8 Mart gece yürüyüşleri 2003 yılından beri devam ediyor. Ama bir kaç yıldan beri özellikle pornografik denilebilecek ifadelerin yer aldığı dövizlerin taşınması yürüyüşleri kamuoyunun gündemine daha fazla taşıdı. Ben bunun feminizmin “queer” teori tarafından terbiye edilmesi, yani queerleşmesi olarak okuyorum. Queer, azınlıkta kalan cinsel yönelimlerin hepsini içine alan bir kavram... Feminizm 8 Mart’ı daha marjinal gruplarla paylaşmaya zorlanıyor. Bu sebeple feminizmin içinde tartışmalar da yaşanıyor. Aslında feminizmin klasik kadın-erkek dikotomisi çözülüyor. Yürüyüşlerde dikkat çeken bir nokta da, tek düşman olarak “ataerkil”liğin hedef alınması; kapitalizm ya da küresel sermayeye dönük sloganların ya hiç olmaması ya da çok az olmasıdır. Bunu da feminizmin piyasayla yaptığı işbirliğinin bir sonucu olarak okumak mümkündür. Çünkü hem küresel, hem de ulusal patronların toplumsal cinsiyet eşitliğini savunan hareketleri fonladığını ve finansal destek verdiğini biliyoruz. Hem patronlardan destek alıp, hem de patronlara karşı slogan atamazsınız. Dolayısıyla 8 Mart yürüyüşlerinin, ideolojik karakterinin antikapitalist içerikten arındırıldığı ve feminizmin piyasalar tarafından araçsallaştırıldığı bir sürece işaret ettiğini söylemek mümkündür. Konunun bence bir diğer önemli yönü de 8 Mart yürüyüşlerinin ideolojik arka plânının hukuki oluşudur. Yani 8 Mart CEDAW ya da İstanbul Sözleşmesi gibi sözleşmelerle uluslararası bir legaliteye sahiptir. Hem bu sözleşmeleri imzalayıp, hem de yürüyüşlerde atılan sloganlardan ya da taşınan dövizlerden rahatsız olmak bir çelişkidir.

“O Pankartlar İstanbul Sözleşmesi İle Yasallaştırılıyor”
Uluslararası sözleşmelerin içine tane tane, özenle yerleştirilmiş ifadeler bizi illegalleştirirken, 8 Mart’ta namus ve aileye yönelik taşınan o dövizleri/pankartları/sloganları ise “evrensel” ve “hukuki” kılmaktadır. 42. maddesini okurken şiddet kavramının İstanbul Sözleşmesi'nin 3. maddesinin a bendinde nasıl tanımlandığına da lütfen dikkat edin: “İster kamusal ister özel alanda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik acı veya ıstırap veren veya verebilecek olan toplumsal cinsiyete dayalı her türlü eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma anlamına gelir ve bir insan hakları ihlali ve kadınlara yönelik ayrımcılığın bir biçimi olarak anlaşılmaktadır.” Marjinal bir grubun fantezileri bir Avrupa Konseyi sözleşmesine girince “uluslararası hukuk” oluyor ve iç kanundan daha “hukuki” hâle geliyor. Hem böylesi bir “uluslararası hukuk”a, hem de kendi değerlerimize sadık kalamayız. ‘Çifte sadakat’ açmazını görmezden gelerek üretebileceğimiz bir çözüm yok!



Baran Dergisi 635. Sayı