Son günlerde en çok tartışılan mevzulardan birisi Kabataş hadisesi; bir hanım başörtüsü yüzünden kendisine saldırıldığını söyledi, malum kesim de bu hanıma saldırmaya başladı, “kardeşim olay olmuş olsaydı kameralara yansırdı” gibisinden şeyler söylüyorlar. Şimdi, sizce bu çevreler cesaret bulsalar 28 Şubat Dönemi’nde de bu tür olayların yaşanmadığını mı iddia edecekler?
Bu hanımın o hadiseyi yaşamış olduğundan hiçbir şüphem yok. Bu olayı yaşayanın perspektifi başka olabilir, dışarıdan bu olayı görenin perspektifi başka olabilir. Çok heyecanlı bir an yaşadığın zaman yaşadığın şey sana 1 yıl gibi gelebilir ama aslında o 1 dakikadır. Bu olayda da tabii ki o hanımın beyanı esastır. Zaten Türkiye’de de İslamofobi önemli bir gerçekliktir, tesettür düşmanlığı önemli bir gerçektir. Gezi kalkışmasının da en büyük nedeni buydu, başörtüsü düşmanlığıydı. Biz duvar yazılarında dönemin başbakanının eşi hakkında da çok çirkin yazılar gördük, birçok tesettürlü bayana ağza alınmayacak laflar edildi Gezi’de. Bir de Kabataş olayı oldu mu olmadı mı diye tartışırken bunu inkar edenler, yani taciz olayı yalandır diyenler bu savunmalarını taciz ederek beyan ediyorlar. İşin çarpıklığı da buradan anlaşılıyor ve ben bu olayı savunduğum için acayip hakaretlere ve küfürlere maruz kalıyorum. Beni de taciz ediyorlar ve dolayısıyla bu olay da olmamış demelerinin saçmalığı ortaya çıkıyor. Zaten olayın olduğu bölgedeki 6 mobese kamerasının da o tarihe ait görüntüleri silinmiş. Yani bu olay için, bunun aksini savunanlar ya ne yaptıklarını bilmiyorlar ya da karşı çıktıklarının halk olduğunun farkına varınca korktular ve iyice ısrar ediyorlar olayın yaşanmadığında; bir nevî suçluluk psikolojisi doğuyor içlerinde.
Bu görüntüleri yok eden kim hocam?
O mobese kameralarının paralel yapının şirketlerine ihale edildiği biliniyor. O dönemin emniyet çalışanlarının da onların elemanları olduğunu biliyoruz; dolayısıyla ortaya bir olağan şüpheli çıkıyor. Zaten, paralel yapının tetikçileri de yazmışlardı o zaman; “öyle görüntüler var ki, öyle görüntüler gördük ki insanlar görseler ortalık kan gölüne döner” diye tweetler atmışlardı birçoğu. Şimdi de geri vites yapıyorlar, bu da gösteriyor ki; Gezi Olayları’nda bu yapının da payı varmış.
Hükümet elini nereye atsa orada Paralel Yapı’nın elemanları ya da şirketleri çıkıyor ortaya ve hep hükümeti engellemeye matuf faaliyetler içinde görüyoruz bunları. Peki, bunlar tespit edildi mi, edildiyse bunun önünü almak için neler yapılacak, yapılıyor mu?
Tabii ki gerekli tedbirler alınıyordur. Bir kere millileşmiş bir istihbarat teşkilatımız var artık ve MİT gerekli teşhisleri yaparak bunları tespit ediyor. Ancak ortada şöyle bir şey var; niyete göre suç kesilmez. Hani diyorlar ya, “bugüne kadar neden bir şey yapılmadı bunlara karşı” adamlar suç üstünde yakalanmadılar diye yapılamadı, yakalananlara da gereği yapıldı zaten. Devlet kademelerine bakılıyor ve kim devlete zarar verecek yönde iş yapıyorsa MİT bunları tespit ediyor. Tabi bir de bu istihbari bilgilerin hukukî delillere dönüşme süreleri de var ve bu süre de epey zaman alıyor. Eğer böyle bir engel olmamış olsaydı 17 Aralık’ta bunlara gereğini zaten yapacaklardı; 17 Aralık’a yeltenenler herkesin malûmu…
Bu konu oldukça mühim, çünkü paralel yapı denen ajan yapılanmanın arkasında bir takım dış mihraklar var ve bu artık herkesin malûmu. Sizce devletin bu yapıyla mücadelede yeterli ve sağlam bir kadrosu var mı?
Tabii ki var. Zaten bunların dış mihraka bağlı bir yapı olduğunu anlamamız için roket mühendisi olmamıza gerek yok; bir tane beddua eden hocaları var ve bu adam Pennsylvania’da ikamet ediyor, yurt dışında çeşitli ülkelerde “Türk Okulları” adı altındaki istihbarat merkezlerinden çeşitli ülkelerin istihbarat kaynağını karşılıyorlar vesaire… Bakıldığında da 17 Aralık, Gezi gibi darbe girişimlerinin de en büyük hedefi Türkiye’nin milli projeleriydi. Halkbank bölgede oldukça etkin çalışıyordu ve ticaret hacmimiz oldukça genişlemişti. Mesela biz petrol ve doğalgazı kendi paramızla alacaktık ama şimdi dolar üzerinden alıyoruz; yani bu para önce ABD’ye gidiyor sonra ürünü alabiliyoruz gibi… Mesela Rusya ile yapılan doğalgaz anlaşması da onların üst akılları için oldukça rahatsızlık vericiydi ve yapılan her darbe ve engelleme girişimi sanayi ve kalkınma hamlemizi bozmak içindi. Üst akıl dediğimiz şey de, silah endüstrisini ve sermayeyi elinde bulunduran oligarklardır, tarihten beri gelen bu yapılardır.
Bu oligarkların Türkiye’de bazı malûm kimselerce temsil edilen ayakları var, bunu biliyoruz. Bu durum diğer ülkeler içinde geçerli mi? Onlarda da var mı benzeri yapılar?
Tabii ki her ülkede vardır bu yapının elemanları. Mesela Rusya bunları (oligarkları) tasfiye etti, neden? Millileşme hamlesine engel oluyorlar diye Putin bunları ezdi. Aynı durum bugün Türkiye ve Tayyip Erdoğan için de geçerli. Ancak öncelikle 28 Şubat’ın hesabı sorulmalı, biz soruluyor sanmıştık ama paralel yapı meğerse bizim gazımızı alıyormuş. Hükümetin bu işe öncelikli olarak el atması şart millileşme yolunda.
Bir de sadece generallerin üzerine gidiliyor ama bunun medya ayağı var, sermaye ayağı var bunlar hakkında neden konuşulmuyor?
28 Şubat zaten askerî bir darbe değil; 28 Şubat bir medya darbesidir. Askerleri de medya kullanıp yönetti, sonuçta asker eline silah alıp darbe yapmadı. Medya patronları ve bunların tetikçileri dönemin milletvekillerini tek tek tehdit ederek istifa ettirdi. Ağzı bozuk, disiplinsiz generalleri kontrol ederek meze yaptılar ve bu darbe gerçekleşti.
Yargı mevzuunda da “cemaat önümüze böyle bir şey koydu, biz hesaplaşıyoruz sandık ancak öyle değilmiş” peki, hesaplaşılacağı gün ne zaman gelecek?
Sürekli hesaplaşıyoruz, mesela 28 Şubat’ın devamı olarak 17 Aralık çıktı ortaya, aynı şey, aynı organizasyon. 17 Aralık daha yakın bir tarihte gerçekleştiği için, daha sıcak olduğu için bu kadar hızlı hesaplaşabildik ama 28 Şubat’ın üzerinden onca zaman geçtiği için, olay soğuduğu için hesaplaşmamız daha uzun ve yavaş sürüyor; ancak 28 Şubat’ın mağduriyetleri sürüyor, delilleri ortada ve darbe suçları insanlık suçu derecesinde olduğu için bunun zaman aşımı da çok uzun, kolay kolay gelmiyor hesaplaşma anı. Şöyle düşünelim; 28 Şubat’ta bir darbe yapmışlar ve de başarmışlar, hükümeti düşürmüşler, paralarına para katmışlar, askeri anlaşmaları almışlar, bankaları almışlar, petrol şirketlerini almışlar yani aklınıza gelebilecek her yere el atmışlar. Malûm o merkez medyası patronu 28 Şubat’a girmeden önce 100-200 milyon serveti varken 28 Şubat’tan sonra 5-6 milyar servete ulaşmış… Bu kimin parası; devletimizin ve milletimizin parasıdır!
2001 Krizinde de bunun tesirlerini gördük…
Tabii ki, 2001 krizinde bunun tesirlerini görmemizle beraber 2001 krizinin ayrı bir boyutu da var; orada yapay bir kriz daha yaratılmaya çalışıldı 28 Şubat’ın 2. evresine geçilebilmesi için, ancak başaramadılar. Dervişler, Ecevitler hep bunda pay sahibi. Ecevit de ilk başlarda dokunmadı, ayak uydurdu onlara; Ecevit bunları kesmeyince onu da devirmeye kalktılar. 28 Şubat’taki kasa atmalar, kitap fırlatmalar vesaire bunların hepsi planlı şeylerdi. O baronlar paralarını çekiyorlar, ülkeyi krize götürüyorlar sonra Derviş geliyor. Ondan sonra Derviş’i de kurtarıcı olarak gösterip tam da parti kuruyorlardı. 28 Şubat’ın 2. evresiydi bu.
Biraz Dolardan bahsedelim hocam; Dolar yükseliyor ve çoğu insan da bu durumdan tedirgin. Doların bu yükselişi özellikle Brezilya ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerini etkiliyor. Bu iki ülkenin de ortak bir yönü; geçmiş dönemlerde halk(!) ayaklanması adı altında olaylar yaşamış olmaları. Acaba Türkiye ve Brezilya’ya bir operasyon mu söz konusu?
Hayır bu operasyonlar dünya genelinde sürdürülüyor aslında. Ülkeler petrol diyor, doğalgaz diyor ancak ABD kendine belki 500 yıl yetecek bir kaynak buldu, bu kaynağı da bulduğu için “ben kendime yeterim” diyerek içine kapanıyor ve dünya jandarmalığını bırakıyor. ABD çok ciddi bir strateji değişikliğinde ve ABD’nin içine kapanma stratejisiyle parasının değeri de artıyor dünya genelinde. Bu sadece bize yönelik bir operasyon değil. Bir de döviz sepeti var, burada Türk Lirası’nın değer kaybettiğini söyleyebiliriz ama paranın değer kaybetmesi elbette ki dünyanın sonu değil; çünkü paranız değersiz olursa rekabet gücünüz fazla olur, paranız değerli olursa alım gücünüz fazla olur. Türkiye öyle bir noktaya geldi ki son 2-3 yılda istediği gibi yükselemiyor, Türkiye’nin daha çok rekabet gücüne ihtiyacı var. Yani üretime yönelmesi, ihracat yapması gerekiyor Türkiye’nin. Şu anki stratejisi gereği bunu yapması gerekiyor da zaten. Bunu, sanki kıyamet kopuyormuşçasına yaygara çıkarttılar birileri…
Ben Baran Dergisi’ndeki son yazımda da belirtmiştim bunu, doların yükselmesi çok mühim bir şey değil. Bu durum ithalatı azaltır, ihracata yönelmemize sebep olur ve cari açığımıza müsbet tesir eder..
Aynen dediğin gibi, değersiz Türk Lirası da çok kötü bir şey değil, yerine göre değerli yerine göre de değersiz para birimi işe yaramaktadır. Şu anda da değersiz Türk Lirası işimize gelmektedir; çünkü bizim bu ihracat ve yatırım hamlesini yapmamız lazım. Avrupa para basıyor, ABD para basıyor ve salıyor, bize bu paralar sıcak para olarak değil, yatırım olarak gelmeli. Bunun için de çıkar yol düşük faiz ve değersiz Türk Lirası.
Faiz mevzuuna gelmişken, Merkez Bankası başkanı ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki faiz gerilimi çokça konuşuldu. Yabancı bir ekonomist haber vermiş, “Merkez Bankası bağımsızlığını kaybediyor Türkiye’de” diye; bu adamlar neden bizim meselemizde bu kadar konuşuyor? Bir de bu münakaşalara bakınca insan, Merkez Bankası kimin bankası diye sormadan edemiyor.
Merkez Bankası’nın %50’si hazinenin %20’si sanıyorum Ziraat Bankası’nın. Geri kalan kısmı da öteki bankaların, şirketlerin ve tüzel kişiliklerin... Geçen yıl vergi rekortmeniydi ve Merkez Bankası’nın amacı kâr. Bu düzenin değişmesi gerekiyor, Merkez Bankası kâr düşünmek değil de Türkiye’nin ekonomisini ve istikrarını düşünmek zorunda ve buna uğraşmak zorunda. Fakat ne yazık ki Ali Babacan’ın başında bulunduğu ekonomi yönetimi çevresi farklı bir perspektiften bakıyorlar olaya, ben sadece Merkez Bankası’nı sorumlu tutmuyorum. Tayyip Erdoğan “%52 oy aldım, ülkeyi ben yöneteceğim” diyor ve ülkenin ekonomi stratejisi de böyle olacak diyor. Demin de dediğimiz gibi faizleri düşürüp yatırımı arttırdığımız bir sisteme geçmemiz lazım. Ekonomi yönetimi de diyor ki, “Hayır! Bizim bunu frenlememiz lazım, dünya ekonomisi riskli” ortada böyle bir yöntem ayrılığı var ve bu durumu illa da paralel mevzuuna bağlamak şart değil ama Babacan ve ekibi ne yazık ki sermaye gruplarının çıkarını düşünen bir konumda bulunuyorlar. Türkiye’de geçen yıl verilen faizin yarısını 50 bin kişi almış, yarısını da 55 milyon kişi… Tayyip Erdoğan da siyasetçi gözüyle bakıyor ve “bu oy demek” diyor, beni şaşırtan kısmı Tayyip Erdoğan’ın savunduğu bu düşük faiz oranının diğer siyasetçilerin savunmuyor olması. Çünkü bu oy demek! Bu para bizim cebimizden çıkıyor ve bir kısım kişiler bu durumdan faydalanıyorlar. Yani bu faiz tartışmasında da Tayyip Erdoğan’ın siyaseten yalnız kalması anlaşılır gibi değil, çünkü oyu getirecek olan bu ve doğru olan da bu.
Acayip bir muhalefet var hocam bizde…
Muhalefetin dışında Ak Parti ve hükümet de bu durumu anlamıyor ve gerektiğince sahiplenmiyor ne yazık ki…
Bugün Avrupa’da 0.005 faiz oranı var ve para politikasında genişlemeye gidiyor ama faizi iyice geriye çekiyor…
Faiz ne kadar düşük olursa yatırım o kadar fazla olur. Türkiye’de bu durum anlaşılmıyor. Şimdi diyorlar ki, “Tayyip Erdoğan bundan anlamaz, ideolojik davranıyor” falan… Yahu ne anlamazı, ülkeyi yönetiyor Tayyip Erdoğan, bunu nasıl anlamasın! İran’dan ya da öteki para kaynaklarından da yatırım çekiyor, yani üst seviyeden ülke ekonomisini idare eden biri ve sen buna diyorsun ki, “Aa! Sen faize karışma” yahu nasıl karışmasın, bu şöyle bir şey; bir şirketin patronu ya da müdürü geliyor, muhasebecisi ona “Aa! Sen buna karışamazsın” diyebilir mi? Ya da muhasebeci çıkıyor ortaya ve “bu ekonomik başarı benim sayemde oldu” diyor, böyle bir durum olamaz çünkü bizim ülkemizin ekonomik başarısı Tayyip Erdoğan’a olan güven sayesindedir. Çünkü ekonominin iyiliği eşittir güven demektir.
Peki, Tayyip Erdoğan’ın halktan bu kadar teveccüh görmesinin sebebi nedir, yani halkın içinden çıkması mı, başka bir şey mi?..
Bugüne kadar hiçbir liderde olmayan müthiş bir iletişim yeteneği var Tayyip Erdoğan’ın. Bundan dolayı ülke yürüyor çünkü bu kadar üst akıl, dış odakların baskılarına karşı Tayyip Erdoğan’ın halk ile iletişim yeteneği bertaraf ediyor bunları. Halkın desteğine bu yüzden mazhar oluyor.
Etrafında kadrosu olmamasına rağmen böyle bir destek var yanında…
Kadrosu var ancak Tayyip Erdoğan yalnız, şöyle ki; yanında bir kurum, bir örgüt yok. Bireysel birisi, kendisi var ve de sandık var. Bu durum da biz seçmenler için çok iyi bir şey, Tayyip Erdoğan sandıktan ve halktan başka kimseye güvenmiyor, işte orduymuş, AB’ymiş, yerleşik sermayeymiş, başka kurumlarmış falan hiçbirisi enterese etmiyor onu, “sandıktan bu kadar oy alayım yeter”. Tayyip Erdoğan biliyor ki iktidarın yolu kurumlardan geçmiyor, sandıktan geçiyor ve Tayyip Erdoğan’ın sihri de bu bence.
İktisadi sistemin değişmesinden bahsettiniz, siyasî düzenin de değişmesi gerekiyor ve bu bağlamda başkanlık sistemi tartışılıyor. Siyaseten, dış görünüş olarak bu güzel ancak bu sistemin ruhu ne olacak? Memleketin problemlerini giderebilir mi?
Türkiye’nin şu anki durumu şu; koalisyon hükümetleri iktidardayken geçmişte Türkiye soyulmuş, ne zaman ki tek parti iktidarı olmuş, Türkiye büyümüş. Demek ki tek parti iktidarı olması lazım, bunun da yolu başkanlık sisteminden geçiyor. Her hâlükârda %50’yi geçen başkan Türkiye’yi 4 sene yönetir. Sen her ne kadar algı operasyonu yapsan da deviremezsin ama başkanlık sistemi olmadığı zaman, koalisyonlar olduğu zaman bu medya patronları tek tek tehdit ediyorlar ve çekiyorlar alttan alttan, soyuyorlar ülkeyi. Biz de bunu istemiyoruz. Cumhurbaşkanını halk seçiyor mu, seçiyor. Ama hâlâ daha seçilmiş cumhurbaşkanı meclise gidip güvenoyu alıyor. Ben de diyorum ki, hiç güven oyu almadan iktidara geçen başkan kabineyi oluşturur ve bu kabine milletvekillerinden de oluşmaz, ayrı kişilerden oluşur. Bu arada meclisin bu kabineyi teftiş yetkisi de olur ve böylelikle koalisyonlardan kurtulmuş oluruz. Tüm bunlar Türkiye’nin kazandıklarını kaybetmemesi için, yoksa başkanlık sistemini fiili olarak yaşıyoruz. Tayyip Erdoğan, başkandan daha güçlü bir durumda şu anda… Başkanlık sistemine geçildiğinde cumhurbaşkanlığında elinde olan bazı yetkilerden de feragat etmek zorunda, hâlbuki şu anda bunun tersi bir algı söz konusu ortada. Yoksa Tayyip Erdoğan diktatörlüğünü ilan edecek gibi bir durum yok, şu anda da diktatörlerin elindeki yetkilere sahip zaten, ama bizim şansımız başımızda Tayyip Erdoğan’ın olması, seçilmiş biri olması.
Her mevzuda bir değişim yaşıyoruz. Kürt meselesinde de öyle… Salih Mirzabeyoğlu, Haliç’te verdiği konferansında şu soruyu soruyordu: “Silahlar sustuğunda ne konuşulacak?” Bundan sonra nasıl işleyecek bu süreç?
Silahlar sustuktan sonra konuşulacak şeyler özerklik… Kürtler ne istiyorsa biz de onu istiyoruz, Diyarbakır’a özerklikse İstanbul da özerklik ister çünkü herkes verdiği vergilerin başka yere kullanılmasını istemez. Bu özerklik mevzuu başkanlık sistemiyle de alakalı, hepsi aynı konu zaten. Şimdi şöyle bir realite var ki, Kürt halkı, o terör örgütünden sosyolojik olarak koptu, duygusal olarak koptu… Gündüz gerilla olup dağa çıkıyorlardı, gece köye inip eve sığınıyorlardı artık böyle bir destekleri de yok. “Dağdaki koyunlar dahi özgürlüğü tattı” diyor oradaki halk ve kimse savaşa girmek istemiyor. O gerillaların eskisi gibi desteği de kalmadı artık, dolayısıyla çözüm süreci başarıya ulaştı. Bundan sonra da bazı partiler var ve bu partilerin tabanlarına birtakım mesajlar verilecek vs… Özellikle Kobani Olayları esnasında Kürt’ü Kürt’e vurdurdular ve bunu gören halk da korktu ve bu örgütten desteğini çekti. Örgütün doğal lideri Abdullah Öcalan da varlığını bu barışa bağlamış durumda ve bunu destekliyor. Çıkar-çıkmaz onu bilemem ama eğer ki çıkacaksa o da bu barışı destekleyecektir ve destekliyor da… Dolayısıyla çözüm süreci başarıya ulaşmıştır.
7 Haziran seçimleri, Türkiye’deki en kritik seçimler olacak deniyor. Sizce bunun sebebi nedir?
Bence Türkiye’nin en kritik seçimi 30 Mart seçimiydi, ondan sonrası perşembenin gelişi çarşambadan belli olur durumundaki gibi. 30 Mart seçimi öncesi dış güçler, üst akıllar, sermaye odakları, paraleller vesaire hepsi bir olup Tayyip Erdoğan’a saldırdılar, algı operasyonu oluşturdular ve bunun sonucunda da anlaşıldı ki algı operasyonu artık bizim milletimize işlemiyor. Millet o pis senaryoları elinin tersiyle itti ve Ak Parti, cumhuriyet tarihinin yerel seçim rekorunu kırdı. Millet desteğini kanıtladı ve bundan sonra da 300 olur 320 olur 400 olur milletvekili sayısı, anayasayı değiştirebilecek çoğunlukta olacaktır.
Peki, HDP’nin seçimlere parti olarak katılması ve seçilmesi halinde Ak Parti’nin milletvekili sayısında azalma olmaz mı?
HDP eğer barajı geçerse ki bence geçmez ama geçerse diyelim Ak Parti geçen seçimde çıkardığı milletvekili sayısından az çıkarmaz. Çünkü bölgede paylaşıyorlar zaten oyları. Bunların kazanacağı oy CHP’den. Zaten malûm medya da, Kılıçdaroğlu da Selahattin Demirtaş’a yönelmiş durumda. Herkes patır patır açıklama yapıyor, CHP’den oraya oy kaydırmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla HDP’nin meclise girmesi halinde CHP’den oy alacaktır ve asıl korkması gereken CHP’dir. Ancak CHP yöneticileri kendi akıllarıyla yönetmedikleri için politikalarını bu duruma göz yumuyorlar, halbuki CHP lideri kendi iradesiyle bulunmuş olsaydı o koltukta kıyameti koparırdı bu durum karşısında, ama üst akıl diyor ki, “sen dur hatta oyları HDP’ye geçir, Ak Parti sıkışsın mecliste” yani bütün olay Ak Parti düşmanlığında dönüyor. Ben HDP’nin barajı geçebileceğini zannetmiyorum hatta seçime tekrar bağımsız adaylarla katılacağını ilan edecekleri kanaatindeyim.
Söylemek istediğiniz başka bir şey var mı hocam?
Hayır yok, teşekkür ediyorum.
            Biz de teşekkür ederiz.