Eyüp bey, öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
1982 Gaziantep doğumluyum. Esnaf bir babanın ve ev hanımı bir annenin altı çocuğundan birisiyim. Klasik bir Anadolu ailesinin Anadolu örf ve adetleri ile yetiştirilmiş evladıyım. Üniversitede Bilgisayar Öğretim Teknolojileri üzerine eğitim aldıktan sonra dünya ve ülke meselelerine ilgimden dolayı Yüksek Lisansımı Uluslararası İlişkiler üzerine yapmaya karar verdim. Çeşitli siyasilere danışmanlık ve metin yazarlığı yaptım. Halen Çukurova Üniversitesi’nde Öğretim Görevlisi olarak ders vermeye devam ediyorum. Aynı zamanda Milat Gazetesi’nde de köşe yazarlığı yapıyorum. Kendimi kısaca; vatan sevdalısı, milli hassasiyetleri yüksek, okuyan, araştıran, üretmeye ve anlamaya çalışan birisi olarak tanımlayabilirim.

Suriye’deki süreci dünya siyaseti ve bölge dengeleri açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Suriye iç savaşının başladığı günden bu yana, konu hakkında birçok makale yazdım. Makalelerde işlediğim temel çıkış noktası ABD’nin terör örgütleri vasıtasıyla Suriye’yi ve aynı zamanda Suriye ile birlikte bölgeyi de dizayn etme çabası ve gayretiydi. Henüz DEAŞ ile PKK’nın Rakka ve diğer noktalardaki ortaklıkları/anlaşmaları ortaya çıkmadan, Türkiye; dış sufle vericiler ve iç taşeronları vasıtasıyla “terör destekçisi” ilan edilmeye çalışırken, PKK/PYD ve DEAŞ için kardeş iki örgüt tanımlamasını yapmış ve hatta kısa süre önce de “ABD’nin Gayrimeşru Çocukları” başlığıyla bir makale kaleme almıştım.

11 Eylül bir milattı... ABD, birçok ülkeye “Demokrasi Götürme” sürecini halen üzerindeki sis perdesi aralanmamış olan bir hadise ile başlatıyordu. Afganistan ve Irak işgalleri ilk adımlardı. Irak’ta yapılan dayanaksız kıyımı Suriye izliyor. Aslında son zamanlarda yaşanan hiç bir şeyi birbirinden bağımsız değerlendirmek mümkün değildir. Suriye’de varlığını sürdüren terör örgütlerinden, 15 Temmuz hain kalkışmasına, Kuzey Koridoru hayalinden, Suud-ABD yakınlaşmasına vs. süregiden birçok gelişme aslında büyük planın sonuçlandırılması için yeni arayışlar veya planlanmış adımlar. Kendilerini “Karar Alıcı” olarak görenler bölgeyi sürekli bir kaos ortamında tutmak, terör örgütleri eliyle demografiyi değiştirmek, bölge ülkelerini birbiriyle savaştırmak, etnik ve mezhebi ayrılıkları kaşıyarak ve kullanarak yeni haritalar çizmek istiyorlar. Bu noktada Türkiye “Fırat Kalkanı” ile aslında çok kritik bir adım atmıştı. Suriye’nin kuzeyinde inşa edilmek istenilen “terör koridoru”na önemli bir darbe vuruldu. Ancak koridoru Akdeniz’e taşıyacak güzergâh olan İdlib ve Afrin’deki terör varlığı hem plan sahiplerinin umutlarının diri kalması hem de sınır güvenliğimiz açısından çok önemli. İdlib’te kısa süre önce kurulan kontrol noktaları önemli ancak buraların terör unsurlarından tamamen temizlenmesi gerekiyor.

Burada Rusya’ya da mutlaka değinmek lazım. Ben Rusya’nın PYD ile ilişkilerinin ilk günden bu yana var olduğu ve sürekli olarak çeşitli vesilelerle irtibatta oldukları görüşündeyim. Hatta Rusya’nın PYD’yi hem şu anda sahadaki ortakları Türkiye ve İran için bir gizli tehdit ve denge unsuru olarak kullanılabilir gördüğünü hem de ABD’nin sahadaki “eli” olması sebebiyle evlat edinilmesi olası bir “gayrımeşru” çocuk olarak gördüğünü düşünüyorum. Yani kısaca her ülke öncelediği kendi menfaatleri doğrultusunda sahada herkesle görüşmeyi meşru olarak görüyor ve bu asla değişmeyecek.

Türkiye’nin mevcut hükümeti ile bu piyese asla izin vermeyeceğini bilenler tam da bu nedenle sürekli olarak çeşitli vesilelerle Cumhurbaşkanımızı hedefe koyuyorlar. Türkiye ortak paydaşları hiç bir zaman olmadığı kadar üst düzey bilince sahip haldedir. Muhalefetin “batı ortaklığı” ve onlara inananların algısı kırıldığında, sözde “bizden”lerin içimizdeki etkinliği tamamen yok edildiğinde her şey çok daha başka olacaktır.

Irak’ın kuzeyinde yaşanmakta olan hadiseleri dikkate alarak İran ve Türkiye ilişkileri nasıl bir boyut kazanabilir?
Aslında oradaki uzlaşmazlık özellikle Kerkük üzerinden uzun yıllardır süregeliyor. Kerkük petrolleri üzerinden Türkiye’nin hak iddia edebileceği gerçeği nedeniyle İngiltere, Büyük İsrail projesi nedeniyle İsrail ve ABD, bu bölgede bir Kürt Devleti kurulmasını istiyorlar. Diğer taraftan İran’ın son dönem ivmelenen yayılmacı tavrı ve “Şii Hilali” hayali de var. Kısacası bölge çok uluslu bir çıkar çatışmasının ortasında. Tüm bu realiteleri göz ardı ederek konuyu sadece İran, Irak ve Türkiye özelinde değerlendiremeyiz.

Şu anda İran’ın bir uydu devleti haline gelmiş bir Irak görüyoruz. İsrail ve ABD’ye yakınlaşarak referanduma giden bir bölgesel yönetim mevcut. Yıllardır bölgede siyaset sahnesinde olan iki gurubun (Barzani ve Talabani) konum değiştirdiğini, güç kaybettiğini de söylemek gerekiyor. Talabani tarafının İran’a yaklaştığını, Barzani tarafının ise sözde referandum sonrası güç kaybettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ve bir de PYD’yi terör örgütü olarak görmeyen muhtemelen yakın zamanda İsrail bağlantıları daha net ortaya çıkacak olan “Goran Hareketi” var. Ben bu hareketin Dahlan’la da bağlantısı olduğunu düşünüyorum.

Bölgede etnik yapının yanında mezhepsel olarak da dengeler mevcut. Örneğin bölgede yaşayan Türkmenler içerisinde hem şii hem sünni inanca sahip kesimler var. Bu durum tam bir bütünlük sağlanmasının önüne geçiyor.
Bence bundan sonra bölgede durum özellikle Kudüs meselesi ile biraz daha yakınlaşan İran ve Türkiye’nin aklıselim yaklaşımları ile yeni bir gelişme olmazsa daha ılımlı bir noktaya ilerleyecektir.

Kuzey Kore ne kadar “ileri” gidebilir? Kuzey Kore’nin meydan okumaları Asya’da yeni bir savaşın patlak vermesine yol açabilir mi?
Bu soruya net ve keskin analizler yapmak kolay değil. Kendisini dünyadan izole etmiş bir ülke ve onun akıl sağlığı bile sorgulanabilir lideri konusunda net ifadeler kullanmak zor. Bunu yapanlar fala bakmaktan öteye gidemezler. Sadece olası güçlü senaryoları saymak doğru yaklaşım olacaktır.

İlk senaryo Kuzey Kore liderinin nükleer silahlar ile kendi rejimini koruma niyetinde olduğu. Gerçekten böyle bir güce ulaşır ve ABD’yi de vurabilecek noktaya gelirse (ki şu anda bu iddiada), pazarlık gücü artar. Ancak beyanları ne kadar doğru, bunun teyidi zor. Böyle bir gelişmede sadece ABD değil, Güney Kore ve Japonya da risk altında olacaktır. Bu noktada ilk yapılması gereken BM güvenlik konseyi vasıtası ile alınacak önlemler olabilir ancak orada da Çin ve Rusya’nın mesafeli duruşu söz konusu. ABD’den gelen savaş retoriğine Çin ve Rusya diyalog ve barışçıl yöntemler vurgusu ile karşılık verdi. Konu diplomasi ile çözümlenmek istenirse bunun ABD eliyle değil de Çin eliyle yapılması daha realist gözüküyor. Çin, ABD’nin Kore yarımadasında güçlenmesini istemiyor ve bir denge siyaseti izliyor.

İkinci senaryo ise komplo teorisyenlerinin çok seveceği türden. Kuzey Kore’nin tamamen bir ABD derinleri projesi olduğu ve ABD’nin bölgede güçlenmek için yeri/zamanı geldiğinde kullanacağı bir ülke olduğu yönünde. Hatta 11 Eylül benzeri bir mağduriyet oluşturacak eylem için bu ülkenin kullanılabileceği konusunda da öngörüde bulunanlar var.

Dünya nüfusunun yaklaşık %60’ına ev sahipliği yapan bölgede herkes mutlak güç olma hesabında. Bu hesaplarda Kuzey Kore önemli bir konumda. Zira bu güç savaşı, bir sıcak savaşa evrilecekse her kim kullanıyor olursa olsun ilk neden Kuzey Kore olacaktır. Bu arada Asya özelinde Pakistan ve Hindistan üzerinden de gelişmeler beklemek gerekiyor.

Kudüs’e yönelik ABD-İsrail hamlesine karşı doğan tepkiler, geçmişte olanlarla karşılaştırıldığında ne gibi farklılıklar arz ediyor?
Trump’ın Kudüs kararı akabinde, ABD’nin bir süredir bölgede oluşturmaya çalıştığı “ılımlı” ittifak ilk darbesini aldı. Bu ittifakın sahipleri içerisinde ya önemli bir öngörü hatası yapıldı ya da iki taraftan birisi diğerini yanılttı. Bölge ülkelerinin Filistin meselesinden daha fazla öncelikleri olduğunu düşünerek veya yeni bölgesel ortaklarına güvenerek adım atan Trump mı bölgesel ortaklarını yanılttı yoksa medya organları ile bölge halklarının algısını “Kudüs İsrail’indir” noktasına getirmeye çalışan başta Suud olmak üzere bölgesel ortaklar mı Trump’ı yanılttı bunu şimdilik kestirmek zor.

Bu kararın arkasındaki olası bir diğer ihtimal de, Trump’ın ilk bakışta iç sıkışıklıktan kurtulmak için yaptığı düşünülen bu hamlede ona içeriden kimlerin sufle verdiği... Zira bu hamle Trump’ın hanesine sıkıştırıldığı “Rusya irtibatı” meselesi dışında bir de dış politika başarısızlığı eklemiş oldu. Yani Trump’ın “içeriden” de yanıltılmış olma ihtimali yüksek. İsrail’in varlığının korunması ve devamı ABD’nin temel önceliklerinden birisi olsa da, bu “zamansız” adım Trump’ın gidişini hızlandırmak adına bir “derin” operasyon da olabilir. Yanılan ve yanıltan her kim olursa olsun bu hamlenin “İslam Dünyası”nda kaybedilmiş birliği tekrar kazanmak adına yeni bir kıvılcım oluşturduğu kesin. Ümidimiz bu kıvılcımın geçici olmaması...

ABD açısından olay böyle iken; son dönemde çeşitli silah anlaşmaları ile ABD’ye milyarlarca dolar rüşvet vererek dostluğunu satın almaya çalışan “ılımlı ortaklığın” diğer tarafı için de durum çok parlak noktada değil. Ürdün, Tunus gibi birçok ülkede ilk kez Suudi yönetimi için “ABD uşağı” tabirleri kullanılmaya başlandı. Bu noktada “Ilımlı İslam” ön kabulü ile ‘İslam Dünyası’na lider olmak için yola çıkan Veliaht Prens Muhammed bin Selman da bölge halkları gözünde önemli bir yara almış oldu. Velhasıl; Kudüs kararı, ortaklığın tüm paydaşları için de bir hüsran noktasına gelmiş durumda...

ABD’nin bölgedeki tek gerçek müttefiki İsrail’dir. Bunun dışındaki tüm “müttefik” tanımlamaları ABD’nin bölgesel politikalarını hayata geçirmek için yaptığı aldatıcı ve geçici bir durumdan öteye gidemez. Menfaatlerinin ve planlarının çeliştiği noktada hiç bir ülke “dost” değildir.

Şunu da belirtmek gerekiyor ki; BM’de alınan Kudüs kararı Türkiye adına büyük bir zaferdir. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan çok önemli bir liderlik sergilemiştir. Cumhurbaşkanımızın “Dünya 5’ten büyüktür” söylemi, Kudüs özelinde hem BM Güvenlik Kurulu’nda hem de BM Genel Kurulu’nda vücud bulmuştur.

Türkiye’nin oldukça kaygan zeminli görülen bölgemizde daha güçlü ve etkili varlık gösterebilmesi için farklı hangi politikalara gidilebilir, geçmişteki dış politika çizgisinin aksine, mevcut süreci objektif olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle ben bizlerin, Türk insanının yetişme tarzı nedeniyle keskin taraflarının olduğunu görüyorum. Bizler için birisi dost ise o tartışılmaz dost, düşman ise de düşmandır. Ancak uluslararası ilişkilerde daimi dost veya daimi düşman mantığı yoktur, olmamalıdır. Ülkeler çeşitli konularda kendi menfaatleri çerçevesinde belirli konularda dostluk yaparken belirli konularda ise karşı karşıya gelebilirler. Ve yine değişen dengelere göre tavır değişikliklerine gidebilirler.

Dış siyaset konusunda son dönem çizgimizin çok iyi olduğu kanısındayım. Rusya ve İran ile “Suriye özelinde” yapılan işbirliği, ABD’nin bölgesel politikalarına önemli oranda darbe vurmuş durumda. Avrupa Birliği ile aramızda yaşanan gerilimin de yine Kudüs kararı sonrası azalacağı ve daha orta bir istikamete oturacağı kanaatindeyim. Tekrar edeyim, her ülke ile bölgesel ve küresel menfaatlerimiz noktasında birlikteliklerimiz de, fikir ayrılıklarımız da olmak zorunda ancak hiç bir ülkeyi daimi dost veya düşman olarak nitelendirmemeliyiz. Bu kısa süre önce yaşadığımız dış politikadaki tıkanıklığa tekrar dönmemize sebebiyet verecektir.

Türkiye, Suriye iç savaşı başladığı günden bu yana çok önemli tecrübeler edindi. Birçok ülke ile içerideki bizden gördüklerimizin yönlendirmeleri ve yine içerideki taşeronların eliyle karşı karşıya geldik. Bazı konular aşıldı, bazı sorunlar ise devam ediyor. Kendini “karar alıcı” olarak görenlerin planlarına tam olarak uymadığımız sürece, şüphesiz çeşitli sorunlarla yüz yüze gelmeye de devam edeceğiz. Bu “karar alıcılar” çok iyi biliyor ki, Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde bir Türkiye asla kendilerinin istediği istikamette hareket etmeyecektir. İşte maruz kaldığımız tüm saldırıların temel sebebi de tam olarak budur. 17/25 Aralık kumpaslarından tutun da, MİT Tırları mevzuuna, Rus uçağının düşürülmesi, Karlov suikastinden, 15 Temmuz hain terör örgütü kalkışmasına kadar tüm olumsuz gelişmeleri bu bağlamda okumak gerekiyor. Bizi belirli kalıplar içerisinde tutmak, irademize yön vermek isteyenler çeşitli vesileler oluşturarak saldırıyor ve saldırmaya da devam edecekler.

Şu anda hangi görüşe sahip olursa olsun, herkes Cumhurbaşkanımızın güçlü liderliği etrafında kenetlenmek zorundadır. Türkiye kendisine biçilmiş kalıpları kırıyor. Türkiye bir beka ve varoluş mücadelesi veriyor. Türkiye herhangi bir eksenin kendisine verdiği rolü oynayan ülke noktasından kendisi eksen olma adımlarını atar noktada...

Türkiye için yıllardır biçilen bir rol vardı. “AB’nin kapıkulu”, “ABD’nin ileri karakolu” olmak. İşte bu rollerden sıyrılmanın, tam bağımsızlığa yürüyor olmanın sancılarıdır tüm yaşananlar...

Söyleşi: Cumali Dalkılıç

Baran Dergisi 573. Sayı