Arap Dünyası’nda Osmanlı Araştırmaları Enstitüsü’nü ilk siz kurdunuz. Arap toplumunda İslâm’a hizmetlerinden ötürü Osmanlı’ya bir sevgi olduğunu biliyoruz; ama Osmanlı’ya, Türklere karşı menfi fikirler de filizlendi. Bu fikirlerin filizlenme sebepleri veya dayanak noktaları nedir?
Mısır Arap Dünyası’nın kalbi olduğu için buradan başlayalım; Mısır, Arap devletleri arasında ilk üniversite kuran devlettir. O zaman Mısır Batı’ya birçok öğrenci gönderdi, doktor olsunlar ve Mısır’da bir üniversite kurulabilsin diye… Bu öğrenciler de Cambridge, Oxford, Sorbonne üniversitelerinde doktora yaptılar, özellikle de İslâm Tarihi üzerine… Bugünden baktığımızda bu çok normal gözüküyor ancak o zamandan baktığımızda çok dehşettir; çünkü o üniversiteler o zaman birer küçük okuldu ve kiliseye bağlıydılar. Hristiyan vakıfları destek vere vere zamanla bu okulları büyüttüler ve bugünkü halini aldı bu okullar. Kilise ise Osmanlı’nın en radikal karşıtıydı, dersleri de bu kiliselerin papazları veriyordu. Bu papazlar da Arap talebelerine Osmanlı’nın ne kadar vahşi bir devlet olduğunu, Arapları senelerce sömürdüklerini, ailelerinden ayırdıklarını, Osmanlı’nın İslâm dinini kötüye kullandığını telkin ettiler. Sonra bu çocuklar Mısır’a döndüler ve ilk üniversite olan Kahire Üniversitesi kurulmuş oldu.
Peki, Osmanlı’ya karşı bu tarz bir suizannın oluşmasında Suudilerin, Vahhabilerin bir etkisi var mı sizce?
Vahhabilik ve Suudiler henüz o dönemlerde aktif değildi. Elbette ki olmuştur etkisi ancak daha sonraki dönemlerde diyebiliriz. Mısır üzerinden devam edecek olursak, ülkelerine geri dönen Batı eğitimli talebeler, makaleler yazdılar, konferanslar verdiler. Mesela Suudiler, Vahhabiler dediniz ama o zaman Kuveyt ve Suudi Arabistan’da üniversite kurmak için Mısırlı hocalardan faydalandılar, Osmanlı hakkındaki menfi fikirler de bu vesileyle Suudilere ve öteki Araplara intikal etti. Üniversitelerde Osmanlı aleyhtarı düşüncelerin kökü o dönemlere dayanıyor. Hatta bizim bir hocamız Fatih Sultan merhumdan bahsederken “Dünya tarihinde O’nun kadar kan döken bir hükümdar yoktur! Kanın renginde olan her şeyi görmekten hoşlanıyordu O.” derdi. II. Sultan Abdülhamid Han merhum hakkında neler telkin ettiler bize, söylemeye dilim varmıyor.
Üstad Necip Fazıl, “Uluhakan II. Abdülhamid Han” kitabında Abdülhamid hanın ne denli önemli bir şahsiyet olduğunu ortaya koyuyor. Necip Fazıl’ı sadece bir şair olarak mı değerlendirmek lazım; yoksa İslâm Dünyası’na yeni bir ruh, yeni bir fikir, yeni bir anlayış getiren bir mütefekkir olarak mı görmek lazım? Üstad niçin önemli?
Bir gün Riyad’a uluslararası bir konferansa katılmıştım. Orada Araplara Necip Fazıl’ı anlattım. Bir hayli etkilendiler bundan ve hatta konferansın neticesinde Üstad’ın külliyatını komple Arapça’ya çevirmeliyiz diye bir karar aldılar. Hatta bu konferansta da söyledim; Necip Fazıl, Şark dünyasında eşsiz bir mütefekkirdir. Üstad, kitaplarını Araplara tanıttığım zaman çok sevinirdi. Hatta MSP’nin olduğu dönemde bir gün kendisine dedim ki “Necib Bey ben sizi Arap gazetelerinde yazıyorum, tanıtıyorum. Sizi Milli Selamet Partisi şairi olarak tanıtayım mı?” bana bir kızdı “Neden böyle düşünüyorsun, ben bir partinin şairi değilim!” gibisinden serzenişte bulundu, kıyameti kopardı. Sonra bir gün Sabri Ülker Bey ve Üstad bana uğradılar, komşuyduk zaten. Sabri Ülker beyin arabasına bindik. Necip Fazıl Bey bana sordu “Ne yaptın? “Bir Adam Yaratmak”ı tercüme ettin mi?” Ben de “Hayır, tercüme etmiyorum” dedim. Bana biraz kızdı, ben de tercüme hakkında dedim ki “Üslubunuz biraz zordur, o nedenle tam olarak tercüme edemem.” Gerçi Üstad biliyordu çok iyi tercüme edebileceğimi, bir profesör bahsetti kendisine “Muhammed Harb, edebiyatınızı Arap dergilerinde çok güzel bir şekilde neşrediyor” diye. Başka bir zaman da Sabri Ülker Bey bana “İdeolocya Örgüsü” kitabı için şöyle demişti: “Muhammed Harb, bu kitabı Arapça’ya tercüme etmelisin.” Eğer bu kitabı Arapça’ya tercüme edebilseydim, Arap Dünyası’nda kıyamet kopardı. Bütün Müslüman mütefekkirlerinin eserleri içerisinde böyle kuvvetli bir kitap yoktur. Ancak ben Sabri Bey’e “bunu tercüme edemem” dedim. “Bir Adam Yaratmak”ı tercüme ederim evet, ama bu kitap çok ağır, tam olarak çeviremem” diye söyledim. Üstad çok geniş ufuklu birisi, İslâm Devleti’nin sistemini çok derinden biliyor ve yazıyor. Üstad’ın önemi de bundan mütevellit. Vaktim olmuş olsaydı “İdeolocya Örgüsü”nü tercüme ederdim… Şimdi sizin bana hediye ettiğiniz Mirzabeyoğlu’nun “Başyücelik Devleti”nin tercümanı iyi iş yapmış, güzel bir eseri tercüme etmiş, lakin tercüme bundan ibaret değildir ki… Tercümede o eserin ruhunu, özünü verebilmek lazım, Arapça bahsinde de dilimizin ayrı bir tatlılığı vardır, onu da verebilmek lazımdır.
Üstad’ın çilesini çekmiş olduğu bir fikir vardı. Bugün ise Müslümanların fert, cemiyet ve devlet planında İslâm’ı hayata tatbik edebilecek bir fikre ihtiyacı var; Üstad’ın çilesini çektiği fikir de buydu. Bugün Üstad’ın fikrini tatbik edebilmek için Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun ortaya koymuş olduğu İBDA fikriyatı dışında bir fikir yok elimizde. Büyük Doğu-İBDA var sadece Müslümanların elinde… Siz bir akademisyen olarak bu fikrin tatbiki hususunda neler söylemek istersiniz?
Necip Fazıl’ın fikirlerinin tatbiki bir devlet ister, bir devlet kurulsun ki Necip Fazıl’ın ideolocyası tatbik edilebilsin. Bu konuşmakla olmuyor tabiî…
Peki, bu devlet nasıl kurulacak?
Niye beni hapishaneye atmak istiyorsun? (Gülüyor) Gerçi yeni Türkiye’deyiz artık ama biliyorsunuz ben Mısır vatandaşıyım. Abdullah Gül Bey cumhurbaşkanı iken bana Türk vatandaşlığı verdi, ama ailem hâlâ Mısır’da. Düşünün, Necip Fazıl’ı tercüme ederken korkuyordum, bana veya aileme bir şeyler yaparlar diye. Allah’a şükür geçti, bir şey gelmedi başımıza. “Bir Adam Yaratmak” iki kere basıldı Arapça olarak, bunun dışında da Mısır’a gidince Sultan II. Abdülhamid Han’ın hatıratını tercüme ettim. Ben devletin bu kitabı yasaklayacağını bekliyordum ama yasaklamadılar. Kimse bilmiyordu, kimse okumuyordu fakat buna rağmen “Abdülhamid’in Hatıratı” on beş defa basıldı. Ben aslında tarihçiyim, ama Türk Edebiyatı’nı bana öğretenler Mustafa Miyasoğlu ve Ali Nar arkadaşlarım oldu.
II. Abdülhamid Han ile bu dönem arasında siyasî yönden bir benzerlik var mı?
O zaman tam mânâsıyla İslâm Devleti akıllarda vardır. Yani tohuma benzetebiliriz bu fikri o zaman. Aynı bugünlerde olan gibi, hilâfet meselesi vardı ama hâlâ doğmadı. Yani 1890’lardan bugüne yaklaşık yüz sene geçmiş ama bugün bu sancı hâlâ devam ediyor.
Peki, Müslümanlar Abdülhamid Han döneminden bugüne ne gibi dersler çıkarmalıdır sizce?
Çok dersler var… Başta şunu söylemeliyim ki; Batılı demek düşman demektir. Tabiî ki bu siyaseten böyle. O zamanlar da Avrupalılar çeşitli entrikalar çeviriyorlardı, şimdi de… Necip Fazıl’ın istediği devlet ne zaman ortaya çıkacak; Müslümanlar birlik oldukları vakit. Müslümanlar birlik oldu mu hem Abdülhamid’in siyaseti hem de Necip Fazıl’ın fikirleri kendiliğinden ortaya çıkıveriyor zaten.
O birliği hangi fikir çerçevesinde kuracağız biz?
Bu, cevaplaması çok zor olan bir sorudur. Bizde çeşitli mezhebler vardır, bu çok da normaldir. Ancak biz bunları şimdilik bir kenara bırakıp bazı genel hatlarla işbirliği yapalım, bu da bizim için kâfidir. Vahdet-i İslâmiyye de getirebilir meydana.” Yani bahsetmek istediğim meşrep farklarını bir kenara koyup Müslümanlık paydasında bir olmak.
Böyle bir birlikten bahsediyoruz ama İslâm Âlemi buna hazır mı?
İslâm Dünyası buna henüz hazır değildir. Hareketler vardır; Malezya’da olsun, Sudan’da olsun; ama bunlar belirli bir fikir hattında değildirler. Bir fikir ekseninde birlik ancak kongrelerle, tebadül-i ziyaretlerle olur. Mesela bazı muhterem hocalar Türkiye’ye geliyorlar, onlarla konuşuyorum. Konuştukları zaman Abdülhamid Han’a karşı çıkıyorlar, şaşırıyorum. Ancak konuşa konuşa Abdülhamid Han’ın kim olduğunu anlıyorlar. Abdülhamid Han turnusol kağıdı gibidir, bir adamın ona bakışından o adamın düşünce yapısını anlayabilirsiniz. Mesela Mısır’da Abdülhamid’e karşı çıkanlar ya sol ya komünist hiziplerdi, bunların yanına ırkçıları da ekleyebiliriz; sevenlerin ise hepsi Müslüman, ama hepsi de anlamaz ki onu. Bir misal verecek olursam benim babam II. Abdülhamid’i çok severdi, sabah akşam “Abdülhamid” derdi. Biz de “Yeter baba sabah akşam Abdülhamid diyorsun!” diye ona karşı çıkardık. Tüm bunların sebebi okulda aldığımız eğitimden kaynaklanıyordu tabiî. Hatta ilk çıkardığım küçük bir kitabım var, “Türk Fikir Edebiyatı” diye; bunun içinde Abdülhamid’e karşıydım. Buraya geldiğimde bazı arkadaşlardan Abdülhamid hakkında duyduklarım, arşivlere gidip yaptığım incelemeler, okuduğum kitaplardan sonra şaşırdım; meğerse Sultan II. Abdülhamid Han ne büyük bir adammış! Ama ne yazık ki bazı Müslümanlar bu İslâm Sultanını sevmiyorlar, kötülüyorlar. Yani Avrupa basınında Abdülhamid hakkında o kadar çok karalama kampanyası yürütülmüş ki oradan bile anlayabiliriz onun büyüklüğünü. 1975-76 senesinde bir gün Erenköy’de oturuyordum, bir komşum vardı ve onun misafiri gelmişti Güney Afrika’dan. Ama komşum yoktu evinde, o nedenle ben ağırladım bu misafiri. Misafirimiz bir hocaydı, yani münevver birisiydi, onunla biraz sohbet ettik, Ulu Hakan kitabının kapağını görünce dedi ki: “Allah rahmet eylesin, bu sultan büyük bir adamdı.” Bakın çok enteresan, bu muhterem insan bana dedi ki: “Şimdiye kadar biz camilerimizde Sultan Abdülhamid Han’a halife olarak dua ediyoruz.” Cuma hutbelerinde yani… Bu adam bunları bir münevver sıfatıyla söylüyor, yani Abdülhamid’i anlıyor.
Çok teşekkür ederiz.
Sağolun, ben de teşekkür ederim.

Baran Dergisi 467. Sayı