Cemaat son operasyonları neyi amaçlayarak ve neye dayanarak gerçekleştirdi? Onlar da bu işin az-çok bir neticeye varmayacağını biliyorlardır herhâlde. Öyleyse ne maksatla böyle bir harekete kalkıştılar? Ne umuyorlardı?
Birincisi şu: Paralel örgüt, benim anladığım kadarıyla burada bir kazan kazan politikası izlemeye çalıştı. Bu insanları serbest bırakmayı murad ettiler, bu bizim birinci temel tezimiz… Bu insanları serbest bırakmayı vadettiler… Serbest bırakılmasının da ötesinde, bu insanları bu ülkeden kaçırmayı murad ettiler. Şimdi bu insanları kaçırmayı murad etmesini de ikiye ayıralım: Birincisi; sahiden bu yapıyı aklamak, yani diyelim ki, ceza almaktan kurtarmak ve ceza almayacakları bir yere doğru kaçırmak… Ama asıl ikinci olan tahminim ise şu; artık Paralel Yapı içerisinde çözülmeler başladı. Bunu, Hüseyin Gülerce’nin ikrarları ya da Latif Erdoğan’ın ifşaatları gibi düşünmeyin. Onların sadece nedamet getirip bu örgüte meydan okumaya hazırlanan kişiler olduğunu zannediyorum. Yani niye Hüseyin Gülerce ve Latif Erdoğan demiyorum? Çünkü onlar başka yerdeler. Yargı ve emniyet cuntası içerisindeki ayakları konuşup da, aldıkları talimatların silsilesini, bunları nerede nasıl gerçekleştireceklerini anlatmaya başlarlarsa, örgütün çözülmesine dönük içeriden bir ikrar çıkmış olacak… Bu kişileri serbest bırakma gayreti,“aralarında örgütü faş edebilecek kişilerin olmasından mı kaynaklanıyor?” diye bir soru var benim kafamda… Madem Medrese-i Yusufîye, o zaman bırakın yatsınlar. İçerde yattığı müddetçe ibadet gibi gördüklerini iddia ediyorlar. Dolayısıyla içerden illâ çıkartmak gibi bir gayrete ihtiyaç yok demektir. İçerden çıkartmaktansa onu Medrese-i Yusufîye görüp yatabilirler de; ama ille de onları çıkartmak istiyorlarsa, o zaman acaba içlerinden birisi konuşmaya karar mı verdi diye sorarım ben. İçlerinden birisi bir şey mi söyleyecekti de onu mu engellemeye çalışıyorlar? Allah göstermesin, bugün çıkartmaya çalıştılar ve beceremediler; yarın içerden intihar etti diye haberler gelirse ne olacak? Nasıl olacağını bilmiyorum. Bu nedenle insanları çıkartmaya çalışıyorlarsa, bu yolda susturmaya çalışıyorlarsa ve bunu beceremezlerse başka bir şeye de kalkışırlar bunlar.
İkinci tezim; bu yapının Amerika ve Avrupa’daki lobi gücüne itibar ediyorum, bunu yok saymıyorum. Yokmuş gibi farz etmenin de hareket kabiliyetini sınırlayacağına inanıyorum. Yüz senatörün seksen dördünün Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı mektubu küçümsememek lazım. Algı budur, imaj budur… Nedir o? Bağımsız mahkemeler tahliye karar verdi, bu zorba devlet zorbalıkla, anti demokratik bir şekilde bu tahliye kararlarını kaldırttı. Bu tezin yükseltilmesinin içerde bir anlamı yok. Bu, uluslararası kamuoyunda Türkiye’nin karşısına getirilmek üzere çalışılacak bir konu. Tekrar başa dönüyorum, Medrese-i Yusufîye olarak görülen bir cezayı yatmaktan bu kadar rahatsızlık duyulabileceğine ben kanaat getirmiyorum.
Bizim, yani gerçekten İslâm davası güdenlerin içeriye girmesi ile onların içeriye girmesi bir değil. Bizim bir dâvâmız var ve yüksünmeyiz; fakat bunlar menfaat çetesi, çıkar amaçlı suç örgütü. Biraz öyle bakmak lazım değil mi onların çıkmak istemelerine?
Fetullah Gülen de “Medrese-i Yusufîye” diyor. Örgütün tepe yönetimi açısından bu bir menfaat çetesi olabilir; ama polis ve yargı içerisinde bulunanlar bu görevi inanç ve inanmışlıkla yerine getiriyorlar. Oradaki menfaatin Allah rızası için olduğuna inanıyorlar. Adama, “devlet memuru olacak adamın hakkını yemişsin” diyorsun. O da “ben davam için haksız yere devlet memuriyeti elde ettim, hakkı yenen adama da ne mutlu ki böyle bir amaca hizmet ettiği için hayırlı bir iş yaptı” diyor. Hepsini buna inandırmışlar. Allah korkusu olan adam çalınmış sorularla memur olur mu? Biz bakkalın fazladan verdiği bir lirayı geri vererek yetişen bir toplumuz. Çalınmış sorularla devlet memuru olacaksın, bir de bunca yıl maaş alacaksın; bunun bir izahı yok. Bu adamlar bunu ibadet gibi gördükleri için zaten ikna oluyorlar.
Hâkim bu yaptığının bir intihar saldırısı olduğunu bilmiyor muydu? Hâkim bu yaptığının bir kamikaze dalışı olduğunu bilmiyor muydu? Hâkim mesleğini yaktığını, geride kalan yirmi yıllık meslek birikimini, akademik eğitimini tutup çöpe attığının farkında değil mi?
Öyle bir tezgâh kurmuşlar ki; insanların eşini, işini, sosyal çevresini bizzat belirliyorlar. İmandan ziyade bir çaresizlik hâli de yok mu ortada?
Bu tip örgütlerde birkaç yol var. Biri inanıyor iman ediyor, birisi kandırılıyor yani başka bir şeye inandırılıyor… Kimisi teslim alınıyor, şantajla-tehditle. Bakıyorsun kelli felli, koca koca adamlar, kategorik olarak karşı cephede durduğunu zannettiğimiz adamlar, örgüte destek veriyor. Diyorsun ki “sen buna inanıyor musun sahiden?” Cemaatin tabanından birisi olsa inanır; ama bu adamlar tamamen çemberin dışında, akademisyen, ömrü pozitif bilimle geçmiş, rasyonel dünyanın içinden gelmiş falan... Bu sorunun cevabı yok… Orada da anlıyorsun ki, bu adamın bir hadisesi var, karıyla-kızla işi var. Özellikle bu tuzaklarla bir çok kişiyi teslim aldılar.
Birde şöyle bir şey var; hiç kavuşmaz zannedilen unsurlar bir olup, iktidarla çarpışıyorlar…
HDP ile paralel gibi...
Cemaat meselesi bizim için yeni bir mesele değil.
Biliyorum 70’lerden beri...
70’li yılların sonunda olması lazım, Eski Amerikan İstasyon Şefi Paul Henze’nin bir raporu var, meâlen diyor ki; “burada artık ulusalcı-kemalist mantığıyla iş yürümez. Ilımlı İslâm modeline geçip milleti yeniden kontrol altına almak lazım. Burada İslâm yükseliyorsa, bunu durdurmanın yolu da bu”... O zamandan beri cemaatin iş içerisine sokulup yavaş yavaş kadrolaştırılması ve bugünlere gelişi... Burada yok edilmek istenen Anadolu’daki insanın imanıdır. Buradan başlayarak da bütün ümmetin imanıdır. İşin en enteresan tarafıysa, bu planın bozulması… Bu kadar uğraşılan şey çok basit bir şekilde yıkıldı. Belli ki Allah bu işe razı gelmedi.
Manzara böyleyken, Ak Parti tarafından bu durum neden senelerce göz ardı edildi? Bilinmemesi mümkün değil, kaç senedir söylüyoruz. Zarar gelmez, nasılsa biz bunları idare ederiz diye mi düşünüldü? Biliyorsunuz, Ergenekon ve Balyoz ile tasfiyeler gerçekleştirildi ve her kademeye yerleştiler…
Ak Parti kendisini ilk kez iktidar yapan seçimlere bunlarla beraber girmedi. 2002’de cemaat DSP’nin yanındaydı. Cemaatin bugüne kadar hep kazananlarla kazandıktan sonra beraber olmuş bir politik duruşu var. Anavatan Partisi’yle de öyle oldu, Doğru Yol Partisi’yle de öyle… Kazandıktan sonra kazanana yaklaşma... Cemaat risk almaktan hoşlanmıyor, cemaat kavgaya girip de, mücadele ederek bir şey elde etmiş değil. Ak Parti’nin kazanmasını bekledikten sonra Ak Parti’ye yaklaştı. 1970’li yıllardan beri biliyoruz, Millî Görüş hareketiyle cemaat, birbirleriyle aynı sokaktan bile geçmeyen iki gücü temsil ediyor. Peki, nasıl oldu da bunlar 2004’lerde, 2005’lerde yan yana gelmeye başladılar. O da şu; Ak Parti düşüncesindeki insanlara bürokrasi yolu çok uzaktı. Devlet bürokrasisi masonlarla Aleviler arasında hareket edebiliyordu. Yargıda Tunceli, Sivas, Erzincan standartları var biliyorsunuz… Seyfi Oktay Dede’nin yargıyı şekillendirmesi falan... 2002’lerde Ak Parti’nin iktidara gelmesine hâkim güçler sınırlı ölçüde müsaade ettiler. “Belediyecilik ve bayındırlık gibi bir takım işlerle oyalansınlar, biz bunlara savunmayı, dış politikayı nasılsa vermeyiz”diye düşündüler. Asker konumlanmış hazır kıta bekliyor. Bu noktada cemaat kendi kendine “bu vesayeti ben kırarım” dedi. Bu o konjonktürde adı konulmamış zımnî mutabakat oldu. Ak Parti’nin bu süreç içerisindeki hatasıysa, kendi kadrolarını yetiştirmemesi oldu. El değiştirmiş, görece rahatlamış olarak gördüğü bürokrasiye güven duydu. Sayın Cumhurbaşkanı sıklıkla “aldatılmışız” diyor. Benin “aldatılmıştan” anladığım, orada bir vesayetçi yapı, Ergenekoncu dediğimiz bir yapı vardı. İnançlı insanları cezaevine atan bir yargı vardı. Bu bir tuzaktı ve biz bu tuzağa milletçe düştük. “Nokta Dergisi”“2004’te iki darbe atlatmışız” demişti… İşin esasını söylemek gerekirse, biz 28 Şubat 1997’den, 27 Nisan 2007’ye kadar hiçbir halt atlatmamışız. Zaten bizdeki darbelerin periyodu da budur. Hâkim güçler bu şekilde dizayn etmişler darbe girişimlerini. 60, 71, 80... 28 Şubat’ın, bin yıl sürecek olan mekanizmasının perçinlenmesi içinde,“27 Nisan 2007’de Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçtirmeyelim, meclisteki kuvvetini artırmayalım, Çankaya köşküne oturmasınlar” dediler. O arada cemaat “darbeler atlatıyoruz haberiniz olsun, bak acayip hazırlıklar var” diye hükümeti korkutmaya çalıştı. 2008’de kapatma davası açtılar, Erdoğan’a suikast girişimleri oldu, ortalık bir anda karışmaya başladı. Hrant Dink ölüyor, Danıştay basılıyor ve o arada cemaat “bu yaşadıklarımız hiç normal şeyler değil, biz bu arada sürekli darbeler atlatıyoruz” diyor… Ne yapmamız lazım o halde? Ne kadar darbeci varsa hepsini içeriye tıkmamız lazım. Devletin tehdit altında olduğunda verilmesi gereken refleks bu mudur? Budur… Ben bugün de buna inanıyorum! O zaman kendimi tehdit altında hissettiğim için Ergenekon ve Balyoz’la mücadelenin şekline itiraz etmedim. Çünkü beni tehdit altında olduğuma inandırdılar. Ben bugün de “öyle bir şey yoktu, askerin hiç aklının ucundan geçmezdi, çok da demokratik bir ortamdı” falan da demiyorum. Sadece bunun üzerinden bir takım operasyonlar yapılarak hükümet korkutuldu. Bu anlamda görmezden gelindi. Sürekli Özal’ın ölümünü gündeme getirdiler, karısı tarafından zehirlendiğini söylediler.Bunun da sebebi, Erdoğan’a “ayağını denk al” demekti.
Neden millî bir kadro teşekkül ettiremiyoruz? Her sahada olduğu gibi medyada da aynı sıkıntı var. Bir kalite problemi var… Ertuğrul Özkök nasıl yaşıyorsa öyle yazıyor, nasıl yazıyorsa öyle yaşıyor. Bu camianın içindeki insanlar ise yaşadığı gibi yazmıyor, yazdığı gibi yaşamıyor.
“Bizim mahalle”de ciddi bir zenci kompleksi var. Bugün mangalda kül bırakmayan adamlar, yarın Ertuğrul Özkök içeriye girsin ayağa kalkıp önünü iliklerler. Arkasından sayıp söverken, yarın karşılaştıklarında “duayen gazeteci” diye tanıtırlar. Ben üniversitelere konferansa gittiğimde çocuklar beni dinliyorlar, konferans bittiğinde yanım gelip “Uğur Dündar’la tanıştınız mı?” diye soruyorlar. Bu bizim zenci kompleksimizden kaynaklanıyor, bu bize öğretilmiş çaresizlik. Hâlâ benim medyamda, Doğan Grubu için “merkez medya” ifadesi kullanılıyor. Alçak herif! Doğan medyası artık marjinal bir medyadır! Sen %52 oy alan bir iktidara, hükümete ya da Cumhurbaşkanı’na yakın tezleri savunan bir medyaya “marjinal medya” muamelesi yapıyorsun. CHP üzerinden ölçecek olursak, %20’yi geçmeyen bir tabana seslenen Hürriyet Gazetesi’ni merkez medyaya oturtuyorsun! Bunu onlar yapmıyor ki, “bizim mahalle”deki adamlar yapıyor. Politikacılar da aynı şeyi yapıyor.
Peki bu problem nasıl çözülecek?
Kuşaklar dönüşecek…
Bizim hep söylediğimiz bir şey var: “Hâkim fikrin mahkûm tavrı olmaz”. Hâkim davanın mensubuysan, ezilip büzülmeyeceksin… İtikadî olarak böyle bir mevzu var… Bu psikoloji niçin bir türlü kuşanılamıyor?
Kuşaklar değişecek, bizden sonraki nesiller medyayı tesis ederken bu şekilde hareket edecek. Hesapsız bir medya yapacağız. Bizim bir takım hesaplarımız var, Gezi’de bunu gördük, 17 Aralık’ta da gördük. Adam “sağa sola bir bakayım ne yazıyorlar” diyor. Neye bakacaksın! Alacağın maaş, yapacağın iş ve yaşayacağın hayat standardı belli... Nesine bakacaksın? Gazeteden atılsan en fazla iki bin liralık maaşından olacaksın. Neyin dengesini gözetiyorsun? Yaz da onurunla işsiz kal.
17 Aralık hâdisesinde herkes kaçıştı ve Erdoğan tek başına kaldı.
Ak Parti milletvekili listesinde dışarıda kalanlar, “Ak Parti milletvekili listelerinde bilmem ne var, bizi liste dışı bırakmışlar, büyük haksızlık” diyorlar. Hiç de haksızlık değil. Ağlayan adamların büyük kısmı 17 Aralık’ta saklanıyorlardı. Bunun görünmediğini sanıyorlar; ama çok güzel görünüyor. 27 Nisan ve 28 Şubat’ı iyi gözlemlediğim için rahatlıkla söyleyebilirim ki, başıyla sonuyla yaşadığımız 27 Nisan’a çok benziyordu. 17 Aralık’ta ellerinde valizleriyle hükümet düşecek diye bekleyen bakanları biliyorum. Fetullah Gülen’e kızalım ama hitap ederken de “Hocaefendi” diyelim. Bugünkü paralel yapı düşmanı yazarlar Ocak ayında, Şubat ayında ne yazmışlardı sizce? “Hocaefendi iyidir de etrafında bir takım cuntalar var”…
İstiklâl mahkemelerinden itibaren Türkiye’de büyük bir adalet problemi var. Bize göre bu problemin kökünde yatan temel saik, bu devletin meşruiyet iddiasının milletin nezdinde karşılığı olan bir kaynağa istinad etmemesi yatıyor… Batılı devletler nezdinde karşılığı olan bir kaynaktan meşruiyet arayan bir devlet bu devlet. Dolayısıyla, millet ve devlet hakiki mânâda bir türlü bir araya gelemiyor. Bugün Erdoğan’ın şahsında millet, eski günlerini hatırlatan hamlelere sahib çıkıyor olsa da, devleti benimsemiş değil. Bize göre milletin devletini benimsemesi için küllî bir şey yapmak lazım. Yamalarla, restorasyonlarla, üzerine sıva yaparak bu iş olmuyor. Enkazın restorasyonu olmaz. Öyleyse nasıl olacak? Meselâ seçimlerden sonra gördüğünüz bir şey var mı?
Hükümet modeli değişikliği konusundaki Cumhurbaşkanı’nın tezlerine sahip çıkılması gerekiyor.
Sizin söylediğinize katılmakla beraber, kavganın sadece şekil üzerinden sürdürüldüğünü düşünüyoruz. Kimse bu işin ruhunun nasıl olacağından bahsetmiyor.
Kavga şekil üzerinden dönüyor. Şu ânda Başbakan’ın Ahmet Davutoğlu, Cumhurbaşkanı’nın ise Erdoğan olması sebebiyle ruhu tartışılmıyor. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer olsaydı, biz bugün muhakkak değişimin ruhunu tartışıyor olurduk.
Diğer taraflara da gelelim, mesela solcular içinde bir sürü fraksiyon var. Rejimi değiştirmeye talipler. “Al değiştir, ne teklif ediyorsun?” Teklif edebilecek hiçbir şeyi yok. Müthiş bir yokluk. Bu yüzden mesele getirilip Tayyip Erdoğan’a irca ediliyor ve “o olmasın” deniyor. Ruhî planda bir değişikliği önümüzdeki dönemde siz görebiliyor musunuz?
Ruh meselesinden bakacak olursak, şu ân da kamuoyu meselenin ciddiyetinin farkında değil. Davutoğlu’yla Erdoğan arasında bir kardeşlik hukuku var. Onun kırılacağına ihtimal verilmiyor. Mesela Sezer ile Erdoğan gibi bir durum olsa ya da Demirel ile Çiller gibi bir durum olsa, o zaman belki ruh meselesi biraz daha konuşulabilir. Şu ân sadece fizikî dönüşüm üzerinden tartışma devam ediyor. Bunu en belirgin olarak 8 Haziran sabahı göreceğiz.
Başka bir bahse geçelim. Millîleşemeyi sağlayamadığımız sahalardan birisi de sermaye. TÜSİAD kendi binasına tabela asamıyor. Mesela Microsoft da binasına tabela asamıyor; düşmanı var, biliyor ve bir saldırıdan korktuğu için tabela asmıyor. Peki TÜSİAD neden korkuyor? Bu millete karşı ne cürüm işlemiş de müessesesinin kapısına tabela asamıyor?
TÜSİAD komprador burjuvaziyi temsil eden bir dernek, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelere dayatılan ekonomik modelin, Türkiye distribütörü. Ayrıca ekonomik sömürünün de bir ayağı. Şu ânda biz kabuğunu kırmış vaziyetteyiz, TÜSİAD’a ihtiyaç duymaksızın yürüyoruz. Eskiden patronlar muhtıra verince yer yerinden oynuyordu, şimdi de veriyorlar vız geliyor.
Cumhurbaşkanıyla görüşmemizde,“4G-5G meselesinde alt yapı yatırımlarından kaynaklanan 9 milyar lira zararımız olacak, nedir ki?” dedi. Öyle deyince ben de gayrı ihtiyarî güldüm tabii… Cumhurbaşkanı “niye gülüyorsun?” diye sorunca, “biz 150 milyon lira için insanların kapısında köle olmuştuk.” dedim. Irak Savaşı’na 1 milyar dolar hibe karşılığında girmedik mi? Sonra o parayı almadık amenna ama bize teklif edilen oydu. Bugün öyle bir noktaya geldik ki, TÜSİAD’ın bize verebileceği bir şey kalmadı. 9 Milyar TL’lik bir rakamı yok sayabilecek kadar rahat davranabilecek ülke konumuna gelmişiz. Dolayısıyla TÜSİAD artık devrini tamamladı. Bunların karın ağrısı da o, ciddiye alınmamak, dikkate alınmamak... Siyasî olarak ciddiye alınmıyorlar; ama medya üzerindeki tesir kabiliyetleri hâlâ devam ediyor. Siyasî düzen üzerindeki tesirleri zaten medya üzerinden oluyordu; ama şimdi o kadar güçlü değiller. Yine de yerleşik düzende, ekonomideki aslan payı TÜSİAD’da.
Hâlâ kendisini bu milletin efendisi gören aileler var. O çekirdek kadro olduğu sürece tehdit devam edecek. Bunlar Gezi olaylarını da körüklerler, cemaatin de arkasından çıkarlar, 28 Şubat’ı da desteklerler…
TÜSİAD’ın henüz memleket hayrına bir iş yaptığını görmedim. Montaj sanayini yükseltmişsin, perakendecilik yapmışsın, üretim yok, yatırım yok… Bu memlekete deniz yolunu teşvik edecek bir şey yapmamışsın, demiryolunu teşvik edecek bir şey yapmamışsın... Uçak fabrikasından yerli otomobile kadar varolanı göndermişsin, yabancı markaların distribütörlüğünü alıp burada onların temsilciliğini sürdürmüşsün. Bize katma değer sağlayacak bir şey koymamışsın. Kendimizi Güney Kore’yle karşılaştırırken sürekli olarak veriyoruz; Samsung, Hyundai falan... Devlet mi ortaya çıkardı, yoksa oradaki özel sektörün elini taşın altına koymasıyla mı? Senin ne kadar vatanperver olduğun, Kore ile aynı anda giriştiğin bu yolda kat ettiğin mesafeyle ölçülür. Sen hâlâ yabancı markaların distribütörlüğünü yapıyorsun, Kore akıllı telefon pazarında lider, otomotiv sektöründe lider ve sen de arkasında nal topluyorsun. Buradaki işçilerine Kore’nin ürettiği arabaları şirket arabası olarak veriyorsun. Korelinin ürettiği telefonları çalışanlarına şirket telefonu olarak dağıtıyorsun.
İşlerin bu hâle gelmesinde devletin rolü yok mu?
2002’ye kadar devlet TÜSİAD’dı zaten. Sana demir yolunu yaptırmayan ve karayoluna mahkûm eden, yatırımları yaptırtmayarak seni montaj sanayiine mahkûm eden. Devletsiz işleyen bir mekanizma olabilir mi? Benim vatanperverlik ölçütüm bu ülkeye yatırımdır. Gerisi laf-ı güzaf… Öyle çıkıp da, gazetelere “olmasaydın olmazdık” diye ilân vermekle olmuyor.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Yakup Köse serbest bırakılsın!
İnşallah...

Baran Dergisi 434. Sayı