İsmail Erbacak Kimdir?
1955 Isparta doğumlu olan İsmail Erbacak, İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü (1977) ve Riyad Arap Dili Enstitüsü (1985) mezunudur. Üniversite döneminde İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü Talebe Derneği Başkanlığı yapan Erbacak, Milli Görüş çizgisinde ilçe yönetimlerinde bulundu, uluslararası yardım organizasyonlarında görev aldı, muhtelif vakıflarda gönüllü hizmetlerde bulundu. “Bacak” olan soyadı daha sonra “Erbacak” oldu. Erbacak şu anda İslâm Medeniyet Vakfı Başkan Vekilliği ve TİYEMDER Genel Sekreterliği görevlerini yürütüyor. Ayrıca Darü’l Hadis Derneği’nin yönetim kurulu üyelerinden olan Erbacak evli ve üç çocuk babasıdır.
 
Yüksek İslâm Enstitüsü boykotları İslâmcı hareketin bir parçasıdır; hatta ateşleyicisi de olmuştur. Bu mevzuları sizinle konuşacağız. Yüksek İslâm Enstitüsü’nde hava nasıldı? Boykotların öncesini anlatır mısınız?
Yüksek İslâm Enstitüsü’nde şuur, düşünce, duruş maalesef yeterli değildi. Netice itibariyle İzmir’in havasına uygun olan bir enstitü şeklindeydik. Hocalarımızla da bu çerçeve içerisinde şuur ve şahsiyet konusunda anlaşmamız mümkün olmadı, anlaşamıyorduk. İmam Hatip yedi sınıftı. Onlar bizi İmam Hatip’in sekizinci, dokuzuncu, onuncu sınıfı gibi görüyorlardı ve bizden beklentileri kendilerine köle olacak bir nesil olmamızdı. Tabiî birçokları bu konuyu benimsemişti. Çünkü öyle davrandığınız zaman hiçbir sıkıntınız, hiçbir probleminiz olmuyordu. Okul zaten kolay, bitirip geçip gidiyordunuz. İlmî bakımdan da zaten zayıftı. Herkes hayatından memnun, herkes hayatından razı; hocalar da razı…

Bu hocaların bir grubu var mıydı?
Orada maalesef Tayyar Bey’in bir grubu vardı.

Tayyar Bey dediğiniz kim?
Tayyar Altıkulaç… Milli Eğitim Bakanlığı Din Eğitimi Genel Müdürü idi o zamanlar. Onunla ortak hareket eden bir grup vardı. Onlar pasifist çizgide, düzene yamanmış bir öğrenci grubu istiyorlardı. Bir de Ethem Ruhi Fığalı ile hareket eden bir-iki hoca vardı. Bu çerçevede bir pozisyon vardı.

Böyle olumsuz bir çizgide devam ederken boykotlar aşamasına nasıl gelindi? Boykot dalgalanması, boykot hareketliliği ne zaman başladı? Nereden geldi?
Yıl 1977. Boykot başladığında ben son sınıftaydım. O dönem Talebe Derneği Başkanlığı görevini yürütüyordum ve aynı zamanda okulun yurdu vardı, yurt başkanlığını da ben yapıyordum. İstanbul’un boykota başlaması ve bize de “Boykota başlayın.” çağrısı yapmasından sonra biz, MTTB olarak bütün grupları bir yere çağırdık, toplandık. Mücadeleciler ve Ülkücüler gibi gruplar da vardı. Sayıları az olsa bile herkesi çağırdık. “Oturup müşterek karar verelim.” denildi. Erken seçim ufukta dolaşıyordu. MÇP Hükümeti dağılmak üzereydi. Mecburî bir erken seçime gidileceği belliydi. Böyle bir ortamda böyle bir boykotun herhangi bir fayda verme ihtimali gerçekçi değildi. O gün de böyle düşünüyordum ben; fakat bir şey önemliydi. Bugüne kadar İslâm Enstitüsü dediğiniz zaman tüm solcuların da Ülkücülerin de aklına “Bunların kafasına vurur ekmeğini alırsınız. Eğ başını, dersiniz eğerler. Kaldır başını, dersiniz kaldırırlar. Tokat vurursunuz susarlar.” gibi, varlığı yokluğu belli olmayan bir insan figürü geliyordu. Böyle istiyorlardı ve böyle olmamız için İmam Hatip’ten başlayarak İslâm Enstitüsü’nde de sürekli hâlde bu felsefeyi vererek böyle bir nesil yetiştirmeye bakıyorlardı. Kendi emirlerinde olan, hürriyeti olmayan, onlara itaat eden, onlara biat eden bir nesil istiyorlardı. Yani içlerinden onbaşı-çavuş olmak isteyenlere bile tabiri caizse “Burada onbaşı-çavuş yok. Sadece erler ve komutanlar olarak da biz varız!” diyorlardı. Böyle bir ortam içerisinde bizim zaten içten içe buna bir tepkimiz vardı; ancak tepkiyi ne şekilde ortaya koyacaktık? Birincisi; ilimle… Zaman zaman sınıftaki hocalarla çok ilmî, bilimsel ve edepli bir şekilde tartışıyorduk. Bunlardan bile çok ciddi bir rahatsızlık duyuyorlardı. Onlar için önemli olan, onların söylediklerini kabul etmemiz, hayatımıza da onların söylediklerine göre devam etmemizdi.

Hocaların çoğunun statükodan yana olduğu ve İslâmcı gençliğin zuhuru diye bir dertlerinin olmadığı görülüyor…
Biz daha hayatın başlangıcındaydık. Kendileri bu çerçeve içerisinde bir yenilenme düşünmüyorlardı. Farklı bir şuurlanma düşünmüyorlardı. Çok ciddi bir biçimde korkuları vardı. En ufak bir hak talebinde bulunacağımız zaman enstitülerin kapatılacağını söylüyorlardı. Kendileri de buna inandıkları için “Uslu uslu gelin-gidin. Hiçbir konuda hiçbir şekilde talebiniz olmasın, aksi takdirde pirince giderken evdeki bulgurdan oluruz, okulları kapatırlar.” diyorlardı ve buna kendileri de inanıyorlardı. Ufak bir çıkış yapsak, ufak bir talebimiz olsa hemen bu okulların kapatılacağını zannediyorlardı. Maalesef buna inanıyorlardı hocalar. Bundan dolayı da bizlerin susmasını istiyorlardı. Bir-iki hâdise oldu. Bizde kızlar da vardı, beş-altı kişiydiler Yüksek İslâm Enstitüsü’nde. Başörtü hâdisesi oldu. Gidip kızlara dediler ki, “Siz başınızı açarsanız okul devam edecek; ama açmazsanız okul kapanacak.” kızları bu şekilde ikna ettiler. Kızlar da kendileri kabullenince biz de herhangi bir hareket yapamadık. Bunun yanlış olduğunu söylesek de onlar bunu kabul ettiler. Okula gelmeme konusunda da onlara biraz tolerans tanıdılar. Böylece bitirdiler. Daha sonra da kızlar okula alınmadığı için bir sene süren bu mesele kendiliğinden kapanmış oldu. Bizim arkadaşlarımızın da yüzde doksanı, bizim bir hareket yapmamız durumunda okulun kapanacağına inanıyordu.

Peki sonra harekete nasıl geçtiniz?
Daha sonra dedik ki, “Bu böyle olmuyor. İstanbul’da zaten boykot başlamış. Bir örneğimiz var. Biz de bu işe başlayalım. Başladıktan sonra da bir şekilde devam ederiz.” O an için “Boykota niçin başlayacağız? Ne yapacağız?” konusunda herhangi bir şey konuşulmadı. Çünkü söyleyecek bir şeyimiz de yoktu.

Boykot nasıl oldu? Ne gibi hazırlıklar yaptınız? Okulun mevcudu ne kadardı?
500 civarındaydı.

Bu 500’ün içinde Ülkücülerin oranı yüzde kaç?
Yüzde yedi-sekiz civarındaydı Ülkücüler. Yüzde yedi-sekiz civarında Fetullah Gülen’in adamları, yüzde üç-dört civarında da Mücadeleciler vardı.

Onların orada çok da önemli bir varlığı yok yani…
Hayır, yoktu. Varlıkları ile yoklukları çok da önemli değildi.

Muhatap alınmalarına bile gerek yoktu, neyse…
Muhatap alınmaları çerçevesinde, yerleşmiş bir Fetullah Gülen hareketi söz konusu değildi. Nurcuların içerisinde, onun hazırladığı imkânlarla, onların yanında kalan insanlardı. Onlarla özdeşleşmiş insanlar da değildi çoğu. Bütünüyle kendisini oraya ait hisseden, toplasan on beş kişi belki vardı.

Siz bu boykotu başlattınız. İstanbul’daki boykot 55 gün sürdü. İzmir’deki boykot ne kadar sürdü? İlk çatlak ne zaman oldu ve ilk çatlağı kim verdi?
İki ay kadar sürdü. İstanbul’dakinden on gün kadar eksiktir. Çünkü biz geç başladık. İstanbul’dan birkaç gün sonra başladık.

İstanbul’da 1977’nin Mart ayının sonunda başlamıştı… İlk boykotlar 29.03.1977-23.05.1977 tarihleri arasında yapıldı ve 55 gün sürdü. İkinci boykotlar ise Eylül 1977-Şubat 1978 arasında altı ay sürdü…
Bizde de İstanbul başladıktan bir gün sonra 30 Mart 1977’de boykotlar başladı. Mayıs ayı içerisinde de derslere girildi. Burada şöyle bir hâdise oldu: Bizi Türkiye’deki tüm İslâm Enstitüsü Talebe Derneği başkanları ve yardımcılarını Tayyar Altıkulaç, Din Eğitimi Genel Müdürü olarak Ankara’ya davet etti konuşmak için.

Evet, ben de onu soracaktım. Orada “Boykot kırıldı.” diyerek size bir manipülasyon yapmak istemişler.
 O bir kumpastı zaten. Onun bir kumpas olduğunu orada anladık biz. Bütün Türkiye’den (7 Yüksek İslâm Enstitüsü) herkes vardı. Biz İzmir olarak söz aldık. Konuşurken bizi tahrik etti Tayyar Bey. “Siz kimin adına konuşuyorsunuz? Kendi adınıza mı yoksa arkadaşlarınız adına mı?” şeklinde saçma sapan bir şey sordu. Biz de “Bu ne biçim söz? Biz Talebe Derneği başkanlarıyız ve İzmir’in temsilcisiyiz, İzmir’deki arkadaşlarımızın sözcüleri biziz.”, “O zaman sizin arkadaşlarınız derse girdi, siz de gidin derse girin.” şeklinde tahrik edici bir cümle kullandı. Bu cümle üzerine biz toplantıyı terk ettik. Arkamızdan, “Bunlar gerçekten İzmir Talebe Derneği başkanları mı?” diye soruyor. Orada -büyük ihtimalle- İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Derneği Başkanı Hasan Fehmi Ulus kardeşimiz “Niye bunları kendilerine sormadınız?” diyor. İkinci bir soğukluk olunca Tayyar Bey tedirgin oluyor. Arkasından İstanbul dernek başkanı da arkadaşlarıyla birlikte kalkıyor. Onlar da kalkınca diğer Yüksek İslâm Enstitüsü talebe yetkilileri de kalkıyor ve toplantı başlamadan bitiyor.

Siz İzmir’e dönünce neler oldu?
Biz döndüğümüzde baktık ki o sabah Fetullah Gülen Ülkücülerle irtibata geçiyor. Tayyar Altıkulaç da var. Bunlar üçlü bir grup olarak boykotun bunlar tarafından kırılmasının pazarlığını yapıyorlar. Karşılığında ne talep oldu bilmiyoruz. Böylece onlara boykotu kırdırıyorlar. Ülkücülerden de muhtemelen bunu istiyorlar; ama Ülkücüler direkt kırmaya yanaşmıyor. Kapıları onlar tutuyordu. Bizim MTTB’li arkadaşlara zor geliyordu kapıları tutmak. Biz sadece çevre güvenliği için MTTB’li arkadaşlara görev veriyorduk. Biz Ankara’da iken beklenmedik bir şekilde Ülkücüler çekip gidiyorlar. Bunlar boş okula gelip giriyorlar; ama Fetullah Gülen her ihtimale karşı okulun karşısındaki tepeye otuz kadar kendi camiasından yaşlı başlı adamları silahlandırıp konuşlandırıyor.

Polisle beraber mi?
Polis, Fetullahçı öğrencilerle beraber geliyor. Onlar karşı tepede bekliyor. Otuz-kırk tane polis getiriyor öğrencileri. Zaten hiç kimse olmasa da bir şey yok; zira kapılardan Ülkücüler çekildiği için boş okula gelip giriyorlar.

“Üçlü” dediğiniz grup kimlerdi?
Tayyar Altıkulaç, Ülkücüler ve Fetullah Gülen… Biz Ankara’dayız, Ankara’dan hemen hareket ettik, ertesi günün sabahı gelebildik. O gece biriyle görüşüyor arkadaşlar. Bunlar cevval, militan, boykotçu arkadaşlar. Müdürün de işin içinde olduğunu zannederek müdürün evini ve Fetullah Gülen’in iki adamının evini kundaklıyorlar... Biz geldik, Ülkücüler çekiliyor bunlar geliyor. Okulun yanında yurdumuz var bizim. Okulda biz yoksak bile arkadaşlarımız var. Yurtta yüz kadar arkadaşımız var. Bunların girdiğini görünce onlar hemen iman öfkesiyle ve kavgaya hazırlıklı olarak geliyorlar. Bu sefer müdür, yetkisini kullanarak olay çıkmasın diye okulu üç gün tatil ediyor hemen. Dolayısıyla böyle ciddi bir fiilî kırılma da yaşanmıyor. Sıkıntı geçiyor. Tabiî üç günlük süre Perşembe sabahı dolacak. Ben Fetullah Gülen’in kendisiyle konuşuyordum.

Fetullah Gülen’le aranızdaki diyalogları anlatır mısınız?
Benden önce MTTB’li arkadaşlar gitmişler biz Ankara’da iken. “Niye böyle yapıyorsunuz? Niçin boykotu kırmak için öğrencileri gönderiyorsunuz?” demişler. Fetullah Gülen de “Benim orada öğrencim yok ki.” demiş. Arkadaşlar da “Yalan söylüyorsun, adamların geldi, boykotu kırmak için ellerinden geleni yaptılar.” cevabını vermişler. Biliyorsunuz ki, Fetullah Gülen diyalektik sahibi biriydi, bazı şeyleri öyle bir anlatır ki, insanlar bambaşka şeyler anlardı. Aynı başörtü meselesinde “füruat” dedi gibi! O “füruat” der; ama “teferruat” anlaşılsın diye öyle söyler! Kendini düzeltmez, “Ben füruat dedim!” demez! Sonra da kendi adamlarını kandırır “Bu cahiller anlamıyor!” diyerek bir taşla iki kuş vurur. Hem yapmak istediğini yapar hem de kendi adamlarını kandırır sonra. Yine bu stratejiyi bizim arkadaşlara uygulamak istemiş; ancak bizim arkadaşlar aksiyon sahibi, mücadeleci kişiler ve Fetullah’ın hilesini yememişler, kavga etmişler, bizimkiler de geri gelmiş. Fetullah Gülen demiş ki, “MTTB’den kimse benim evime gelmeyecek...”

Sonra siz mi gittiniz görüşmeye?
Arkadaşlar da kaldığı yeri biliyordu, keza ben de biliyordum. Bu defa Perşembe günü sabah namazından sonra üç gün doldu, tekrar okula gelinecek, tatil bitecekti. Perşembe günü sabah namazından sonra kendisinin yanına gittim, zili çaldım, açmadılar, bekledim. Birkaç defa daha ısrarla çaldım, biliyorum içeride olduklarını. Dolayısıyla “Kim bu ısrarla kapıyı çalan? Bakın.” demiş. Kapıya bakanlar, “İsmail geldi.” cevabını vermiş. “O gelsin.” demiş. “MTTB’li; ama o istisna, gelebilir.” demiş. İçeri girdim, karşısına geçtim hâl hatır sordum, ardından “Bak hocam, bize öğretmiş olduğun İslâm doğru olabilir; fakat bu uygulama İslâmî değil. Bunun şöyle şöyle sebepleri var.” dedim. “Bir dakika İsmail, senin arkadaşların bana ‘Yalancı!’, ‘iftiracı’ dediler, ‘onunla bununla anlaştığımı’ söylediler.” diye, on dakika şikâyet etti. “Onlara bakma hocam, onlar heyecanlı, sizinle aynı dili konuşamıyorlar. Biz meselemize bakalım.” dedim. “Tamam İsmail, arkadaşlara durumu anlatacağım, ne yapacaklarına karar versinler.” dedi. Ben de, “Yahu hocam, ne karar verirlerse onu yapacaklar deme, sen şöyle yapın dedikten sonra, onlar da ‘Öbür türlü yaparız.’ diyemezler ya. Öğrenciler boykotu kırmaya çalışmasın, gelmesinler daha, buna dair bana söz ver. Tek başına İzmir’in boykotu bırakmasını kabullenemeyiz, bırakmalık bir şey olsa hep beraber bırakırdık zaten. Ha siz ille de öğrencileri boykot kırmak için gönderecekseniz, bakın burada kıyamet kopar; ciddi olaylar olur. Bundan sonra MTTB gençliği ile Nurcular arasında bitmez-tükenmez, kıyamete kadar süren bir husumet oluşur. Bunun hesabı nasıl verilir? Ben MTTB adına gelmedim bugün buraya. İsmail olarak buraya geldim, sizi tanıyorum, bir hukukum var. Bunu söylemeseydim Allah’a karşı hesap vermekten korkardım, Rabbimin huzuruna gittiğim zaman, ‘Allah’ım hocaya bu konuyu anlattım, kendisinin yanlışını söyledim, beni dinlemedi.’ diyebilmeliyim!” dedim. Allah’ı şahid gösterdim. Üç defa tekrarladım. Bu sefer Fetullah Gülen yine başladı, “Senin arkadaşların bilmem ne, şöyleler, beni Adalet Partili diye yaftalıyorlar, benim işim olmaz, biliyorsun sen beni, Yaşar Tunagür Hoca buradan 1974 seçimlerinde ikinci sıradan milletvekili adayı olduğu zaman, biz Yaşar Hoca’yı destekledik. Millî Görüş’e destek verdik!” diye konuştu. Hülasa o falso çekiyor, ben de el ense atıyorum falan... O ara, “Ben Albaya (Türkeş) söyledim, ‘Çocukları kapılardan çeker misin?’ diye. Albay da sağ olsun, ‘Çocukları kapılardan çektim.’ dedi.” Bizatihi bunu söyledi.

Yaşar Tunagür ile ilgili şu notu da paylaşıp sohbetimize devam edelim: Yaşar Tunagür’ün Fetullah’ı istihbarata takdim eden ve önünüe açan kişi olduğunu da hatırlatalım. Öyle ki, Fetullah’ı MİT Müsteşarı Fuat Doğu ile Koç’un evinde buluşturmuştur. Devam edelim; üçlü çete ortaya çıktı yani!
Aynen öyle. Ben onları çözmeye çalışıyordum. O da bizatihi böyle söyledi. Albaya telefon edip, çocukları kapıdan çektirttiğini itiraf etti. Ve de sıkıntısız bir şekilde boykot kırıcılarını içeri soktuklarını söyledi.

Albaya (Türkeş) da Tayyar Altıkulaç telefon etmiştir.
Fetullah Gülen ve Tayyar Bey, Albay ve ekibine yaptırıyorlar işi. Taşeron yani... Peki niye bu yoldan yapıldı? O zamanlar da yazdım bunu. O güne kadar Fetullah Gülen diye müstakil bir hareket söz konusu değildi. O güne kadar, Nurcular içerisinde vaazları iyi dinlenen biriydi. O zaman Fetullah Gülen diye biri vardı, Fetullah Gülen hareketi yoktu. Bu olayla, Fetullah Gülen hareketi kurumsallaşmaya başladı. O güne kadar böyle bir şey yoktu yâni. Hesapta, “talebe okutan, iyi biri” vardı.

Yani işbirlikçiliğini, bozgunculuğunu ispatladı ve rejim güçlerinin gözüne girdi.
Tabiî anlaştı bu hususta. Durduğu yerde niye anlaştılar ki? Birtakım şeyler konuşuldu, bu çerçevede Fetullah Gülen’e mükâfat olarak hareketin devam etmesi hususunda garanti verdiler. Bu garantinin içinde yeni kolejlerin kurulması kararı da alındı. O zamanki süreci anlatan notlarım kayboldu. İşte o notların arasında “Fetullah Gülen o gün kurumsallaştı.” diye yazmıştım. Fetullah Gülen, Yüksek İslâm Enstitüsü boykotlarındaki kırıcı tavrıyla beraber diğer Nurcu cemaatlerden ayrıldı ve müstakil bir ekol olarak kurumsallaşmanın temellerini attı. Bundan sonra bu hareket cemaat olarak Fetullah Gülen’in başkanlığında farklı bir disiplin olarak ortaya çıktı, çıkarıldı.

Zuhur eden bir İslâmcı hareket vardı, MTTB ve Akıncılar da bu hareketin içerisindeydi. Buna karşılık da kırıcı olarak, düzen güçlerini temsil eden, dönemin istihbaratıyla da beraber hareket eden, Kemalistlere sırt dayayan devşirici bir hareket söz konusuydu. Anlattıklarınızdan anladığım kadarıyla böyle bir vaziyetten bahsediyoruz. Zaten 12 Eylül’de de Fetullah Gülen’e dokunulmuyor, vaazlarına serbest devam ediyordu. İslâmcı hareketler tırpanlanırken Fetullah Gülen’in önü açılıyordu.
Rahmetli Erbakan ve Milli Nizam’la bizim de hayata hâkim olma düşüncemiz yerine oturmuş oldu. Parça parça olarak kafamızda vardı; ama bir yönetim felsefesi olarak o güne kadar bunu kafamızda oturtamıyorduk. Fetullah Gülen ve etrafındakiler vasıtasıyla Milli Görüş’ü zayıflatma faaliyetine giriştiler. En azından Nurcu kesime yakın olan İslâmcıları durdurmak istediler. Biliyorsunuz ki, Nurcuların yirmi dört tanesi ayrılarak partiyi ciddi bir sıkıntıya soktular. Burada Nurcuları Milli Görüş’ten uzaklaştırmak için bir plân vardı. Bu bir projeydi. Biz o gün de bunun farkındaydık. Ben de bu çerçevede kendisine (Fetullah’a), “Peki o zaman yapacak bir şey yok, hesabını Allah’a sen verirsin.” deyip çıkıp gittim.

Boykotlara dönelim…
Dönelim oraya… Fetullah Gülen hâdisesi; üçlü çete, birbirleriyle anlaşarak devam ediyor. Şöyle ki: Albay, Tayyar Altıkulaç ve Fetullah Gülen üçlüsü, diğer kurumları da yanlarına alarak harekete geçti. Ben de Fetullah Gülen ile konuştuktan sonra bir daha yanına uğramadım. Birkaç gün sonra, Fetullah Gülen ikinci defa boykot kırmaya çalıştı, geleceklerini biliyorduk, ben de arkadaşlara bu yönde bir şey olacağını söyledim. Fetullah Gülen’in yanına gidip “Kıyametin kopacağını söyleyin.” dedim. Gitmişler, geldiler. “Ne oldu?” diye sordum, herhangi bir cevap vermemişler. Sabah okula geldiler, 18 maddelik bir şey yazılmış, başlarında Latif Erdoğan vardı.

Latif Erdoğan öğrenci miydi?
Evet. Bizim sınıftaydı.

Latif Erdoğan televizyonda, “Fetullah Gülen bir grupla beraber İslâm Enstitüsü’nün önüne gelip boykot kırmaya çalıştı.” dedi.
Doğrudur.

Biz bunu İstanbul olarak anlamıştık, öyle mi?
Hayır, o dediği İzmir. Latif Erdoğan iki kez bu husustan bahsediyor, birisini izleme fırsatım olmuştu. İkincisinde açıkça şöyle söylüyor, “Birisi geldi kıyameti kopardı.”, buradaki “birisi” benim. Sonra Latif Erdoğan ilave ediyor, “O gittikten sonra “Bu işi temizleyin!” diye Fetullah Gülen bize emretti.” diyor. Konuşmalarından birinde bunu söylüyor. Ben ayrıldıktan sonra “O bir istihbarat görevlisi, kesinlikle kimse onunla konuşmayacak, yasakladım size bunu.” diyor.

Halbuki istihbarat görevlisi kendisi.
(İsmail Karabacak burada bir hayli gülüyor!) Taktik bu.

İftira atmasını iyi biliyor.
18 maddelik bir şey yazıyor, “Tamam biz girmeyiz sınıflara, boykot kırılmaz ama şu maddeler imzalanacak.” dediler. “Verin imzalayayım.” dedim. Vermediler maddeleri bana, “İsmail hariç imzalanacak bu maddeler.” demiş Fetullah Gülen. Diğer arkadaşlar da kendisini ortaya koyup “Ben varım!” diyemedi. Sonra 18 madde okundu orada, “Verin bana, boykotun başkanı benim!” dedim, vermediler.

Niyeti üzüm yemek değilmiş demek ki.
Evet. Benden başka kimsenin imzalayamayacağını da biliyordu aslında. Benim her konuda kendimi feda edeceğimi de biliyordu. Yani kimse imzalamayacak, onlar da “haklı olarak” hesapta derse girecekler. Sonra girdiler, önce bir-iki taş atıldı ve arkadaşlar saldırı hazırlığına geçtiler. Arkadaşlara “Siz bekleyin, ben okulu yine tatil ettireceğim.” dedim. Boykot kırılmamış olacak yani. Sonra müdüre çıktım, Ali Mazak da oradaydı federasyon başkanı olarak, polis de vardı. Nurcular taşlanınca, biraz seyrettim. Ne olacaksa olsun diye düşünmüştüm, gerginlik olacak ki okul tatil olsun ve boykotlar sürsün. Sonra asıl plânlarını hissedince araya girdim, kan dökülse kötü şeyler olurdu. Fırsat vermemek lâzımdı. Neyse ben müdüre gittiğimde, tekrar tatil yapılması için baskı yaptım. Milli Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem’di. O, “Benim yetkimle tatil et okulu.” dedi. “Oh!” dedi “Elhamdulillah tatil olduk!” bu cümleden sonra aşağıdan kapılar açıldı. Bir komiser, ben ve Ali Mazak vardı. Komiser hemen aşağıdan açtırdı. Biz de hocaları derslerden çektik ya, koridorlarda olaylar oldu. Biraz Nurcu arkadaşları tokatladılar. Çok büyük bir olay olmadı. Tabiî bize göre büyük bir olay değil de onlara göre büyük bir olaydı. Bize göre sıradan bir vaka gibiydi.

Edepsizlere biraz haddini bildirdi arkadaşlar, diyorsunuz.
Tedip diyelim biz ona. Tabiî birkaç kişinin burnu kanadı. O kadarcık olacak yani. Böyle bir öfkeli kalabalık girmiş. Onların hareketlerine ve bizim arkadaşların o birikmiş olan enerjilerine bakarsan çok basit bir şey.

Okul tatil oldu. Kaç gün, üç gün mü?
Üç gün tatil oldu. Ondan sonraki hafta da biz İstanbullu arkadaşlarla görüşerek bu işi birlikte bıraktık. Tabiî böyle bir olay olmasaydı on beş-yirmi gün daha devam ettirecektik. İşin aslı öyleydi. Böyle bir acil durum olunca iş kızıştı. Arkalarında emniyet var. Arkalarına Albay’ı almışlar, İzmir’deki masonları almışlar. Hemen olaylardan sonra ben müdüre baskı yapıp tatil ettirdim ya, yarım saat sonra Tayyar Altıkulaç’tan telgrafla görevden alındı müdür, boykotçuların emrine girdi diye. Halbuki adam asla benim emrime girmemişti. Ondan dolayı da yarım saat sonra talebenin emriyle hareket ettiği gerekçesiyle görevden aldılar. Tayyar’ın müdür yardımcısı olan adamını tak diye göreve getirdiler.

Fetullah Gülen’in İslâmî aksiyonun aleyhinde olan biri olduğunu biliyoruz. Boykotçular hakkında neler dedi?
Ertesi gün, Cuma günü Fetullah Gülen’in kendisi vaazında, “MTTB’li gençler Müslüman gençleri okutmuyorlar; zincirlerle, demirlerle, bıçaklarla saldırıyorlar.” diye vaazında söyledi. Birkaç yerde daha söyledi. Biri Kestane Pazarı Camii. Hatta daha sonra bildiri şeklinde bunu dağıttırdı. Bunu da yaptı maalesef. Tamam yumruklaşma, tokatlaşma doğrudur; ama hiçbir zaman bıçaktır, demir sopadır kullanılmadı. Böyle bir şey olmadı.

Bir ay kadar mı sürdü boykotlar?
İki aya yakın sürdü. Ondan sonra İstanbul ve diğer Yüksek İslâm Enstitülerinde boykotlar bir süre daha devam etti.

Sizin okuldaki boykotlardan sonraki süreci hızlıca anlatabilir misiniz? Boykotlardan sonra öğrenciler kenetlenip aksiyon ruhu kazandılar mı? Çünkü hareket esnasında dost-düşman ortaya çıkar. Hareket, safların netleşmesini ve yürekliler ile yüreksizlerin ortaya çıkmasını sağlar. Gereklidir de…
Aslında şöyle bir durum var. Bizim orada boykotu yürütenler olarak hedefimiz boykot neticesinde “şöyle ya da böyle olacak” değildi. Şahsiyetimizin var olduğunu ve gerektiğinde kıyama kalkabileceğimizi, karar verdiğimiz anda da bunu rahatlıkla yapabileceğimizi kimseden korkmadığımızı; varlığımızı ve şahsiyetimizi ispat etme hareketiydi. Bunun için yapıldı boykotlar.Yoksa ilk baştan beri belliydi zaten. Akademi olma açısından bir netice olmayacağını biliyorduk. En azından benim gibi düşünen arkadaşlar biliyordu. Zaman zaman oturup da “Zaten ne olacağını biliyoruz, neden daha erken sonlandırmıyoruz?” diye tartışmalarımız da oldu kendi aramızda.

Demek ki Yüksek İslâm Enstitüsü gençliğine aksiyon ruhu kazandırmak içindi bu boykotlar. Bu maksat da hasıl oldu diyebilir miyiz?
Tabiî. Zaten biz bu işi bunun için yaptık. O güne kadar mesela Ülkücüler istediği gibi gelirler, zaman zaman ufak tefek sürtüşmeler olur, dokunmazlardı onlara. Boykotlardan sonra idareye dedik ki: “Her şey değişti. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Önümüzdeki sene sizin ve Ülkücülerin bu ukala tavrı devam ederse kan gövdeyi götürür. Çok can yanar burada. Bundan sonra benim arkadaşlarım sabretmeyecekler. Çünkü buraya kadardı.” Buraya kadar kardeş gibi görünüyorduk. O güne kadar herhangi biri, MTTB başkanı dahil, Fetullah Gülen “Şöyle yap evladım.” dese severek yapardı.

Yani boykotlar, safların netleşmesine vesile oldu…
Evet, o günden sonra herkes kimin nerede durması gerektiğini gördü. Duramasa bile gördü en azından. O dönem içerisinde arkadaşlarımız ciddi bir bocalama yaşadılar. Ne yapacağız diye. Safların ayrılması da kolay olmuyor.

Peki boykotlardan sonra okuldaki öğrencilerin İzmir’deki gösterilere, İslâmî harekete katılımı nasıl oldu?
Boykotlardan sonra farklı bir İslamcı gençlik oluştu. Boykotların verdiği dinamizm devam etti. Bir çok eylemlilik yaşandı. Hem de İzmir gibi bir yerde. Hataları da oldu; ama iyi niyetli hatalar. Hareket oturuncaya kadar böyle şeyler olur. Daha dikkatli olmaları gerekirdi. Amerika Konsolosluğu’na baskın yaptılar ve açıktan kendilerini göstererek yaptılar. Böyle kendilerini ele verecek çok net davranışlarda bulundular.

O baskın olayını anlatabilir misiniz? Hangi yılda, nasıl oldu?
1978 Aralık ayı idi galiba. Bizim mezuniyetimizden sonraki gençler, “Gık!” diyen Ülkücünün kafasını kırdılar. Ben söylemiştim giderken. Arkasından hızlarını alamadılar Amerikan Konsolosluğu’nu bastılar.

Ellerine sağlık iyi yapmışlar diyelim.
Fakat kendilerini ele vermemeleri lâzımdı. Birinci hareketi, o ilk boykotu kıranlara karşı yaptıkları hareketi gece yarısı yapıyorlar. Veya sabaha karşı yapıyorlar. Tam olarak zamanını bilmiyorum…

Boykot kırıcıların evlerini kundaklama olayını mı?
40 yıl geçti, hâlâ yapanların kim olduğunu bulamadılar mesela. Bulamazlar da. Çünkü kimse ne konuşur ne de konusunu açar. Konuşulmasını yasak mevzu haline getirdik. Kimse konuşmayacak ve bir şey söylemeyecek. Ama Amerikan Konsolosluğunu basan kardeşlerimiz gittiler, açıktan yaptılar. Yap kardeşim; ama yaptığın eylemin de tedbirini al.

“Bu ülkenin sahibi biziz!” diyerek bağırlarını açarak yaptılar anlaşılan.
Yani öyle yaptılar da sonrasında bu arkadaşlar 12 Eylül’de gereksiz yere sıkıntı çektiler. Cezaevlerinde yattılar.

Bu arada 12 Eylül’ün de Amerikan darbesi olduğunu söylemiş oluyoruz.
Gayet tabiî Amerikan darbesi. Yoksa başka türlü olsa neden yapacaklar? Yani ona gerek yoktu.

Nasıl oldu? Yani Amerika Konsolosluğu’nu basma hadisesi nasıl gerçekleşti?
Toplanıyorlar işte, kendi aralarında. Okula çok yakın Amerika Konsolosluğu. Birisi çıkıyor “Hadi arkadaşlar! Amerika Konsolosluğu’na!” diyor. Gidiyorlar. Yani planlı programlı bir şey değil. Bir şey yapmak istiyorlar. “Her şeyi planlı programlı yapın, fırsat vermemek için tedbirinizi de alın.” diyordum. “Çok daha ağırını yapın; ama kesinlikle tedbirinizi alın. Tedbirsiz yapmayın.” Ama onlar “Hadi aslanlarım biz varız!” diyerek yaptılar.

Milli Görüş hareketi nedense, bunlar yaşanmasına rağmen Fetullah’a karşı bir karar alamadı. O zamandan bu zamana Akıncı Güç (İBDA) grubu, Fetullah Gülen’e karşı tavır aldı... Ama maalesef Milli Görüş’ün güdücüleri karşı tavır alamadı.
Şahsım adına Fetullah Gülen’in karşısına çıktım, kurumsal olarak arkadaşlarımız Fetullah Gülen’e karşı çıkmadı. Beni yalnız bıraktılar orada. Ben yalnız kaldım.

Akıncılar’ın faaliyetleri de vardı.
Akıncılar o zamanlar İzmir’de faaliyet yapmıyordu. Akıncılar boykottan sonra İzmir’de faaliyet yaptı. 1980’lere doğruydu. Akıncı Güç zaten İzmir’de pek istikrarlı olamadı.

1977’de boykotlardan sonra Akıncı ve Akıncı Güç isimleri daha çok yayılmaya başladı.
Akıncılar, MTTB’nin bazı konularda pasif kaldığını görünce, ayrı bir hareket olarak ortaya çıkma ihtiyacı hissetti. Bunlardan sonra ben Ülkücüler ile takıştım, onlar “ölüm kararımı” verdiler. Bunlarla mücadele ettim, hiçbir MTTB’li arkadaş yanıma gelmedi.

Aksiyoner yönünü kaybetmişler.
Ordu’ya gittiğim zaman MTTB başkanı arkamdan mektup yazdı. Olumsuz şeyler, iftiralar yazmış. MTTB’ye gittiğimde çocuklar rahatsız olmuştu.

Kendileri (MTTB) miskinler tekkesine dönmüş ancak buna rağmen sağa sola çamur atmaktan imtina etmiyorlar...
Evet. Baktım ki çocuklar beni istemiyorlar, “Yarabbi sen biliyorsun, ben her şeyimi ortaya koydum!” dedim kendi kendime. Gençler Ordu’da “Akıncı Güç” kurmuşlar, kurdukları zaman da beni buldular, “Sen bize göresin, onlara göre değil...” dediler.

Akıncı Güç’teki arkadaşlardan bahseder misiniz? Kimdirler, faaliyetleri nelerdir?
Ordu, solun çok hâkim olduğu, sağın ağır olduğu bir yer. Ordu bu açıdan çorak bir yerdi. MTTB’li arkadaşlar böyle bir şeyi yapamadılar, İzmir’de mektup yazıp bize, “ajan” da dediler. Olmadı yani. Sağ olsun, Akıncı gençler (Akıncı Güç) şuurlu bir şekilde faaliyete başlamıştı, yeniydi de. 1978-1979’da kurdular. Bir ara tefsir dersleri verdim orada. Akıncılara özel baktım.

Akıncı Güç’ün lideri Salih Mirzabeyoğlu’ndan bahsedebilir misiniz?
Allah rahmet eylesin... Onun Akıncı Güç olarak Anadolu tarafına etkisi vardı; ancak Anadolu ile İstanbul arasında ciddi bir köprü vazifesi görecek vasıta yoktu.

Yayın organı vasıtasıyla oluyordu herhalde.
Evet.

Bu bir fikir hareketi olduğu için birebir irtibat şart değil ki.
Bana gelen gençler Salih Mirzabeyoğlu’nu tanımıyordu.

Tanımaları şart değil, ortada bir fikir var; bir de o fikre nisbetle hareket.
Fikir hareketinden olanlar, önderlerini tanımadıkları için; “Ha burada böyle olması lâzım, programımıza başlayalım, Allah Kerim.” diye düşünüyorlardı. Fıkıh-tefsir üzerinde duruyorlardı, halkı şuurlandırmaya çalışıyorlardı. Tefsir mevzuunda beraber bir şeyler yaptık. Fıkıh değil de Tefsir benim alanıma giriyordu. Çünkü fıkıhta dava anlatamıyorsun; burada fetva ve ilmihâle dair dersler veriliyordu. Tefsirde Allah ne verdiyse anlatabiliyorsun. Ben de tefsiri tercih ettim, onlar da benden bunu istemişlerdi zaten. Zaman zaman konferanslar verildi tabiî, solun en etkili yeridir Karadeniz bölgesinde Ordu. 12 Eylül öncesi... Fatsa tarafında sol kesim bayağı faaldi. En kritik bölge... Ülkücülerin küçük bir grubu vardı, polis birliğini kuramadılar, gittik biz kurduk. Kuran arkadaşların ekseriyeti bizim arkadaşlardı. Birliği kurduk bir şekilde, iki hafta sonra da kovdular bizi oradan. Ordu böyle bir yerdi.

Akıncı Güç ve Salih Mirzabeyoğlu’ndan bahsetmiştik. İBDA ismiyle tecelli etti daha sonra. Bunlara ilginiz ve takibiniz nasıl oldu?
İBDA hareketi içerisindeki arkadaşlarımızdan bir kısmıyla, Allah rızası için hareket eden arkadaşlarla birlikteliğimiz oldu, yöntem hususunda farklılıklarımız da oldu zaman zaman. Dost olarak anlaşmazlıklarımız oldu.

Bu dönem içerisinde Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerini okudunuz mu?
Tabiî. Ben eserleri okuyorum zaten. Büyük Doğu hareketi ve rahmetli Necip Fazıl’ı takip ediyordum; ama ben daha çok Sezai Karakoç’un eserlerini okuyan birisiydim. Büyük Doğu içerisinde İdeolocya Örgüsü ilk aldığımız kitaplardandır. Salih Mirzabeyoğlu’nun Büyük Doğu hareketi içerisinde kendi döneminin öncüleri olmasından dolayı farklı bir yeri var. Onu biz farklı bir şekilde değerlendiriyoruz; ama bizim bulunduğumuz bölgelerde bu çerçevede öncüleri maalesef biz olmak durumunda idik. Bizi bile anlayamıyorlardı, sadece davanın varlığını anlayabiliyorlardı. Fakat davanın ruhunun, şuurunun, ilkelerinin tam olarak ne olduğunu kavrayamıyorlardı. O günlerin sağ-sol hareketinin etkisiyle hareketli bir gençlik olduğu için onlara slogan yetiyordu. İşin ruhunu anlamayı ihtiyaç olarak hissetmiyorlardı. Biz de bakıyorduk ve anlatamıyorduk. En azından “Ben varım desinler yeter.” diyorduk. Biz de onları öyle kabul ediyorduk. O dönemin nesli biraz farklıydı.

Bu bahsettiğiniz dönem İzmir’de mi yoksa Ordu’da mı?
Bu Ordu içerisinde. İzmir zaten dediğim gibi MTTB bu çerçevede biraz pasifti yani. Bir şey yoktu. Var olması bile bizim için yeterliydi. MTTB’nin İzmir gibi bir yerde var olması bizim için yeterliydi.

Milli Görüş hareketinden bahsediyorsunuz ya. O dönemde Üstad da sizinle beraber değil mi?
Evet. Üstad o dönem tamamen bizimle beraberdi. Üstad son dönem içerisinde Ülkücülere destek verdiği zaman Ülkücüler MTTB’den Üstad’ın kitaplarını almak istiyorlar. Bizim arkadaşlar diyorlar ki “Üstadın cesetini size verdik, ruhu bizde. Ruhu size lâzım değil.” deyip kovuyorlar. Öyle bir enstantanemiz vardır bizim.

Üstad’ın bu hareketini de o kesime yatırım yapması olarak değerlendirmek lâzım. O arkadaşın dediği ruhu bizde demesi de doğru zaten. Üstad’ın ruhunun ne olduğu malum zaten.
Üstad oraya giderek kimseye zarar vermedi ki. Çizgisi belli. Başta yönetim felsefesi İdeolocya Örgüsü olmak üzere eserleri meydanda.

Sohbetimiz biraz uzadı. Tayyar Altıkulaç’ın, boykotlara karşı olan çizgisinin ve onların düzenle uzlaşıyla beraber ve 28 Şubatlara kadar nasıl geldiğini hatırlarsak, onların duruşu mu, boykotçuların duruşu mu? Hangisi İslamcı harekete katkı sağlamıştır?
Şimdi onların hareketi “Sistemle çatışmayan bir Müslüman olarak varlığımızı devam ettirelim.” anlayışında. Nitekim onlar Diyanet Vakfı diye bir vakıf kurdular. Dünyanın en zengin vakıflarından bir tanesi. Öbür taraftan İslâmî gençlik ise Hz. Peygamber’in bir elime ayı, diğer elime güneşi verseler vazgeçmem, dediği davaya sımsıkı sarılan ve bunu da hayatını şiar edinen İslâm’ın hâkimiyeti için yapılması gereken her şeyi yapan, bunun için de yapması gereken fedakârlık neyse onu yapan, kazanma gibi dünyalık derdi olmayan, kaybetmek gibi bir korkusu olmayan bir gençlik var.

İslâmcı gençliğin öncüsü ve Yüksek İslâm Enstitüsü boykotlarına bilfiil destek olan Salih Mirzabeyoğlu’nu da rahmetle analım…
Evet Salih Mirzabeyoğlu gibi. Zaten Büyük Doğu’nun devamı olarak Büyük Doğu neslinin, daha hareketli, daha cevval, daha fedakar ve daha iyi ilimle mücehhez olmuş olarak devam etmesi için yola çıkıp bu yolda hatasıyla sevabıyla, Rabbine doğru ve Rabbine vereceği hesaptan başka bir hesaptan korkmayarak devam eden bir İslamcı nesil vardı. Şimdi bunu Allah’ın nizamı açısından baktığımızda açık ve net bir biçimde kim hakta, kimin hakkın kenarında, kimi gerisinde bu zaten çok net bir biçimde belli oluyor. Bunun için de çok özel bir şey söylemeye gerek yok. Görünen köy kılavuz istemez. Hakkın yolunda olanlarla, Hakkın yolunda olalım amma düzenin izin verdiği kadar diyenlerin bir olmasını kimse de düşünmez herhalde.

Çok teşekkür ederim…
Ben teşekkür ederim.


Baran Dergisi 690.Sayı