Son günlerde yaşanan siyanürle intihar vakalarının ardından “intihar”, memleketimizin en çok konuşulan meselelerinden biri hâline geldi. Kimi bu hadiseleri ekonomik veriler üzerinden hükümete yüklenme aracı olarak kullanmaya ve intihar güzellemesi yapmaya başladı; kimi de bu vakaların birer organizasyon olduğunu dile getirdi. Kimse meselelerin künhüne inmeye yanaşmadı. 

Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nden aktarır Üstad Necip Fazıl; “İnan da istersen bir odun parçasına inan!” İnanmak, insanın hayata tutunmasını temin edecek yegâne şeydir. Hiçbir şeye inanmayan, hayata geliş vazifesinin idrakinde olmayan insan için dünya bir imtihan sahasından ziyade öyle veya böyle içinden çıkılması gereken bir yerdir. İntihar vakaları üzerinden hükümet tenkit edilecekse, bu ekonomik verilere dayanarak değil, inançlı nesiller yetiştirememesi çerçevesinde yapılabilir. 

Son günlerde yaşanan intihar vakalarını yukarıda sözünü ettiğimiz bağlamda Melikşah Sezen ile konuştuk.

Son günlerde şahit olduğumuz intihar vakalarından hareketle “intihar meselesi” üzerine konuşmak istiyoruz. Bu konunun birçok uzantısı olduğu malûm; fakat bir “Müslüman’ın intihar etmesi” meselesine nasıl bakılmalıdır? 
Yaşanan hadiseler hepimizi derinden üzüyor ve böyle elim hadiselere şahit olmak bizleri pek çok konu hakkında tefekküre sevk ediyor. İntihar hadisesi gerçekten son derece hassas, aynı zamanda geniş ve girift bir konu. Bir kimseyi intihara sürükleyen şartlar üzerine konuşmak psikolojik, ictimaî, iktisadî, dinî, ahlâkî vesair birçok konuyla doğrudan yahud dolaylı bir ilişki içerisinde ve bu konunun kalıcı bir şekilde çözüme kavuşturulabilmesi için temas ettiğim her bir şubenin ayrı ayrı ele alınması, tetkik edilmesi gerekmektedir. Fakat bir gerçek olarak karşımızda duran intihar vakalarının dinimiz açısından anlamı, böyle bir yolun ahiret dünyasındaki karşılığı gibi konular ise bizi daha farklı bir şekilde ilgilendirmekte ve düşündürmektedir. Lakin bu sorulara da sabit bir cevap vermek o kadar kolay değildir. Çünkü intihar hadiselerine götüren sebepler, intihar eden kişinin eğitimi, ruhî, tıbbî vesair durumu, söyleyeceğimiz sözleri şekillendirecek ve değiştirecek önemi haizdir. 

Biz konumuza şöyle başlayalım: Dinimiz intiharı bir çözüm yolu olarak görmeyi, intihar etmeyi yasaklamıştır. Fakat sadece bu cümleyi söylemek bir çözüm değildir. Bunun öncesinde Müslüman’ın bazı dinî esasları doğru bir şekilde öğrenmesi ve kendisini bu hakikatlerle anlamlandırması gerekmektedir. Bizler bu dünyaya kendi iradelerimiz ile gelmedik. Bu dünyaya gelişimiz bir hikmete mebni... Bir yaratıcının var olduğunu, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Allah’ın nebisi ve Kur’ân-ı Kerim’in Allah Teâlâ’nın kelâmı olduğunu kabul eden her insan, hayatı anlamlandırırken bu kaynaklara dayanmak ve kendi anlayışını doğru bir şekilde inşa etmek mükellefiyeti altındadır. Bu kaynaklar bize dünyanın bir imtihan sahası olduğunu, bizlere bu imtihana tâbi tutulmak üzere belli bir ömrün verildiğini ve hayatın her anında muhtelif vesilelerle imtihan olunacağımızı bildirmektedir. Dolayısıyla bu hayatta her insanın hemen her an bir imtihandan geçtiği bilinmelidir. 

Bizler bu dünyaya gelirken irademizle gelmediğimiz gibi imtihan olurken de neyden imtihan olacağımızı kendi irademizle seçmiyoruz. Böyle bir seçimin imtihanı abes hâle getireceği aşikârdır. Cenab-ı Hakk her kulunu zaman zaman hafif, zaman zaman daha zorlu imtihanlara tâbi tutmakta ve tabiri caizse hayat sınavını ve bu sorulara verilen cevapları kaydetmektedir. Bu dünyada “niçin” var olduğunu doğru bir şekilde anlamlandırmamış birisinin, karşısına çıkan zorluklarla nasıl mücadele edeceğini belirleyememesi ne yazık ki kaçınılmaz olmaktadır. 

Bu dünyaya imtihan için geldik; fakat bunu biz belirlemedik, nelerden imtihan olacağımızı da biz belirlemiyoruz. Bu kısımlar anlaşıldı; lakin bir kısım insanların çok daha rahat bir hayatı varken bazı insanların imtihanları daha çetin oluyor. Peki burada bir adaletin varlığından bahsetmemiz mümkün mü?
İmtihan dünyasında olan bizlerin hangi sorulardan imtihan olacağımızı seçemememiz ve üstüne üstlük bir de diğer insanların sınav sorularını görmemiz bizleri böyle bir düşünceye sevk edebilir, buna hak veriyorum. Bu düşüncenin bizi hatalı bir kanaate sevk etmesinin önüne geçmemiz için Allah Teâlâ’nın; yani daha doğrusu ilâhlığın ne demek olduğuna dair bazı temel esasları konuşmamız gerekmektedir. 

İnsanların bu dünyada birbirleri ile ilişkilerinde üç türlü yol mevcuttur; zulüm, adalet ve lütuf. Allah Teâlâ’nın insanlarla olan ilişkisinde ise sadece iki yol bulunmaktadır; adalet ve lütuf. Bunu bizzat Cenab-ı Hakk kendisi haber vermektedir. Kur’ân-ı Kerim’de, O’nun kullarına zulmetmeyeceği birçok kere tekrar edilmektedir. Dolayısıyla bizlerin şunu peşinen bilmesi ve kabul etmesi gerekir ki; “Bu dünyada başıma gelen şeyler, zorluklar, benim kendi tercihlerimin, kararlarımın bir karşılığı çünkü ben hak ettiğim hâlde Allah’ın bana hak ettiğim bir şeyi vermemesi, bunun altında kalan daha kötü bir şeyi vermesi imkânsız.” Bunu belirttiğim üzere bizzat O’nun beyanıyla öğreniyor ve biliyoruz. Bu bilgimize ilâve olarak şu ilkeyi de bilmemiz ve zihnimize oturtmamız gerekmektedir: “Allah kimseye kaldıramayacağı şeyi yüklemez.” Bu ilke, ilk ilkenin tamamlayıcısıdır. Bir kimseye kaldıramayacağı bir yük yüklemek zulüm olacağı için Allah böyle bir şey yapmayacağını hem kullarına zulmetmeyeceğini bildirerek hem de kaldıramayacağı bir yükü yüklemeyeceğini ayrıca vurgulayarak kullarına müjdelemiştir. 

Bu iki ilkenin ışığında bazı meseleleri daha rahat anlamamız mümkün hâle gelmektedir. Bu dünyada imtihan için bulunan insanların daima bir imtihana tâbi tutulması yaratılış sebebinin bir gereği, bunun abes hâle gelmemesi ise neyden imtihan olacağımızı bizim belirlemememizle mümkün. Fakat biz başıma gelen herhangi bir imtihanın -ister zorlu ister hafif- bizim kaldıramayacağımız bir şey olmadığını biliyoruz yahud bilmeliyiz. Bu noktada şeytan vazifesini yapıyor, biz imtihan ile meşgulken bize bunun ne kadar zor olduğu, bizim gücümüz ve kudretimizin üstünde bir şey olduğu, çaresiz ve çözümsüz olduğu gibi menfî telkinlerde bulunuyor. Zaten mesele tam da burada başlıyor. Bir kul, yaratıcısını ve O’nun kelâmını bilmekten mahrum olup, bu imtihan dünyasında yalnız başına hareket etmeye çalışırsa şeytanın vesvesesine mukavemet gösterme gücünden ve desteğinden mahrum olmuş oluyor. Pek tabiî bu durumda da bu telkinlere hak verip karşılaştığı zorluğun aşılamaz, çözülemez, giderilemez olduğuna kanaat getiriyor. 

Bu izahtan adalet meselesine geçiş yapabiliriz. Bu dünyaya gelirken hepimiz farklı meziyetlere, yeteneklere, potansiyele sahip fıtratlarla yaratılıyoruz. Söz konusu durum bizim birbirimize muhtaç olmamız, ilişki içerisinde olmamız, yardımlaşmamız vesair hususlar için zaruri olduğu gibi aynı zamanda imtihanın gerçekleşebilmesi için elzemdir. Her birimizin farklı yeteneklere, zekaya, meziyetlere ve imkânlara malik olduğu bu dünyada herkesin aynı imtihana tâbi tutulmasını beklemenin son derece hatalı olacağı sabittir. Hatta böyle bir şeyin vaki olması durumunun bir zulüm olacağı muhakkaktır. Allah Teâlâ yarattığı her kulun maddî-manevî bütün olanaklarını, gücünü, seviyesini en iyi bilen olduğu için her kulun imtihanını da kişiye ve bu yetkinliklerine özel hâle getirmiştir. Dolayısıyla biz bir başkasının imtihanına bakıp, onu kendimize kolay gördüğümüz için “Keşke bende böyle/bundan imtihan edilseydim.” diyebiliriz. Bu insanî bir tavır ve kolaycılığa kaçış. Zaten bu yüzden imtihanlarımızı kendimiz belirlemiyoruz. Mesela bir kişi maddiyatla ilişki açısından başarılı olabilir; yani paraya tamah etmeyen, elinde olanı bölüşen, dağıtan ve bundan keyif alan bir fıtrata sahip olabilir. Allah bu kimseye büyük bir malî imkân vermemiş ve kendisini mesela sağlık hususunda imtihan etmiş de olabilir. Bu kimse sağlık problemi olmayan eli sıkı bir zengin gördüğünde “Keşke ben de sağlıktan değil de varlıktan imtihan edilseydim.” diye düşünecektir. Hâlbuki zaten bu konuda yeteneği, potansiyeli, temayülü olduğu için başarılı olacağı sabit bir konuda imtihan edilmesi aslında imtihan edilmemesi demek olacaktır. Bunun tam tersi de söz konusu olabilir. Yani zengin ama sağlık problemi olan bir kişi daha sade bir hayata sahip hatta maddî zorluklar çeken; fakat sağlıklı bir kimseyi görünce “Keşke ben de fakirlikten imtihan edilseydim.” diye düşünebilir. Nihayetinde biz biliyoruz ki; Allah bu dünyadaki imtihanları hem kullarının yetkinliklerini dikkate alarak hem de kimseye zulmetmeyecek şekilde takdir buyurmaktadır. 

Bu anlatılanlardan hareketle her imtihanın kaldırılabilir düzeyde olduğunu ve çözümsüz bir imtihanın bulunmadığını mı anlamalıyız?
Evet. Allah Teâlâ kendi buyruğunda bizlere her zorlukla beraber bir kolaylık yolunun mevcut olduğunu, hastaların şifa aramasını, dertlilerin deva aramasını, öte yandan hem kavlî hem de fiilî olarak Cenab-ı Hakk’a dua etmeleri gerektirdiğini bildirmiştir. Kolaylığın mevcut olduğunu, dualara icabet edeceğini bildiren ve müjdeleyen de O’dur. Her ne kadar bunlar belli şartlara bağlanmış olsa da ölüm dışında Allah’ın şifasız, çözümsüz bıraktığı hiçbir şey mevcut değildir. Bütün güç ve kudret ancak Allah’ındır. Fakat zihnimizin ve kalbimizin ne yazık ki pek çok bâtıl ile zedelendiği bir hengamede, Allah’a olan güvenimiz doktora olan güvenimizden aşağıda kalmaktadır. Hâlbuki hem doktora hem de Allah’a güvenmemiz; fakat aslen ve daima Allah’a güvenmemiz gerektiğini tereddütsüz bir şekilde kalplerimize yerleştirmeliyiz. Bugün intihar eden insanların karşılaştığı sorunların gerçekten çözümsüz olduğunu söyleyebilir miyiz? Aynı badireleri yaşayıp, bunları aşabilmiş insanlar yok mudur? Elbette vardır; fakat üzerinde durduğumuz konularda bilgi boşluğu bulunduğu için çıkış yolu bulmakta zorlanıyor ve hata ediyoruz. Bu da bizim ebedî saadetimize mâni oluyor ve hatta ebedî felakete kalb ediyor (dönüşüyor). 

Sormak istediğim bir konuya son cümlenizle temas etmiş oldunuz. İntihar eden kimse ebedî cehennemlik midir? Allah kul hakkı dışında her günahı bağışlayabileceğini bildiriyor, bu günahı bağışlaması mümkün müdür?
İntihar, Cenab-ı Hakk’ın yasakladığı büyük bir günahtır. Fakat bir kimsenin ebedî olarak cehenneme gideceğini söylememiz için o kimsenin kâfir olduğunun sabit olması gerekir. Naslarda intihar eden kişilerin “ebedî olan cehenneme” gideceği yahud “azab göreceği” söylenir; fakat cehennemde ebedî kalacağı ihtilaflıdır. Lafızlar üzerindeki tartışma kadar intihar eden kişinin kendi durumu da bu noktada farklı hükümlerin verilmesine sebebiyet vermektedir. Mesela Allah Teâlâ’nın temas ettiğimiz buyruklarını bilen ve buna rağmen böyle bir cürmü işleyen kişiyle bunlardan bîhaber kimsenin aynı durumda olduğunu söylememiz -cehaletin mazeret olup olmadığı bağlamındaki ihtilafa dayanarak- çok zordur. Nasıl ki dünyada imtihan kişinin yetkinliğini dikkate alarak takdir buyurulur dedik, aynı şekilde fiillerimize karşı mukabele de böyle bir hususiliği bünyesinde barındırmaktadır. Mesela cinnet denilen şuurun işlevsiz hâle geldiği bir anda yapılan bir fiilin herhangi bir kişiye günah olarak yazılmayacağı malûmdur. Fakat bunu tespit etmek; yani intihar eden kişinin gerçekten şuursuzca mı yoksa belli bir çaresizlik, kızgınlık vesair bir hâl ile mi bu işe yöneldiği insanî sınırların ötesindedir. Bunu belirleyebilecek olan ancak Allah Teâlâ’dır.

Bu itibarla intiharı, cehenneme girmeden cennete gidemeyecek kadar büyük bir günah işlemiş olmak ve cehennem azabını kendisi için zorunlu hâle getirmek gibi anlamak daha makuldür. Zaten dikkat buyrulursa Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinde kişinin ebedî azabından ziyade nasıl intihar ederse ona aynı şekilde bir azabın uğrayacağından bahsedilmektedir. Lakin bu cümlelerimiz intiharın ne denli büyük bir afet ve günah olduğunu hafifletmez. Böyle bir düşünceye meyletmek, cehennemi hafife almak demektir ki işte bunun küfür olmasından ve ebedî azabı gerektirmesinden korkulur.

Belki üzerinde durduğumuz bağlamda şuna da temas etmemiz faydalı olacaktır. Eğer Müslümanların içinde bulunduğu bir savaş yahud savunma söz konusu ise ve müdafaa için başka bir çıkış yolu kalmadı yahud eldeki imkânlar tek bu yolu makûl kılıyorsa bir Müslüman’ın böyle bir anda kendisinin öleceğini bilerek bir saldırı gerçekleştirmesi intihar olarak değil, şehadet olarak nitelendirilir. Çünkü bir savaşa en ön safta katılan kişi de bu vazifesinin ölümle sonuçlanacağını bilir ve bunu şehadet için, din ve ümmetin selâmeti için tereddütsüzce yapar. Ama bu karar şartların gerçekten bu noktaya muhtaç bıraktığı bir an için makul ve meşrudur; yoksa başka meşru ve makul çözüm olanaklarının bulunduğu bir vakitte böyle bir yola tevessül etmek intihar hükmüne girecektir.

Son olarak, intihar vakalarının önüne nasıl geçilebilir, bu konuda bir şey yapmak mümkün müdür?
İntihar vakalarının önüne geçmek tek bir durumu düzeltmekle gerçekleşebilecek bir iş değildir. Çünkü konuşmamızın başında temas ettiğimiz üzere meselenin ruhî, ictimaî, iktisadî, dinî vesair birçok uzantısı bulunmaktadır. Dolayısıyla kişileri intihara sevk eden tüm sorunlar bertaraf edilmeden mutlak mânâda bir çözümden bahsetmek mümkün görünmemektedir. Tabiî belki bu duruma tasavvufun toplum içerisindeki yeri ve önemi üzerinden temas etmemiz mümkündür. Çünkü konuşmamızın birçok yerinde bir kulun Allah hakkında bilmesi ve öğrenmesi gereken bazı temel bilgiler olduğuna atıf yaptık. Herhangi bir dinî eğitim imkânına sahip olmamız, kendi ailesi ile meşgul, evinden işine, işinden evine mütevazi hayatlar yaşayan insanlara ulaşan yegâne kanal olan hakiki tasavvufî müesseselerin hayatî fonksiyonu belki bu noktada müşahhas hâle gelmektedir. Çünkü ilim insanlarının bu insanlarla buluşması son derece zordur. Fakat toplumu irşad etme vazifesini gönüllü olarak üstlenen insanların muhtelif coğrafyalara dağılarak asgarî bir itikadî, amelî, ahlâkî seviye oluşturmaları, toplumun dinî ihtiyacını karşılamanın ne derece ehemmiyetli olduğunu hissettirmektedir. Bu müesseselerin aslî hâli ile varlığını sürdürmesi ve hizmet vermesinin, intihar gibi elim hadiselerin en azından ruhî, dinî, ahlâkî sebeplerini ortadan kaldıran bir fonksiyon icra ettiği ve edeceği muhakkaktır. Öte yandan bu müesseselerin iktisadî ve içtimaî irtibatı, yardımlaşması, sosyalleşmesinin de diğer sebeplere müspet katkılar sunacağı sabittir. 

İntihar konusu hakkında söylenilecek daha çok şey olmakla birlikte bu konunun ancak müstakil bir kitap hacminde ele alınabilir nitelikte olduğunu itiraf etmeliyim. Böylesi hayatî bir meseleye temas ettiğiniz için teşekkür ediyorum. 

Biz teşekkür ederiz.
Rica ederim, iyi çalışmalar.


Baran Dergisi 672. Sayı