Erkan Trükten kimdir?

1989 yılında Bulgaristan’dan ailemle birlikte Türkiye’ye göç ettik. Biliyorsunuz Bulgar rejimi o dönemde Türk azınlığa baskı yapıyordu ve ibadetlerini de yasaklamıştı. Aynı zamanda isimlerini değiştirmişti. Dedelerinin mezarlarını bile değiştirdi. İstanbul Üniversitesi Tarih bölümü mezunuyum. Sofya Üniversitesi Felsefe mezunuyum. Yüksek lisans olarak İstanbul Üniversitesi Avrasya Araştırmaları’nda okudum. Öğretmenlik yaptım. Şimdi de bu dijitalizmi ele alıyoruz. Aslında dünya okumasını yapmaya çalışan bir tarih felsefecisiyim diyebilirim.

***

Kovid-19 sürecinde salgının merkezi olarak Çin gösterildi. Daha sonra salgının kontrol altına alındığını gördük. Kontrol altına alınma sürecinde insanların vücut ısılarını ölçebilen, onları her an gören 200 milyon kamera vasıtasıyla karantinayı denetlediler, dijital sistemlere bağlı İHA’larla insanlara uyarılar yaptılar. Dijital faşizme doğru evrilen bir süreçten söz ediyoruz. George Orwell’in distopya olarak görülen 1984 romanını hatırlıyor manzara. Sanki 1984’te yazılanlar Çin’de yaşananlarla aynı. Bu nereye kadar varacak?

Karamsar bir tablo var 1984’te. Orwell’i ilk çalışmaya başladığımda 22 yaşımdaydım. 25 yaşında bir kitap yazdım, Orwell’i örnek gösterdim, “buraya doğru gidiyoruz” diye. Kovid kaldıracıyla sürüklendiğimiz yön daha belirginleşti. Orwell’in distopyası bir yandan iyiydi. İnsanlar istemese bile tahakküm içerisindeydi. En azından farkındalıkları vardı. “Ne yapalım, kameralar bizi gözetliyor, büyük bir otorite var, her yerden saldırıyorlar. İtaat etmek zorundayız.” deniliyordu. Aldous Huxley’in Cesur Dünyası var bir de, daha kötüdür. 1984’ten, Cesur Yeni Dünya’ya geçiş yapıyoruz. O daha kötü bir distopyadır. Kötü olmasının sebebi de şu: İnsanlar bu düzeni kendileri kabul ediyor. Orwell’in dünyasında en azından şikâyet ediyorlar, baskı var, “ne yapalım?” diyorlar. Huxley’in Cesur Yeni Dünyası’nda kabul eden insanlar var, içselleştirmişler sistemi, “doğrusu bu” diyorlar. Michel Foucault da Büyük Kapatma isimli kitabında şunu ifade ediyor: “Dünya gittikçe daha fazla kriminal bir yere dönüşüyor, iktidarların bundan sonraki amacı insanları kriminalleştirerek, aynı zamanda da hasta olarak görüp iyileştirmeye yönelik hareket etmek olacak.” Kovid süreciyle birlikte, bütün iktidarların tıbbî mahiyet kazandığını gördük değil mi? Bundan sonra yönetmekten ziyade “iyileştirmek” anlayışı konuşulacak. İktidar diyecek ki, “siz hastasınız, ben sizi iyileştireceğim…” 1970’lerde böyle bir öngörünün “Büyük Kapatma” adı altında karşımıza çıkması ilginçtir. Deliliğin Tarihi’ni inceleyen Michel Foucault, “Modernizmle beraber birtakım müesseseler ön plâna çıktı, birincisi hastane… İkincisi hapishane…” der. Bu hastane kavramının çıkışına dair ise tımarhanelerinin işlevinin değişmesine vurgu yapar. Deliler eskiden özgür insanlardı. Normal insanlarla bir alışverişi vardı, bunlar eskiden kolayca kapatılmazdı. Doğu toplumlarında deliler hakikatin temsilcisi olarak da görülebilirlerdi. Bir deli konuştuğu zaman öyle doğru şey söylerdi ki, “Allah konuşturdu!” derdik bizler de. Sanayi toplumuyla beraber deliler de farklı bir statüye geçti, artık çalışamaz oldular. Uyumsuz olarak görüldüler, iyileştirmeden kapatmak yöntemi uygulanmaya başlandı. Ardından Fransa’da kapatılanlar arasına sakatlar, çalışmayanlar, aylaklar da girmeye başladı. Böylece hapishanelere atılmaya başladılar. Michel Foucault bunlar üzerinde durur. Bundan bir tık ötesi, bütün dünyanın bir hapishane haline getirilmesi. Sanayi devrimiyle beraber insana ihtiyaç vardı. Şimdi ise artık insana ihtiyaç yok. Sanayi devriminden sonra yeni bir devrimle karşı karşıyayız, dijital devrim. Burada makine her şeyi yapacak, insan ya makinenin bir parçası olacak yahut da yok edilecek. O halde bu insanı ne yapacağız, fikri doğmaya başladı şimdi. O zaman lokal bir hapishane bulamayacağız. Eskiden hapishaneye attığımız insanlar azınlıktaydı veya delilik kisvesiyle tımarhaneye attığımız insanlar azınlıktaydı. Şimdi ise bütün insanları hapishanelere tıkamayacaklarına, bütün insanlara deli yaftası yapıştıramayacaklarına göre yapmaları gerekenin onlara dijital birtakım oyuncaklar bulmak olduğu kanaatindeler. 3D gözlükleri takacağız, sanal dünyalara gideceğiz. Onların hapishaneleri o sanal dünyalar olacak, orada yaşayacaklar, evlerinden dışarı çıkmayacaklar. Kovid kaldıracıyla beraber sosyal mesafe kavramını getireceğiz. Aile kavramını bitireceğiz yani atomize edeceğiz toplumu. Atomize edilmiş toplum içerisinde onları yalnızlığa ulaştıracağız. Hapishanedeki yalnızlaştırma gibi bir hücre sistemini biz evin içerisine getireceğiz. Aileyi parçalamadan önce evin her bir odasını ayrı bir hücre haline getireceğiz ve bu hücrelerde hiçbir birey birbiriyle irtibat kurmayacak. Bu bahsettiklerim şu an gerçekleşiyor. İşte Foucault’nun aslında bahsettiği büyük kapatma bugün yaşanıyor. Gittiği yön itibariyle budur. Bütün dünyanın bir hapishane haline getirilmesi.

Ülkemizde de bu yönde faşizm uygulamalarına rastlanıyor. Mesela bir vali kalkıp diyebiliyor ki, “Aşı olmayanlar şehirlerarası yolculuk yapamayabilir”, “Aşı olmayanlar kamu kuruluşlarına alınmayabilir.” Bu faşizmin, totalitarizmin tekrar doğuşudur. Ama bu sefer dijitalizm ve transhümanizm kılığındaki doğuşudur. Bu da algoritma diktatörlüğüne gittiğimizin bir göstergesidir. Algoritma dediğimiz şey yapay zekanın temellerini oluşturan kod sistemidir. Algoritma diktatörlüğü ise, yapay zekanın iktidarı esasında. İyi ile kötüyü, doğruyla yanlışı, ahlâklıyla ahlâksızı yapay zekâ belirleyecek. Teknolojiyi insanlar ideolojik olmayan bir enstrüman zannediyor. Halbuki teknolojiyle ideoloji daima iç içedir. İdeolojinin bir enstrümanıdır teknoloji.

Salih Mirzabeyoğlu Necip Fazıl’la Başbaşa eserinde “Bir cemiyet, kendi ideolojisini üretebildiği nisbetle teknolojisini üretebilir.” der.

İdeoloji teknoloji üretir. Şimdi biz öncü değiliz. Biz hamaseti çok seviyoruz. İtalyanlar da çok sever mesela “Biz Roma'ydık, büyüdük, bütün dünyayı aldık.” filan demeyi. Ama bitti, rüya aleminde yaşamayın. Şu anda küçücük bir yere sıkışmış bir İtalya’sın. “Biz eskiden Osmanlıydık, Roma’yı yıktık.” diyoruz biz de. Gerçeklerle yüzleşmeniz gerekiyor. Hamaseti bir kenara bırakacaksınız. Hamaset Türkiye’yi de bu hale getirdi. Elbette ki geçmişimizi bileceğiz. Köklerimizi bileceğiz; ama köklerimizi bilip sadece bundan bahsetmek bize hiçbir şey getirmez, hiçbir şey katmaz hatta bizi geri götürür. Bu çerçevede biz bugün, hâlâ Çin tipi bir taklit modeli içerisindeyiz. Hatta Çin’i kopyalıyoruz artık. Dünya bir medeniyet tasavvuru sunmuş önümüze. Biz o medeniyet tasavvurunun peşinden koşuyoruz. Yani düpedüz taklitçiyiz, diyebiliriz. “Taklit ede ede bir şeyleri öğrenirsin, zaman içerisinde sen de yaparsın.” diyenler olabilir. Fakat sürekli takip ettiğiniz zaman artık kendi benliğinizi unutursunuz. Çünkü taklitler aslını yaşatır. O yüzden bizim acil olarak bulmamız gereken şey ideolojik bir bakış açısıdır. İdeolojisiz toplumlar çökerler, ayakta kalamazlar ve başka ideolojilerin yemi haline gelirler. Size birileri ideoloji kötüdür diyorsa yalan söylüyordur. Kendini ideolojisiz bir rejimmiş gibi yansıtan rejimin dahi bir ideolojisi vardır.

Şu anda dijital diktatörlük bize ideolojisiz bir yapıymış gibi sunuluyor. Sanki teknoloji ideolojiden bağımsızmış gibi sunuluyor. Bu büyük bir yalan. Bu yalanın peşine takılırsanız yem olursunuz. Osmanlı modeli çöktü; çünkü sanayi modeli daha cazibeliydi. Bu model çekildikten sonra biz dünyaya yeni bir ideoloji ve ona bağlı ekonomik model sunamadık. Dünyaya hükmeden bütün sistemler ekonomik bir model de getirmişlerdir. Şimdi eğer Türkiye taklitçi olmayacaksa, yeni bir ideolojik görüşe bağlanacak ve kendi ekonomik sistemini getirecektir. Bunu yapamazsan olmaz.

Ben ideoloji deyince “Allah’ın sistemi var, ideoloji Allah’ın sistemine alternatif olarak mı sunuluyor?” diyorlar. İdeolojiyi, dinin karşısında bir yapıymış gibi göstermek yanlış.

Bir de dünya düzenini elinde tutanların çok güçlü olduğu ve yenilmeyeceği yönünde bir anlayış da var. Bu hususta ne söylemek istersiniz?

Küreselci yapı dijital bir diktatörlük tasarladı. İnsan olarak bir arada yaşarız; fakat itikadi olarak bunlarla ortak bir koalisyon kurup anlaşacak bir noktamız yok bizim. Bir dünya tasavvuru çizilmiş ve bu bütün dünyaya dikte ediliyor. Adeta Nazi Almanya’sının Yahudilere yaptığı baskı ve zulmün intikamı alınıyor. Ancak ümitvar olmak lazım, bu da çok uzun sürede ayakta kalamayacak ve yıkılacaktır. Onun yıkılışı da bizim sağlam durmamıza ve kimliğimizi bilmemize bağlı.

Mekr-i ilahi var… Onların tuzakları varsa Allah’ın da bir tuzağı var. Bu güruhun aşırı güçlü olduğu düşüncesine kapılmak imanî bir sıkıntıya da varır.

Elbette ki öyle. Zaten bizim inancımız çerçevesinde bunların yenileceği kesin. Çok güçlü gibi gözüküyorlar; ama dijital sistem aslında çok da zayıf bir sistem. Bu dijital sistem bloke edilebilir, çok kolay manipüle edilebilir. Mesela tamamen elektriğe bağlı bir sistemden bahsediyoruz. Güneşteki bir manyetik patlama bile bugünkü medeniyeti anında çökertebilir. Bu elektrik enerjisine bağımlılık zamanı geldiğinde bu güç odağına da büyük bir kayıp yaşatacak.

Aslında dünya açısından yeni bir silkelenme anı doğmuştur. Bunların ortaya çıkması da iyi olmuştur. Böylece ak ve kara arasındaki ayrım daha iyi yapılabilir. İnsanların gözü açıldı ve aynı şekilde bu dönem itibariyle büyük uyanış gerçekleşti. Bunu da unutmamak gerekiyor. Bu bile bunların yıkılması için, iktidarlarının sona ermesi için yeterli. Ayrıca küresel güçler de aralarında çarpışıyorlar. Bir de onlara karşı ulusal cepheler genişliyor. İstedikleri yönde bir yeni dünya düzeni kurulamayacak.

Teşekkür ediyorum.

Ben teşekkür ederim.

Röportaj: Faruk Hanedar