Yenisöz gazetesinin yayıncılıkta benimsediği ilkeleri ve yayıncılık politikasını özetleyebilir misiniz?
Yenisöz, gündem peşinde koşan değil, daha çok kendi gündemini oluşturmaya çalışan bir gazete ve üçüncü sayfa haberciliği, magazin, futbol gibi toplumu oyalayan ve toplumu ifsad eden alandan uzak, tabiri caiz ise entelektüel ve daha geniş bir çerçeveden bakabilen bir gazete. Söylem olarak İslâmcı söylemi şiar edinmiş diyebiliriz. Kimliğiyle, üslubuyla lisanına sahip çıkmaya çalışan, bir grubu değil de tüm Müslümanları kuşatmaya gayret eden bir gazete Yenisöz.
Sağlık haberlerinin yoğunluğunu görüyoruz, bunda herhalde sizin de tesiriniz olsa gerek?
Sağlık haberleri için bir aşırılıktan bahsedemeyiz, ama zaman zaman bu konulara da yöneliyoruz elbette. Lâkin tek gündem sağlık değil, biz de sayfaların ilkelerini ön plana çıkarmaya çalışıyoruz. Aslında bakarsanız sağlığı, sıhhati bozulmuş bir insanlık var, bu insanları da doğru yere kanalize edebilmek gazetenin sorumluluklarından biri…
Türk medyasının halini nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’de medya bir kimlik krizi yaşıyor, özellikle bir grup var ki Türkiye düşmanlığını görev edinmiş… Bunlardan kimisi İsrail merkezli, kimisi İngiliz destekli, kimisi de diğer Batı ülkelerine kapılanmış bir şekilde, Batı’nın sözcülüğünü yayın yapıyor. Bunlar Türkiye düşmanlığında sınır tanımıyorlar, aşırı cüretkârlar… Diğer gruplara göz atarsak; bir grup var ki kimliği yok, bir grup ise bülten yayıncılığı yapıyor, bir grup da kendine has bir kimlik edinerek özgün bir yayıncılık yapmaya devam ediyor. Bu grupların hepsinde olan bir şey var, o da Batılı gözüyle yayın yapmaları, Müslüman gözüyle yayın yapan yok denecek kadar az, bu da yeterli değil. Bu dediğim handikabı seçilen kelimelerden, seçilen konulardan, haberleri habercilik şehvetiyle hızlı bir şekilde geçip sonra başka haberlerle tevil etmelerden anlayabiliyoruz. Çünkü dünyada medyaya Batı hâkim, üç büyük ajans var dünyada ve bunların üçü de Siyonistlere ait… Dünyayı yönetenler, haberi yönetiyorlar; ya da haberi yönetenler dünyayı yönetiyorlar. Türkiye’de ise bu görülmüyor, haberi yönetebilmek için Batılı mahreçlerden uzak durmamız gerektiğini, uzak durunca da ülkeyi, hatta dünyayı yönetebileceğimiz anlaşılmıyor.
Bu dediğiniz aslında her alan için de geçerli. Biz Müslümanca düşünemiyoruz, hadiselere Batı’nın gözlüğüyle bakıyoruz…
Muhakkak böyle ama burada esas sorumluluk medyaya aittir. İlk önce medyanın bu mahreçten kurtulması, özgürlüğüne kavuşması lazım.
Siyâsî, içtimaî, sosyal vb… açılardan toplumumuzun ahvalini değerlendirecek olursak pek iç açıcı olmadığını görüyoruz… Sizin fikriniz nedir?
Toplumu tek başına değerlendirmek yanlış olur, toplum dünyadan bağımsız değildir, ancak içte toplumu yönlendiren dinamikler de vardır. Mesela yönetici kadro: siyasiler, şeyhler, yazar-çizer kadrosu vesaire… Bunlar ne kadar düzgün olursa toplum da o nisbette ileri gider. Türkiye’de lider kadronun hepsi iyiye gitmiyor ama genel manasıyla değerlendirirsek toplum iyiye gidiyor diyebilirim, bunu hepimiz de görebiliyoruz. Bir silkinme var, istenilen seviyede olmasa da toplum ve toplumun öncülerinde bir iyiye gitme söz konusudur. Türkiye’nin toplumsal olarak iyiye gitmesinin elbette ki zamanı var, çünkü yıkılan bir şeyi hemen yapamazsınız, onunla eş değer bir zaman geçmesi lazım. Türkiye için de bir 30-40 sene gibi zamandan bahsedebiliriz, kesin olarak düzelmenin, sıhhate kavuşmanın bahsedilebilmesi için yeni bir neslin ortaya çıkması gerekiyor.
Bu iyiye gidiş, devlet çapında nasıl bir tesir uyandırıyor?
Ülke birtakım konular dışında tabularını yıkmış durumda, kabuk değiştiriyor, eski yaralarını kaşımadan sarmaya çalışıyor. Kaşıdığı zaman toplumsal barış tehlikeye girebilir. Türkiye ise bu riske girmeden iyileşmeye çalışıyor, bana kalırsa doğru da yapıyor. Demin de söylediğim gibi; bir toplumun düzelmesi bir kişi ile olamaz, değişim için liderlerin değişmesi, dönüşmesi lazım. Bu konuda da Türkiye kabuğunu kırmış ve iyileşmeye devam ediyor. Ancak nihai iyileşme için zamana ihtiyacımız var. Bakınız Türkiye ekonomik, siyasi ve teknolojik anlamda epey bir yol kat etti, özellikle Türkiye’nin dış politika vizyonu hem ülkemize hem de coğrafyaya bir yenilik, canlılık kattı. Bunlar çok önemli gelişmeler şüphesiz.
Konu buraya kıvrılmışken, İslâm İşbirliği Teşkilatı Zirvesi’ni ve bu çerçevede yaşananları nasıl yorumluyorsunuz? Türkiye’nin dönem başkanlığı sizce neler kazandıracak coğrafyamıza?
Burada iki faktörden söz edebiliriz, bunlardan birincisi Tayyip Erdoğan faktörü… Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin ve bölgenin yeni bir iklime sürüklenmesi gerektiğinin farkında ve buna göre adımlar atıyor. Bir diğer faktör ise Suud… Suud ailesi her ne kadar dizginleri Batı’nın elinde olan bir aile olsa da 70’li yıllarda ailenin üretim hatası Kral Faysal, Batı’ya ambargo uyguladı, İsrail’e karşı çok sert tavır aldı, Amerikan Doları’na alternatif bir para birimi üretme girişiminde bulundu, bunun dışında da İslâm Konferansı Teşkilatı diye bir örgüt kurmaya çalıştı ve tüm bunları yaparken de canından oldu. 2005 yılında Suudî Arabistan’da bir değişim oldu, Batı yanlısı lider öldü, yerine Faysal’ın öz kardeşi Selman geldi. O da tıpkı abisi gibi mütedeyyin bir insan ve hem ülkesinin, hem bölge Müslümanları’nın aktif olması yönünde siyasi adımlar attı ve bu adımlar Türkiye’nin adımları ile örtüştü, aradaki buzları eritti ve bunun nihayetinde ise ciddi bir dayanışma gerçekleşti. Netice olarak da İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın 13. Zirvesi gerçekleşti. Bu zirve İslâm dünyasının yeni bir ruha bürünmesine, yeni bir kimlik kazanmasına vesile olacaktır. Hayli ciddi bir katılım vardı ve zirve kararları arasında İslâm dünyasının bağımsızlığını sağlayabilecek bir tahkim kararı çıktı ki bu İİT’nin kurulduğu tarihten bu yana alabildiği en ciddi, en ufuklu karardır. Çünkü aramızdaki ihtilafları yine bizim tayin ettiğimiz bir hakem ile gidereceğiz, Batı’dan kurtulacağız yani, bu da bir nevi bağımsızlık kararıdır. Mesela suçlu değişiminde kendi oluşturduğumuz polis teşkilatımızı kullanacağız ve Batı teşkilatlarından kurtulacağız, bu da önemli bir adım oldu. Bir de Batı’nın para birimi ile değil de kendi para birimlerimiz ile ticaret yapılmasına dair bir karar alındı. Bu dört temel karar da aslında Batı’ya meydan okumadır, Batı da bunu bir meydan okuma olarak algıladı, asıl savaş şimdi başlayacak. Asıl savaş şimdi başlıyor, Batı, topyekûn İslâm dünyasına saldıracak ve her saldırdığında İslâm dünyası da bir o kadar kenetlenecektir. Bu savaş İslâm’ın zaferi ile sonuçlanacaktır.
İran’a kınama kararları çıkarıldı ve politikaları eleştirildi. Bu yakın tarihimiz için önemli bir mesele. İran’ın tavrını nasıl gördünüz?
İran, sakindi; çünkü yalnız. Onu destekleyebilecek en fazla 3-5 ülke vardır, onlar da ya toplantıya katılmadı ya da alt seviyede temsil edildi. Coğrafyada da fazlasıyla yalnız. Nüfus yoğunluğu açısından %10’u geçmez. Dolayısıyla İran yalnızlığını gördü, İran’ın bu yalnızlığı sadece İran açısından değil, Rusya ve ABD açısından da doğru okunmalıdır. İkisi de son dönemde İran’a oynuyor. Bu sadece İran’ın değil, Batı ülkelerinin de yalnızlığına işaret eder.
İslâm ordusu dengeleri değiştirmeye başladı. Gelecek süreçte iktisadî ve siyasî bir entegrasyon süreci başlayabilir mi?
Bu zaman isteyen bir mesele… Ülkelerin kendi iç, bürokratik açmazları var. Bunların hiçbiri bir günde halledilemez. Bu zaman doğru kullanılabilirse, yani Türkiye ve Suudi Arabistan’ın yanına birkaç ülke daha bir değişim gerçekleştirebilirse mümkündür. Bilhassa Mısır’ın bu eksene eklenmesi durumunda oluşacak üçgen İslâm dünyasının sırtının yere getirilememesi anlamına gelir. Türkiye’ye son on yıldır, Suudî Arabistan’a birkaç yıldır yapılan saldırıların temel sebebi budur. Bugün İslâm işbirliği teşkilâtında Mısır’ın sivil bir iktidarı da olsaydı, işin rengi çok daha farklı olurdu, orada da darbe yaptılar. Fakat kılıç kınından çıkmıştır.
Gelecek süreçte Mısır bu eksene eklenecektir ki bu yönde de sinyaller var.
Tabiî ki barışacaklardır, buna mecburlar. Bu barış hem darbe mağduru İhvan çizgisinin rahatlamasına yol açacak, hem de Mısır iktisadî ve siyasî olarak bunalmış durumda. Artık Batı da yeterince Mısır’ın yanında değil. İki çıkış yolu var Mısır’ın; Suudî Arabistan ve Türkiye. Bu ikisiyle iyi geçinemezse, Mısır’ın geleceği olmaz. Mısır topraklarını Suudî Arabistan’a ihale ederek aslında bir çıkış aradığını gösteriyor. Türkiye ile Suudî Arabistan üzerinden yol bulma girişimleri de Mısır’ın çaresizliğinin göstergesidir. Önümüzdeki 1-2 yıl içerisinde Mısır-Türkiye ilişkilerinin değişeceğini ümit ediyorum. Bu sayede de hapishanedeki darbe mağdurları da hürriyetlerine birtakım pazarlıklar sonucunda kavuşmuş olacak. Burada en kötü durumda olan İsrail; üç güçlü ülkenin arasına sıkışmış ve İslâm Ordusu gibi 36 ülkenin asker verdiği coğrafyanın içerisinde. Türkiye ve Suudî Arabistan’ın fikir babalığını yaptığı güç, NATO’ya alternatif tek güçtür. Eğer bu güç iyi organize edilirse Avrupa’nın, Çin’in, Rusya’nın, Amerika’nın ve İsrail’in korkulu rüyası olur.
Türkiye ile Suudî Arabistan yakınlaşmaya başlayıp Suriye’ye kara harekâtı sinyalleri verdiğinde, İsrail direkt olarak bir açıklama yaptı “biz de bu harekâtta yanınızda yer alabiliriz” diye. Bu da içeriye sızma teşebbüsü ve içeriden çürütme hamlesi gibiydi.
Çürütmek için başka yollar da seyredebilirler. Ama bu eskisi kadar kolay değil. Siyasî iradeler güçlü olduğu ve istihbarat ağlarınız verimli çalıştığı müddetçe Batı ve İsrail eskisi kadar rahat hareket edemez. Bunu görmek lazım. İsrail’in burada iki temel hedefi var; kazanan tarafla olmak istiyor ve onun için yapıyor bunu. Kim bu coğrafyada kalıcıysa, kazanan o olacak; İsrail bunu biliyor. Rusya ve Amerika bu coğrafyada kalıcı değil, diğerleri hiç değil… Müslümanlar yüzyıl önce vurulan narkozdan neredeyse uyandılar. Şimdi o narkozun etkisiyle bir sendeleme ve ayakları sağlam basamama sorunları olabilir. Ama o eski rehavet dönemi çoktan geçti. Şimdi adım atma vakti. Diğerleri de bu adımların kimler tarafından, nasıl atıldığını görüyorlar. İsrail bu sebepten, kendilerini kazanan tarafta tutmak istiyorlar. Bu hamleler doğal. Şunu da ekleyelim; bu coğrafyada işlerin böyle iyiye gitmediğini söyleyenler çıkacaktır, doğrudur, ben çok iyimserim; çünkü ümitliyim. Yeni asır, İslâm’ın asrıdır. Her ne kadar Müslümanlar bunu hak edecek çok şey yapmadılarsa bile, Allah’ın takdirinin önünde hiçbir güç duramaz. Müslümanlar çok hak etmese de, Allah’ın takdiri o yöndeyse, o olur… Öyle de oluyor. İslâm hiçbir zaman zillet için doğmaz, ama Müslümanların zilleti haşa İslâm’ın zilletiymiş gibi görülebilir. Allah bunu murat etmez ve buna rıza göstermez. Müslümanlar hak etse de, hak etmese de o coğrafyadaki mazlumlar ve emanetlerin hatırına Cenab-ı Hakk bizi kurtarır.
Müslümanlar olarak dünyevîleşmekten nasıl kurtulacağız peki?
Batmadan çıkmak yoktur. Şimdi boğazımıza kadar batmış vaziyetteyiz. Önce nefessiz kalacağız, sonra geri geleceğiz. Şu anda batma aşamasındayız. Dünyevîleşme, Müslümanların son otuz yılının problemi. Bazıları yeni-yeni dünyevîleşmeye başladı. Bu dünyevîleşme bir tavan yapacak ve yeni nesil görecek ki, “bu işler böyle olmuyormuş”. Herkes yeniden hakkı savunmak zorunda kalacak. Başka çıkış yok.
Bugün herkeste, özellikle de “İslâmcılar”da gördüğümüz en temel problemlerden biri Liberalizmin her şeyi metalaştıran görüşüne kapılmış olması. Birebir ilişkilerde bile böyle; insanlar her yerde bir çıkar, maddî ve menfaat kaygısı içerisinde. Durum gerçekten kötü.
Sonradan görmüşlük diye bir tabir vardır Anadolu’da. Şu anda yaşanan bu. Parayla mutluluk içerisinden varlığın içine düştüğünüz zaman, yolunuzu şaşırırsınız. Bu süreci aşmak için de ilacımız zaman olacak. Türkiye’de acı olan şu; kendini “İslâmcı” olarak tanımlayanların önemli bir kısmı namaz kılmıyorlar. Çoğu tembel ve okudukları 3-5 kitapla dünyayı kurtarmaya  çalışan tipler. Ve yine birçoğu Batı dünyasının kullandığı tehlikeli araçları önemsemeyen bir kitledir. Batı’nın fendine de aşıktırlar bunlar. Herkes için aynı şeyi söylemiyoruz ama önemli ölçüde “İslâmcı”lar böyle. Bu kitle de miladını dolduruyor. Bunlar her ne kadar bugün Abduh ve Afgani geleğinden geldiğini söylemeseler bile Abduh ve Afgani geleneğinden gelmişler. Bu çizgideler, bunun da farkında olmayan kendini “İslâmcı” sanan bir kitlemiz var. Bu kitle her şeye önemli ölçüde muhalifler. Mevcut iktidara muhalifler mesela. Doğu-Batı tanımazlar, teknoloji ya da ilmî alanda da çok zayıflar. Bir taraftan da diploma ve akademisyenlik hastalığı… Aslında problem Batı falan değil; problem “İslâmcı”larda. Siyasî vizyonu olduğunu zanneden kitlenin problemi, tam olarak kendisi. Bunu da aşacağız. Aşılmayacak problem yok. Ölümden başka her şeyin çaresi var. Sonradan görmelik, kompleks ve Batı karşısındaki zaaflarımızın hepsinden kurtulacağız. Her ne kadar toplumun geneli ve yeni neslinden ümitsizsem de şöyle bir şey var; o ümitsizliktir, aslında ümit olan… Ümitsizlik nerede tavan yaptıysa, orada bir çıkış yaşanacak. Özellikle 1980 sonrası nesilden aşırı derece ümitsizim, ama benim de ümidim bu ümitsizliktir.
Temel problemler de burada herhalde; “Afgani ve Abduh çizgisinde olduklarını kabul etmiyorlar” dediniz. O kadar çok sirayet etmiş ki insanlara; Fatih’e gidiyorsunuz mesela o çizgide olduklarını kabul ediyor adamlar. Bu daha büyük tehlike aslında.
İster kabul ederek, ister kabul etmeyerek yapsınlar. O devir bitti. Batı hayranlığıyla yol alınamayacağını gördük, bu bitti. Batı’nın ahlâkına da, Batı’nın hukukuna da, Batı’nın serkeşliğine de, Batı’nın felsefesine de ihtiyacımız yok. Kurtuluş reçetesi ve tedavi araçları bizim elimizde zaten var. Biz Kur’an ve sünnete sarılarak Allah Resulü’nün,  Ashab-ı Kiram’ın, Emevilerin, Abbasilerin, Selçukluların, Osmanlıların izinden giderek bunu halledeceğiz. Emevilerin ve Abbasilerin yanlışlıkları olabilir ama iyi yönlerini almak lazım. Altın Çağ Abbasi çağıdır. Hadis’in ve Kur’an’ın dercedildiği çağ ise Emevi çağıdır. Şimdi biz onların yanlış olan uygulamalarını reddederiz ve iyi olan uygulamalarını alırız.
İyi olan Batı’daysa onu da alırız.
Muhakkak öyle, ama unutmayın Batı iyisine de kendi ruhunu üfler.
Birebir taklitten bahsetmiyorum.
İnsanların ortak ve mümkün olan bilgi kaynaklarının Doğu-Batı’sı olmaz. İnsanlar her yerden istifade eder, başta Müslümanlar. Bunun da hakkını teslim etmek lazım. Batılı yaptıysa bunu ona da hakkını teslim etmek gerek, ancak öyle başarılı olunabilir. Yoksa Batılıların yaptığı gibi, hakkı reddederek giderseniz bir noktaya kadar… İnsanları aldatabilirsiniz, ama gerçek bir gün karşınıza öyle bir çıkar ki bütün foyanız bir anda ortaya çıkabilir. Müslümanların bugün buna ihtiyacı yok. Doğu-Batı-Çin kim yaparsa yapsın, hakkı teslim etmek lazım. Ama ben şunu söylemek istiyorum, biz bunların ürettiği değersizlikler üzerinden yol alamayacağımızı görmeye devam ediyoruz, daha da göreceğiz. İşte o zaman bizi Batı geleneğine sürükleyen kişilerin, aslında bizi bir yere götürmeyeceğini göreceğiz. İçimizdeki çürüklerin iyi yönlerini de almalıyız, bunda bir sakınca yok.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bugün acı, kan, gözyaşı, gelir dağılımındaki dengesizlik, siyasî baskılar vesair gibi birçok problemin Müslüman coğrafyasında olduğunu görüyoruz. Eğer bu coğrafya müreffeh bir coğrafya olsaydı, hakikat burada olmazdı. Nerede mazlum varsa orada hakikat vardır. Peygamber efendimizin ve sahabilerin hayatının hiçbir dönemi hep mutlukla sürmemiş. Her zaman huzurlu bir gün geçirmemişler… Eğer biz aşırı derece huzur içerisindeysek, bu bir şeylerin yanlış gittiğini gösterir. Şu anda şeytan aramızda dolaşıyor. Zaten şeytanın Batı’da ne işi olacak ki, çoğu şeytanlaşmış. Bu hakikatin peşinde olduğumuzun göstergesidir. Batı’nın bizimle derdi olduğunun göstergesidir. Bu insanlığı kurtaracak tohumun burada olduğunun göstergesidir. Kan, terör, acılara bakarak kimse Müslümanları suçlamamaları. Evet, Müslümanlar zaaf ve sıkıntılar içerisindeler. Ama son 200 yıldır tüm dünya bu coğrafyanın üzerine abanıyor. Kolay değil alttan kalkmak. Biz bütün bunlara rağmen kalkmayı da beceriyoruz açıkçası. Myanmar’da, Endonezya’da, Filipinlerde, Tayland’da, Çin’de, Rusya’da, Avrupa’da, Afrika’da, Amerika’da ve Müslüman Coğrafya dediğimiz kendi bölgemizde direnenler hep Müslümanlar… Türkiye’de bununla direniyordu. Türkiye son on beş yılda takdire şayan bir yol aldı. Daha on sekiz yıl önce, 28 Şubatları yaşamış, birçok insan zulme maruz kalmıştı. Bu süreçler önemli ölçüde atlatıldı, içeride ölüme ve yalnızlığa hapsedilip, unutulmuş insanlar hatırlanıyor artık. Bu süreçten geçtik ve geçiyoruz. Müebbede mahkum edilmiş adamların aklandığı bir süreçten geçmek ışığın gözüktüğünün alametidir.
Sağ olun, teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim, kolay gelsin.
         
Baran Dergisi 484. Sayı