Adnan Karakaş kimdir?
1978’de Adıyaman’da doğdu. İlk ve Ortaöğrenimini memleketinde tamamladı. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden 2005 yılında mezun oldu. Geçmişinde Alternatif İletişim adında bir öğrenci dergisi çıkarmışlığı var. Toplumsal Asabiyet adında bir kültür sanat ve edebiyat dergisinin kadrosunda yer aldı. Haftalık siyasi ve haber dergisi Renkli’de çalıştı ve yazdı. Yeni Şafak kitap ekinde ve Milli Gazete’de yazıları yayınlandı. 2011’den 2016’ya kadar Milat Gazetesinde yazdı. Yeni Birlik gazetesinde yazmaya devam ediyor. TV5 ve Tv Net’te çalıştı. Halen A Haber’de editör olarak çalışıyor.

Sosyal medya ve internetin sizce basın üzerinde ne gibi bir etkisi oldu?
Sosyal medya ve internet medyasının ortak noktaları var. Dünyamızın köy haline gelişi, diğer bir deyişle küreselleşme ideolojisinin ete kemiğe bürünmesi ve hayatlarımızda yer etmesi televizyon sayesinde mümkün oldu, denebilir ki internet de bunu pekiştirdi. Sorunuza gelince sosyal medya ile adı üzerinde internet medyası varlığını internete borçlu. Sosyal medya, klasik medya için bir haber kaynağına dönüştü. Sosyal medyada konuşulan bir konu haber olabiliyor, televizyon ve radyo programlarında konuşulabiliyor ve bir gazete yazısına konu olabiliyor. Bu da sosyal medyanın gündem belirlemesi demek. İşin bir yönü böyle. Bir diğer yönü ise, etki-tepki dengesi. Klasik medya organlarında iletişim tek yönlüydü. Kaynak var; gazete, tv veya radyo… İşleyiş kabaca şu şekildeydi:  Kaynaktan hedef kitleye yönelik bir mesaj gönderilir. Hedef kitlenin bu mesaja tepki verme imkânı ya çok sınırlı ya da hiç yoktu. Sosyal medya herkesi hem kaynak hem de hedef kitle haline getirdi. Dolayısıyla etki-tepki dengesini sağladı. Klasik medya organları da bu duruma göre yeniden yapılanmaya gitti. Her yayın organının sosyal medya hesapları var artık. Artık yaptım oldu deyip geçemiyorlar. Karşıda çok dinamik bir kitle var. Onları dikkate almadan yayın yapmaları artık mümkün değil. Etkilerini son birkaç yıldır hep birlikte görüyoruz.

Tüm bunlarla birlikte dikkat çekmemiz gereken bir nokta daha var. Sosyal medya bir çığ gibi. Önüne kattığını alıp götürüyor. Bir kontrol mekanizmasına sahip değil. Her tür çarpıtmaya, dezenformasyona açık bir alan. Gezi olaylarında yaşananları, 17/25 Aralık kalkışmaları gibi kritik süreçlerde her tür kara propaganda, yalan, çarpıtma sosyal medya ve internet medyası üzerinden dolaşıma kolaylıkla sunulmuştu. Fuat Avni gibi uzun süre kim/ler tarafından kullanıldığı bile bilinmeyen bir hesap, hem haber hem de haber kaynağı oldu. Dolayısıyla televizyonların, gazetelerin buna kayıtsız kalmadığını gördük. Etkileşim çift yönlü. Fark şu ki, klasik medyadan bir haber, bir program marka değerine aykırı hareket edemez. Ama sosyal medya öyle değil. Doğru yanlış bir bilgi dolaşıma girer ve on dakika sonra o bilginin nereden çıktığını bilemezsiniz bile…

Bugün basın denildiğinde akla ilk gelen insanlara tesir ve siyasete yön verebilme kabiliyeti. Türkiye’de ise basın iktidarı tasdik yahut ret merci hâline gelmiş vaziyette. Türk medyasının bugünkü hâline baktığımızda topluma katkı sağlayacak müspet çalışmalar yapılabildiğini düşünüyor musunuz; medyanın bu vasfı yönetime ne gibi zararlar verir?
Türkiye’de medyanın ana aksı yüzünü hiçbir zaman millete, değerlerine, gelenek ve göreneklerine dönmedi. Politik düzlemde devleti halka karşı koruyan bir reflekse sahipti. Bürokratik vesayetin kaygılarıyla hareket ediyordu. Bu kaygı itikatta laik, amelde Kemalist şeklinde de formüle edilebilir. Yine bununla bağlantılı olarak kültürel düzlemde katı bir batıcılık tonu egemendi medyaya. Tam da burada kitle iletişim araçlarının bir görevinin de halkın beğeni seviyesini yükseltmek, ufuk vermek, düşünsel olarak bir seviye kazandırmak olduğunu hatırlatalım. Medya, bu ilkeyi, halkın değerlerini, inancını, gelenek ve göreneklerini aşağılayarak uyguladı. Çünkü örnek Avrupa ve ABD’ydi. Ve onlar bize hiç benzemiyordu. Bu nedenle de 28 Şubat sürecini hatırlayın, medya sokaklarda başörtüsü avına çıkıyor, cumaya giden öğrenciler gazete sayfalarını, bültenleri süsleyebiliyordu. Başörtülü bir bayanın öğretmen evinin bahçesinden geçişi günlerce gündemi meşgul edebiliyordu. Hükümet açıklama yapmak zorunda kalıyordu. Bu tür katı bir tavırdan artık söz edemeyiz. Ancak söz edemeyişimizin nedeni medyanın yanlışını görerek terk etmesi değil, iktidarın hassasiyeti eski alışkanlıkların zorunlu terkini getirdi. Peki, terk edilen tavrın yerini ne aldı? Asıl cevaplamamız gereken soru bu. Ve bu soru, maalesef çoğu kimseyi açığa düşürüyor. Çünkü eleştirilen medyanın olaylara bakış açısı, anlayışı ve dili mütedeyyin kesimlerin yönettiği medya organları tarafından aynen taklit edildi, ediliyor. Buradan hayır sadır olur mu, şahsen pek umutlu değilim.

Dünyanın dört bir tarafında, bilhassa Batı’da Türkiye’ye karşı bir kara propaganda kampanyası yürütülüyor. Dolayısıyla Batı basınını takip eden sıradan insanlar Türkiye hakkında yanlış bilgilere sahip. Bu operasyona karşılık verip, oluşturulan algının bir türlü kırılmama sebebi nedir? Türk basını niçin enerjisini bu yöne sarf etmiyor?
Son sorudan başlayalım. Türk medyasının bu konuda yapabileceği çok fazla bir şey yok. Çünkü İngilizce yayın yapan bir iki gazete ve televizyon haricinde basın yayın organlarının tamamının hedef kitlesi, doğal olarak bu ülkenin insanı. Oysa Türkiye karşıtı propagandanın hedefi bu ülkenin insanı değil. Buradan yapılan işlerin çoğu ‘kendin çal kendin oyna’ durumunu geçmeyecek. Diğer taraftan eğer bir kara propagandadan söz ediyorsak aslı astarı olmayan iddiaların gerçekmiş gibi sunulmasından da bahsediyoruz demektir. Şimdi onlar bize karşı kara propaganda yapıyor diye bizim de aynı yolu tercih etmemiz ne kadar doğru?

İşin içinde algı operasyonu var ve bunda medya bir araç. Yani mesele medyanın kampanyası değil. O kampanyanın neden yapıldığı. Konjonktür bunda belirgin sebeptir. Ama en önemli etken devletlerin politikasıdır. Almanya ile ilişkilerimiz kötü. Alman medyası genel anlamıyla bizi hedef alan yayınlar yapıyor. Hollanda hakeza. Ve diğer ülkelerin medya organları…
Nihai kertede medya açısından meseleye bakarsak sorgulanması gereken konu şu olmalı bana göre: Medya neden operasyon çekiyor? Çünkü operasyon çekmek medyanın varlık sebebine aykırı. Çünkü sözüm ona hiçbir gazeteci, medya çalışanı kendini kullandırtmadığı gibi, hiçbir medya kuruluşu da kendisini kullandırtmaz, araçsallaştırmaz. Bütün bunlar oluyorsa medya mitini yeni baştan oturup düşünmek zorundayız.

Cerablus ve el-Bab’da yürütülen başarılı operasyonlar esnasında ve sonrasında Türk basınının oradaki havadisleri, görüntüleri ve operasyonları dünyaya servis etmesi ve bölgeden sağlıklı haberler vermesi gerekmez miydi? Bizim ülkemizdeki haber ajanslarını bu bakımdan değerlendirir misiniz?
Dünyada haber ağına daha yeni yeni girmeye başlıyoruz. Düne kadar fazla uzağa gitmeden Irak, Suriye ve İran gibi burnumuzun dibinde bulunan ülkelerdeki gelişmeleri bile İngiliz, Fransız haber ajanslarından alıp haberleştiriyorduk. AP, AFP ve Reuters gibi ajansların tüketicisi durumundaydık. Onların bakış açısına göre haberleri alıp kullandık. Bakın Mart 2003’te ABD’nin işgalinden sonra Irak’ta iç çatışmalar yaşanmaya başlandı. Bir noktadan sonra şöyle haberler okumaya başladık. “Sünni camisine bomba”, “Şii camisine bomba” vs… Bu dil uluslararası ajansların diliydi. Ve bizde aynı ifadelerle haber yapmaktan kaçınmadık. Mezhep bilincinin ümmet bilincinin yerine, “Müslümanlar ancak kardeştirler” hükmünün yerine ikame edildiğinde biz gaflet uykusundaydık… Peygamber efendimizin isminin Mohammed olarak yazılması bile kimseyi rahatsız etmedi. Batı Yakası anlamında kullanılan Batı Şeria şu an Türkçe bir isim gibi… Tanımlayan belirleyicidir. Öznedir. Tanımlanan ise nesne… Yani “Bilgi güçtür” mottosu geçerlidir. Avrupa ve ABD bu bilinçle bilgi akışını kontrol etti, ediyor.

Son dönemde Türkiye’de de ciddi anlamda bir kıpırdama var. Anadolu Ajansı’nın, TRT’nin bu yönde attığı adımlar dikkate değer. İhmal edilmiş bir alanda ciddi işlere imza atıyorlar. Sorunlu tüm bölgelerde ekipleri var. Ve sürekli haber geçiyorlar. Ancak hala yolun başındayız, katedilmesi gereken daha çok mesafe var. 

15 Temmuz sonrasında toplumumuzun hadiselere bakışının değiştiğini görüyoruz. Türkiye, isteyerek yahut istemeyerek bir savaşın içerisinde. Bu kavgadan muzaffer çıkabilmemiz için hem devletin, hem de toplumun kültür sahasında inkişafı gerekmez mi?
Giovanni Papini’nin “Çıldırının Anaforunda” adlı bir kitabı var. Dünyanın en zengin ama hiçbir şeyden tatmin olmayan adamının hikâyesini anlatır. Her tür imkâna sahip ama tatminsiz. Tatmin olmak için ise türlü türlü şeyler yapar. Şiir fabrikası kurar mesela. Şairleri alır, ormanlık alanda, bir göl kenarında yaptırdığı güzel evlerde ağırlar. Her tür imkânı sağlar onlara. İstediği tek şey ise şiir yazmaları. Yanlış hatırlamıyorsam şayet bir yıl sonra dönüp yazılan şiirlere bakar. Ama bu uğraş da tatmin etmez kendisini. Şunu söylemek istiyorum. Laboratuvar koşullarında kültür geliştirilemez. Kültür hayatın doğal akışı içinde gelişen bir olgu. Mehmet Akif’i ortaya çıkaran koşulları düşünün. Necip Fazıl’ı, Sezai Karakoç’u, sağ ve sol kesimden çıkan şairlere bakın… Ama aynı seviyeyi sinemada yakalayamamışız. İyi filmler çekildi, çekiliyor ayrı mesele. Ama bir bütün olarak Türk sinemasından bahsedemiyoruz. Kültür teolojisi hiçbir milleti kültürlü yapmaz.

Şunu anlatmaya çalışıyorum: Kavgadan zaferle çıkmak için değil, hayatımızın bir parçası olduğu için kültürü önemsemeliyiz, sanatı önemsemeliyiz. Kültür; okulu açtık, kültürlü olduk veya olacağız diyeceğimiz bir şey değil. Şiir okulu açarak iyi şair yetiştiremezsiniz. Sinema okuluyla iyi sinema yapamayacağınız gibi. Aynı şey edebiyat için de müzik için de geçerlidir. Öncelikle ne iseniz o olacaksınız. Çocuk iyi kitap okuyorsa bırakacaksınız okuyacak. Müziğe meraklıysa bırakacaksınız o alanda kendini geliştirecek. Gerektiğinde yönlendireceksiniz, sonra bırakacaksınız. Su akar yatağını bulur.

15 Temmuz sonrası ortaya çıkan süreçte devletin bir ideale nispetle hareket etme zarureti kendisini iyiden iyiye gösterdi. Bugün devletimizin bir ideali var mı; hangi ideale nispetle hareket etmeli?
2023 hedefleri, 2071 hedefleri var. Fakat anladığım kadarıyla kastınız bu değil. Sadece şu kadarını söyleyeyim. Devletin bir ufku var. Buna bağlı bir ideali de var. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bireysel bir ideal gibi düşünmemek gerekir, yani kişisel olarak ‘ben artık şunu kendime hedef seçtim ve onun gerekliliklerini yerine getireceğim’ diyebilirsiniz ancak devlet işi böyle yürümez. Uluslararası arenada bir denge var. Siyasi ve ekonomik ilişkiler var. Bunların hepsi bir bağ. Bu bağları bir tarafa bırakıp şu ana kadar güneye gidiyordum bundan böyle yüzümü kuzeye döneceğim diyemiyorsunuz. En azından kısa vadede böyle bir idealin belirlenip ona göre hareket edilmesi zor. Orta ve uzun vadede ise elbette ki bir ideale sahip olmalı. İdeal İslam Tarihinden, Selçuklular’dan ve Osmanlı imparatorluğundan çıkarılır. Çocuk nasıl ki annesini babasını tamamlıyorsa bizler de ‘ata’larımızı tamamlamalıyız.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ediyorum.

Baran Dergisi 537. Sayı