kızın doğru söylediğini bundan sekiz sene evvel anladım... Kız doğru söylüyormuş... Osmanlı arşivine girip, Cumhuriyet tarihini inceleyince, anladım. Kur’an okuyan insanlar asıldı, kıyafeti yüzünden insanlar asıldı.
Bunun konuşulmaya başlanması bile doksan seneyi aldı.
Bunları on sene önce söyleseydim, idam ederlerdi.
Hilafeti kurmak için bir zihniyet değişimine ihtiyacımız yok mu, “referans” dediniz siz de. Toplumumuzun idrakine yönelik bir ihtilâle muhtaç değil miyiz?
Bunun olabilmesi için şartlar yavaş yavaş oluşuyor. Arakan, Suriye meselelerinde bir bakın. Kilis’teki kampları çok ziyaret ettim, mültecilerin kamplarını sıkça ziyaret ettim. Yaşlı, genç demeden her mülteci ile muhatap oldum. Tonla program yaptım. Diyorlar ki, “biz sizi böyle bilmezdik, Allah razı olsun, kucak açtınız. Biz sizin böyle Müslüman olduğunuzu bilmezdik” diyorlar. Üç buçuk milyon Suriyeliye hizmet veriyoruz, bu dünyadaki Müslümanların bize karşı bakışını değiştirdi. Arakan mevzuu, cumhurbaşkanının hanımı Emine Erdoğan Bangladeş’e gitti. Oradaki duruşumuz Rusya’nın tetikçiliğini yapan sözde Çeçen liderinin bile takdirini kazandı. Neydi o adamın adı?
Kadirov.
O adam bile, “el insaf, Rusya bu olayda Müslümanlara destek vermezse, sana verdiğim desteği çekerim” dedi Putin’e. Arakan olayı bir milattır. Bütün dünya Müslümanlarının liderlerinin şûrası oluşmalı, merkez İstanbul Ayasofya olacak.
Teşekkür ederiz vakit ayırdığınız için.
Ben teşekkür ederim.
 
Baran Dergisi 557. Sayı