Aslında memleketin vaziyeti nereden bakılırsa bakılsın, hangi mevzu ele alınırsa alınsın aynı. Sizin de üzerinde durduğunuz popüler bir noktadan, futboldan örnek verelim; genç yetenekler ortaya çıkarmak için tesis yapılacağı, eğitime ehemmiyet verileceği yerde sözde futbolu geliştirmek adına sürekli bir yabancı kuralı değişikliği görüyoruz. Mesela ekonomide de Türk lirasını kuvvetlendirmenin çaresini bulmak yerine, döviz düşsün diye faiz artırıyoruz, sonra düşürüyor ve tekrar artırıyoruz. Memlekette, bataklık yerinde dururken sinekleri avlamaya çalışma hastalığının temelinde ne yatıyor?

Türkiye’deki politika, basit meseleler üzerinden kavga etmeye ayarlı. Basit sosyolojik gerginlikler oluştur, sembolik kavgalar yürüt… Dünyanın herhangi bir yerinde Taksim’e cami yapılması sıradan bir mesele olarak değerlendirilir, bu kadar gündem edilmez. Fakat Türkiye’de, her iki taraf açısından da acayip “sembolik” bir şey oldu bu. Çünkü semboller üzerinden kavgayı gütmek ve kitleyi böyle kontrol etmek, zannediyorum ki insanların işine geliyor. Politikacı da bunu değiştirmek istemez. Neden istesin ki? Bunu değiştirecek, talebi değiştirecek sosyoloji de ortada görünmüyor. Bir alıklık hâkim de ondan. Meselenin Taksim’e cami açılması, faizin yükselmesi yahut inmesi olduğunu ya da başka bir şekilde meselenin futbolda yabancı kotası olduğunu sanan bir alıklık biçimi söz konusu. Halbuki mesele buralarda değil, köklerde. Entelektüel müktesebat “tatile” çıkmış gözüküyor. Son yazılarımda “Bak doğrusu bu değil, başka doğrular var, doğruya doğru ilerlemek lâzım.” diyorum. Türkiye’de “niteliksizlik” ilk defa bu kadar fazla prim yaptı. Bunu hiçbir sosyolojik kesimi ayırmadan söylüyorum. Mesela geçen gün gördüğüm bir şey, İsmail Gaspıralı’nın aslında kim olmadığını anlatmaya çalışıyor bir akademisyen. Biz mesela, 1990’larda İsmail Gaspıralı’nın kim olmadığını biliyorduk! Bize, İsmail Gaspıralı’nın kim olmadığını anlatmalarına ihtiyaç duymazdık. Geçen gün, o kadar net ifadelerle bebeğe anlatır gibi bu adamın anlatıldığını gördüm. Kendi kendime “İş buraya ne ara geldi?” diye sormadan edemedim. Gaspıralı’nın kim olmadığını anlatmak zorunda kaldığımız düzene nasıl geldik? Çok temel bir sığlaşma ve niteliksizlikten bahsediyorum. Galiba tesbiti böyle yapmak lâzım!

“Kemalistler hariç herkese ihtiyaç var!”

Türkiye’de keskin bir kutuplaşma mevcut. Yazılarınızda bu kutuplaşmaya vurgu yaparken, aslında “ortak iyi” ve “ortak kötü”yü işaretlemekten bahsediyorsunuz. Birbirine zıt iki dünya görüşüne sahip insan topluluğunun buluşabileceği müşterek payda nedir? Bir de bu zıtlığın esas müsebbibi hakikaten fikrî kaynaklı mıdır yoksa çıkar odaklı mı?

Çok uzun süredir, ortada fikre dayalı bir ayrılık görmüyorum. Türkiye’de fikre dayalı ayrılıklar çağı bitmiş gibi gözüküyor. Tam olarak menfaat der miyim buna?.. Diyebilirim belki… Genişleterek söyleyeyim bunu. Bir başka yerden ilerliyor çatışma… İçinde menfaatin de bulunduğu… Bunu aşmanın yolu şu; Türkiye’de herkesi antiemperyalizm etrafında toplayabilirsiniz. Doğrudan Amerika’nın mayın eşekliğini yapanları saymıyoruz, terör örgütlerini kastediyorum, FETÖ şu bu… Yâni, Türkiye’de herkes antiemperyalizm vasatında birleşebilir. Öyleyse evvela antiemperyalizmi bir anlatmak gerekecek. “Ben antiemperyalistim!” diyen adam Suriye’de Esed destekliyor. İnanılır gibi değil. İstiklâl Marşı’mız bizim millî mutabakat metnimiz. Mesela bunun üzerinden anlaşabilir, bir “ortak iyi” oluşturabiliriz. Birbirimize benzediğimiz insanlarla ancak mutabakat içinde bulunabileceğimizi düşünüyoruz. Halbuki öyle değil. Bize benzemese, hatta dini bizimle bir olmasa bile ortak paydada buluşabileceğimiz insanlar var. Ara Güler, toprağı bol olsun. Bir röportaj yapmıştım, Türkiye hakkında bana öyle bir eksen çizmişti ki, hayret etmiştim. Demiştim ki, “Türkiye’deki herkes Ara Güler gibi memleketi sevse.” Bu ortak iyi oluşturmaktır. Türkiye’de herkes eli kanlı bir mafya babasının verdiği bilgileri, veri kabul etmeye başlamış. Yahu adam katil… Doğrusu-yanlışı vardır verdiği bilgilerin elbette. Fakat bunu toplamda ortak kötü olarak resmedecek bir zihnî düzenden uzaklaşacak olursak, başımıza bela olur. Adama “Parti kur, oy verelim!”, “Cumhurbaşkanlığa aday olsa kazanır!” diyenler var. Videoda “Beni çağırdılar, birini infaz etmem için. Bizzat kardeşimi gönderdim!” diyor. Ya bu kadar net işte! Adama, Z kuşağı dediğimiz gençler, “Parti kursun oy veririz.” diyor. Uğraşmamız gereken nokta burası… Taksim camii açılır, açılmasın demiyoruz. Sembolik şeyler üzerinden kavga etmek yerine, gençlere odaklanmak, kripto paraların başımıza açacağı belaları yahut avantajları düşünmek gerek. Gerçekten Türkiye’nin kreatif ekonomiye dönmesini sağlayacak, doğalgaz meselelerinin üzerine eğilmek lâzım. Bataklık böyle kuruyacak. Herhalde, kimse bunlardan yana değil.

Öyle gözüküyor… İktidarı ve muhalefeti destekleyen medya akımlarının, incir çekirdeğini doldurmayacak mevzuları yalnız kendi perspektiflerinden ele alarak aktarmalarından hasıl olan ahlâksız yayıncılık hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’de medya, kendisine uzun süredir ciddiyetle yaklaşabileceğimiz bir hâlde değil ne yazık ki… Üstelik, sadece “iktidar yanlısı” yahut “karşıtı” medyadan bahsetmiyoruz. “Tarafsızlık” iddiasında bulunan bazı medya kuruluşlarının da neye taraf olduğunu çok iyi anlıyoruz. Dolayısıyla Türkiye’de hakikat düzleminden konuşan medya bir elin parmaklarını geçmiyor. Bu da Türkiye’nin içe sıkışmasıyla ilgili bir durum. Kendimden örnek vereyim; herhangi bir AK Partiliyi yahut AK Parti’nin yaptığı herhangi bir şeyi eleştirdiğimde bir tek vatan haini olmadığım kalıyor. E başka birisi de CHP’yi eleştirince, CHP’ye yakın medya o birisini vatan haini ilân ediyor. “Yol düşkünü!” falan diyorlar. Buraya nasıl sıkıştık?.. Yakın döneme bakacak olursak; FETÖ’nün girişimleri, Gezi hâdiseleri ve 15 Temmuz… Darwinciler diyor ya, “İnsan önce, güvenli bir yerde barınmayı kafaya taktı. Sonra yiyecek bulmayı düşündü, akabinde bitki yetiştirmeyi istedi.” Evrimi falan geçelim de, biz sanki bir barınakta barınmaktan başka elinden bir şey gelmeyenlermişiz gibi kalakalmışız. Özellikle 15 Temmuz’dan sonra… Oysa Türkiye’nin gerçeği bu değil. Barınakta falan değiliz, çok yüksek potansiyeli olan bir ülkedeyiz. Ve A noktasından B noktasına götürmek için sadece dindarlar, sosyalistler ve liberaller yetmez. Kemalistler hariç herkese ihtiyacımız var. Niçin Kemalistler hariç diyorum?.. Çünkü ben artık Kemalistlerin tedavi kabul etmeyecek bir kitle olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin temelde yüzyıllık sorunu Kemalizm. Bu şuurun ortadan kaldırılması gerek. Ben istemez miyim tüm memleket Müslüman olsun? Böyle bir düzlemimiz yok elimizde. Dolayısıyla müştereklere doğru gelmeli, buluşmalıyız. Ülkeyi fikirler üzerinden buluşabileceğimiz düzeni tesis edeceğiz. 100 yıllık Kemalist ceberut dikta deneyiminden sonra, bize başka deneyim yaşatılsın istemiyorum ben. İnsanların sokaklarında birbirini öldürdüğü iç savaşlar hep başka ülkelerde yaşanıyormuş gibi geliyor bize. Öyle değil! Bizim ülkemizde de pekâlâ böyle şeyler olabilir. Bunu ülkemiz için istememeliyiz bence.

“Erdoğan Kemalist rejimi yıkmamayı tercih etti!”

15 Temmuz aslında inkişafı beraberinde getirecek bir hâdiseydi halbuki…

Doğru değerlendiremedik 15 Temmuz’u…

Doğru nasıl değerlendirilebilirdi?

Çok temel bir toplumsal mutabakat önerilmeliydi. Türkiye’nin tüm kesimlerine... “Ya gelin, sivil anayasa ile üretilen, hukuk, finans ve asker vesayeti kalmamış bir ülkeyi beraber inşa edelim.” denilmeliydi; teminatlı hem de. Hatta herkesin kendi özgürlüğünü dilediğince yaşayabileceği ortamı hazırlamak gerekti. Bunu derken ne dediğimi çok iyi biliyorum. Böyle derken, buralı olmak, bu memlekete ait olmak şartıyla… Yine müşterek paydaya geliyoruz. “Ülkeyi beraber kurabiliriz.” teklifi olmalıydı.

İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, Türkiye’deki 3000 aileyi işaret eder. “Polis de bunların çıkarına göre hareket eder, asker de, polis de” der.

Tartışmasız öyle…

Bu düzlemde inşa edilmiş bir çete düzeni söz konusu. Bahsettiğiniz mevzu da Kemalist “çete düzeni”nin, dolayısıyla da rejimin değiştirilmesine denk geliyor değil mi?

Türkiye’nin rejim değişikliğine kökten ihtiyacı var. Sivil demokratik bir cumhuriyet mi? Bilemiyorum. Krallık mı? Bilemiyorum, konuşabiliriz yâni. Herhangi bir şekilde Kemalist rejimden kurtulmak lâzım. Her halükârda… Yerine ne koyarsak koyalım, Kemalist rejimden daha iyi olacaktır. Seyid Rıza ile Şeyh Said’i aynı anda katletme kabiliyeti göstermiş bir ideolojiden söz ediyoruz. Salih Mirzabeyoğlu ile Mahir Çayan’ı işkencehaneye almış bir diktadan bahsediyoruz. Kendisine, kendi çıkarlarına aykırı tüm sosyolojik kesimleri ezme kabiliyeti göstermiş ve sonra da sürekli elini yıkayarak, “Ben dünyanın en temiz ideolojisiyim.” diyen bir şey bu! “Atatürk olmasaydı babanın adı Yorgo olurdu!” gibi en suflî sloganlara, okumadan, geliştirmeden bağlı kalan bir şeyden söz ediyoruz. Üç bin aile, beş bin aile; azalır çoğalır. Bunların sahip olduğu gücü korumak haricinde hayatî maksadı olmayan bir dikta! Bu diktayı Recep Tayyip Erdoğan yıkabilirdi. Yıkmamayı tercih etti bana soracak olursanız. Yapabilirdi, 15 Temmuz’dan sonra bunun zemini de vardı, yepyeni bir Türkiye inşa edilebilirdi. Geç mi kaldık? Zannediyorum biraz öyle oldu… Ama her şey için çok mu geç? Hayır. Türkiye’nin asıl atağının, Kemalist dikta rejiminden kurtularak gerçekleşeceğini düşünüyorum.

“Toplum yalanı talep ediyor!”

Medya meselesine dönersek, her iki cenah da hiçbir meseleye hâkim olmadığı için mi böyle incir çekirdeğini bile doldurmayacak, sığ görüşler üzerinden tartışıyor? Yoksa bu şekilde hareket ederek, halkın zekasıyla alay ettiklerini falan mı düşünüyorlar?

İçinde birazcık entelektüel düşünce nüveleri taşıyan bir yazı yazdığımda, standart olarak aldığım tepkiler var. “Ağabey yine zor bir yazı yazmışsın.” diyorlar. Ben zor yazılar yazmadım, sen anlamıyorsun. Bunu zor yazmamak için özellikle uğraşıyorum. Bakmamışsın, görmemişsin, sosyal medyanın yeterli bir bilgi kaynağı olduğunu düşünüyorsun. Misal: Camilerin ve kiliselerin ışıklandırılması hakkında bir yazı yazdığımda hayatımın en az okunan yazısını yazmış oluyorum. Bence kritik mesele bu, Hıristiyanların ve Müslümanların ışık ile karanlık kavramına bakışı. Bu esasında çok temel bir farklılık verir bize. Dünya bakışı, ideoloji zaviyesi sunar. E bunu yazamam ben gazetede. Niye? Söyleyeyim. Yeni Şafak bu tür yazılara müsaade eden, elverişli son gazetelerden biri, belki de birincisi. Ona rağmen kendi okurumdan korkuyorum. Çünkü okur, “Bay Kemal” diyerek yazı yazmamı bekliyor. Bunu yapmayacağım.

İktidar yanlısı medyanın Erdoğan ve Ak Parti’nin her yaptığına, her dediğine tıpkı bir notermişçesine onay makamı şeklinde yaklaşması ve yol açıcı bir rol üstlenmekten azamî derecede kaçınmasının sebebi kendi niteliksizliklerinden mi kaynaklanıyor?

Buna atmosfer meselesi diyelim. Hâl böyle biraz. Ak Parti’ye ya da Erdoğan’a eleştiri barındıran yazı kaleme alanları Tayyip Bey’in önüne koyan bir ekipten bahsediyoruz. Ediyorduk daha doğrusu, bir-iki yıl öncesine kadar. Yeni Şafak onlar açısından “bizim gazete.” “Ya bizim gazetede yazıyor ama sizin adınıza bir şey söylemiş.” Ne yapmışım? Bir eleştirim var, onu dile getirmişim. Mesela, “Maske meselesi böyle mi yönetilir kardeşim?” demişim. Rezil olduk, koca Türkiye pandemide vatandaşına maske dağıtmayı bir ay başaramadı. Bunu yazmayalım mı? “Sağlık Bakanı iyidir, kötüdür, falancadır.” değil ki, bunu başarman lâzım, maske bu ya. “Biz nelerle uğraşıyoruz, İsmail neyle uğraşıyor?” deyip adamın önüne koyarsan beni, bir daha yazamam ki. Biraz atmosfer meselesi yani.

İki tarafın birbirinin simetriği olduğunu söylüyoruz ama ayrıldıkları bir noktayı işaretlemekte fayda var. Muhalefet senelerdir bu memlekette seçim bile kazanamamasına rağmen hâkim pozisyondaymış gibi dururken, 20 senedir iktidarda olan partiyi destekleyen medyada ise eziklik tavrı mevcut.

80-90 yılda biriktirmişler o hâkim küstahlığı… O cahil cesareti var ya… Yüksek özgüvenli hani. Bizim 20 yılda biriktiremememiz normal, bizde cahil cesareti bile yok. Bir şeyin doğru olduğunu bile bile yayamıyoruz mesela. Bünye ve karakterimiz müsait değil. Adam Geçen gün Erdoğan’ın Biden’in elini öpüyormuş gibi gösteren fotoğrafını yayınladı. Bunun sadece üç dakikada çürütüleceğini bile bile, yaptı bunu. Adamın olayı bu. Kilitlendiği yer burası. “Ruşen Çakır, radikal İslâmcılığı terkedenler anlatıyor…” diye bir program yapıyor.

Tam buradayken sormak istiyoruz: Yabancı vakıflarca fonlanan bu “özgür medya” denilenler ne kadar özgür?

Fonlandığın yer kadarsın… “Kimin ekmeğini yersen onun kılıcını sallarsın!” atasözü var. Allah hayırlı yerden ekmek yemeyi nasip etsin. Bilmem hangi Alman vakfının, bilmem hangi kraliyet akademisinin desteğini alırsan, senden hayırlı bir iş beklemek biraz safdilik oluyor. E öyle olunca da “Radikal İslâmcılar coşturuyor” falanmış. Radikal İslâmcılığı bırakmışmış, sebebi de ikinci eş durumlarını filan görmüş. Önce zaten Mevlâna ile başlamış işe, sonra Buharî ve Müslîm hadislerini okumuş, sonra sırasıyla Şii, Selefî ve Sünnî olmuş. E kliniğe yatıralım seni? Durum kliniklik. Altı ay tedavi görsün hele. Hiç kimse tarafından sevilmemiş bu arkadaş, bir kişi dahi sevmemiş. O da sevileceği yerler aramış falan. Ruşen Çakır’ın laboratuvar çalışmasından ziyade psikolojik kliniğini konuş. Niye yapıyorlar bunu? Söylem üstünlüğünü ele geçirmek için… Bu adam, neticede 12 yıldır, “Ak Parti 6 ay içinde gidiyor.” analizi yapan adam. Ak Parti günün birinde gittiğinde, “haklı” olacak. “Ben demiştim.” diyecek. Birinde denk gelir zaten. Böyle söyleyince de kızıyor, eskiden bir hukukumuz vardı; ama kızmasın. Norveç Kraliyet Akademisi ile yatağa giren şaşı kalkar. Heinrich Böll Vakfı ile yatan şaşı kalkar. Bunu anlamayacak ne var? Ya da Independent, Suudi sermayesi. Cemal Kaşıkçı cinayetiyle alâkalı bir şey söylesin ya, bağımsız gazeteciler… Lütfen söylesin… Bir şey yazsın…

Erdoğan, Biden görüşmesinde çekilen kareye atıfla bir şey söylediniz ya. Her iki kesim medyasının da attığı yalanlardan sonra, ertesi gün toplum içinde göğsünü gere gere salınabilmesini nereye koyacağız?

Toplum da bunu istiyor ya… Toplum, “bana yalan söyle” diyor. Bu ne? Biliyorsun, aşık değil ya karşındaki, “bana beni sevdiğini söyle” diyor. Toplum da ne yazık ki bunu istiyor. Toplum bunu istemese, bir gün dayanamaz o medya. “Kardeşim, bana ne yalan söylüyorsun!” diye hesap sorsa keşke. Müsilaj değil mi şimdi derdimiz? Ya kardeşim, 20-25 yıldır İSKİ AK Partinin kontrolü altında, Ekrem İmamoğlu gelene kadar biz Marmara’da müsilaj diye bir şey görmemişiz. Ekrem İmamoğlu gelmiş, “temel atmama töreni” yapmış ve müsilajla karşılaşmışız. Dön de ki “Ya sen ne yapıyorsun?” Ama asla bunu demiyor, onun yerine “bana yalan söyle” diyor. Ekrem İmamoğlu da çıkıyor, herkese lâzım olan yalanları sıralayıp sahneden iniyor. Adam da diyor ki, “ya bunu biz yapmamışız, bunu da AK Parti yapmış.” Tabiî ki tersi de mümkün. Abi senin suçun varsa, sen de çık anlat. Mesela Veysel Eroğlu’na söylemek lâzım, “sen İSKİ’yi yönettin, karışıyor mu Marmara’ya arıtılmamış atıklar, anlat bize.” Bunu bilelim, bunu bilmeye hakkımız var. Sana kızmayacağız, gerçeği bilelim de şu müsilaj belasından kurtulalım. Ama kimse gerçekle ilgilenmiyor ki, müsilajın ne olduğunu, niçin ürediğini bulamıyorsun. Varsa yoksa müsilaj temizleme, karşıt söylemler, yandaş söylemler filan. Bunun ne olduğunu öğrenmem dört günümü aldı.

Farkındaysanız baştan beri farklı mevzular üzerinden aynı şeyi konuşuyoruz. Bataklığın üzerindeki sinek ile uğraşıyoruz. Mesele hiç değişmiyor.

Maalesef öyle.

“İslâmcılar AK Parti’ye hizalanmayı bir sosyolojik gerçeklik olarak gördü”

Sizin de ifade ettiğiniz üzere, birkaç istisna dışında İslâmcı cenahtan gelenlerin bütün tezlerinden vazgeçmesinin ve AK Parti tecrübesinin İslâmcılığı büyük bir transformasyona uğratmasının sebebi nedir? Daha farklı bir yönüyle de sorarsak; transformasyona mı uğradılar, yoksa hep böylelerdi de oldukları şeyin ortaya çıkmasını sağlayacak atmosfer mi oluştu?

Bence transformasyona uğradık. 28 Şubat bizim için çok sert bir tecrübe idi. 28 Şubat tecrübesinden sonra biz, bedeli ne olursa olsun siyasette söz sahibi olmalıyız fikrine ilerledik. AK Parti’yi sosyolojik olarak doğuran nedenlerden biri, belki de en önemlisi bu. İkincisi ise 2001 ekonomik krizi... Dolayısıyla iki şey var karşımızda… Bir yaşadığımız olumsuz 28 Şubat tecrübesi. İki, berbat bir ekonomik kriz ortamının doğrudan cebimize yansıyan tarafları. AK Parti bu iki boşluğu da seneler içerisinde çok iyi kapattı. Ekonomiyi yoluna koydu, Türkiye’yi kalkınmacı bir ülke hâline getirdi, pandemide dahi en fazla büyüyen ülkelerden biri olduk. Türkiye’deki bütün kendisine yakın, kendi bünyesinde erittiği ideolojik kesimlere “şu ideolojilerinizi kırpın kenarlarından, camiyse cami, hansa han, hamamsa hamam, hizmetse hizmet” diyerek, bizi ideoloji bağımsız politik insanlar hâline getirdi. Ben söylüyorum şaşırıyorlar, dış politikaya yaklaşımım AK Parti’den oldukça farklıdır. AK Parti memleket yönettiği için doğal olarak bugün A gerekirse onu söyler, yarın B gerekirse onu söyler. Ben ise söylemem, benim işim değil bugün A olana yarın B demek. Yâni yarın Türkiye Cumhuriyeti devletinin İsrail ile arası düzelebilir. Allah o günleri bir daha göstermesin! Ama öyle olsa da ben yine İsrail’e düşman olacağım. Çünkü Turgut Özal memleketi yönetiyorken de İsrail’e düşmandım. Bana İslâmcılar olarak kendi bağımsız ajandamızı kaybettik gibi geliyor. AK Parti’ye hizalanmayı bir sosyolojik gerçeklik olarak gördük; fakat AK Parti’ye hizalanırken kendi özgünlüğümüzü koruyabilirdik korumadık. Türkiye’ye çok ciddi tekliflerimiz vardı 90’lı yıllar boyunca, bu tekliflerimizi sürdüremedik. Tekliflerimizden vazgeçtik. Gündem belirleyebilme gücümüz vardı, bu gücümüzü bir kenara bıraktık. Sadece ona hizalanarak Recep Tayyip Erdoğan’a da haksızlık yapıyoruz. Kendi özgün ve özgül gündemimizi koruma cesaretini gösterebilirdik gösteremedik. Bunu gösteremeyince de muazzam bir tembellik ve atalet üzerimize yapıştı ve içinden çıkamıyoruz.

“Sesi çok çıkanın hakikati temsil ettiği zannediliyor”

Medyanın yanında bir sosyal medya faciamız da mevcut. Her kesimin kendisine yakın tiplerden istihdam ettiği troller ve bot hesaplar üzerinden gündemi sürekli hakikatten uzaklaştırma çabasını görüyoruz. Buna karşı ne yapılabilir?

Gezi esnasında bir AK Partili siyasetçi Üsküdar’daki genç ve etkili sosyal medya fenomenlerini toplayıp onlarla bir yemek yedi ve “onlar ne yapıyorsa biz üç katını yapmalıyız” dedi. Ben orada anlamıştım sosyal medya meselesinin başımıza ne kadar büyük bir bela açacağını. Onlar ne yapıyorsa üç katını yapmalıyız bilgisiyle olmaz. Bununla alınabilecek bir mesafe yok. Şimdi trol o kadar çok ki, AK Parti trolü de var, CHP trolü de var, İYİ Parti trolü de var. İYİ Parti haftada bir tt oluyor, bu profesyonel çalışma yürütmeden olmaz, profesyonel çalışma yürütmeden İYİ Parti’nin buna gücü yetmez. Sosyal medya ofisleriyle doğrudan anlaşma yapan, sahte rt ve sahte tt kampanyaları üreten birçok siyasetçi tanıyoruz, solcu, sağcı, AK Partili, CHP’li… Çünkü bu sanallık içinde, bu algısallık içinde bir hakikat olduğunu düşünüyorlar. Oysa hakikat orada değil. Dün bana bir izleyicim, “Yayınevleri bir yazarın takipçi sayısını ne kadar önemsiyor?” diye sordu. Ben de “Ciddi yayınevleri hiç önemsemiyor; ama gevşek yayınevleri çok önemsiyor.” dedim. Bizim Ketebe’de kendi sosyal medya hesabı olmayan yazarlarımız var. Mesele şu, ciddi mi olacaksın gevşek mi olacaksın, hakikatten yana mı olacaksın algıyla mı uğraşacaksın, sanal mı kalacaksın gerçek mi kalacaksın? Kardeşim ben senin sosyal medya operasyonu için ayda kaç para aldığını biliyorum. Dolayısıyla sen beni bir şeye ikna edemiyorsun. Ben bizatihi kendi fikirlerimle ikna olmaya çalışıyorum; ama Türkiye öyle bir düzleme geldi ki, daha çok sesi çıkanın hakikati daha çok temsil ettiğine dâir bir noktaya vardı. Halbuki öyle değil.

“Fanusun içindeki sahte hayat herkesin işine geliyor”

Samimiyet sağlıklı bir iletişimin sağlanması için esasken sürekli olarak riyaya bulandırılan ve bu sebeple de bir türlü karşılık bulmayan bu metod daha ne kadar sürdürülecek?

Müşterisi olduğu sürece devam edecek, benim endişem bu. Arz-talep dengesi üzerinden gidelim. Siyasetçi de ayda 50-100 bin lira harcayarak sosyal medya trolleri üzerinden iş tutmak istemiyordur herhalde yahut Recep Tayyip Erdoğan da semboller üzerinden kavga vermek istemiyordur belki; ama müşterisi var. Yâni biraz yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar hesabı. Ya yumurtayı ya da tavuğu tercih etmeden bu iş olmayacak. Biz sürekli yumurta ile tavuğu aynı zannediyoruz. Halbuki yumurtayla tavuk birbirinden farklı şeyler ve kimin kimden çıktığı önemsiz. Tavuğa tavuk gibi, yumurtaya yumurta gibi davranalım. Türkiye’nin geniş kesimleri gerçekten kandırılmak istiyor. Gerçekten sahte bir fanusta yaşamak istiyor. Ne diyebilirsin ki? Siz Baran’da, biz Cins’te sonuna kadar hakikati savunuyor olsak, en nihayetinde ulaştığımız insan sayısı 15-20 bin kişi, daha fazlası değil. Daha fazlası Taksim Camii’nin inşa edilmesini, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesi ile karşılaştırdığında rahat ediyor. Fesi İslâm’ın sembolü sayıyor. M. Akif Ersoy’a kâfir demediği kalıyor. Ne yapacaksın bu adama? “Bir sakin ol, oturalım bir çay içip şu meseleleri konuşalım.” diyebileceğin bir aklı selim ortada yok. Bunu sadece kendi mahallem için söylemiyorum, sekülerler mesela… Hayat tarzınıza hiçbir şey olmadı, meyhaneniz açık, barınız açık, dilediğiniz gibi giyinebiliyorsunuz, gezebiliyorsunuz. Hatta bizim hayat tarzımız sizin hayat tarzınıza yaklaştı; ama İslâmcılar bizi kesecek korkusuyla yaşıyorsun. Niye keselim biz seni? Bu sahte hayat, bu fanus herkesin işine geliyor. Sen çıkmışsın “Çomak sokalım mı?” diyorsun, sokmayalım.

Biz çomak sokmaya devam edeceğiz.

Ben bundan yana değilim; çünkü böyle seviyor, ne yapalım? Bir şey yapalım tabiî, elimizden geleni yapalım; ama umutsuzluğa kapılmayalım.

Futbolla başladık futbolla bitirelim. Altyapı oluşturmadan, yetenek taraması yapmadan, tesisleşmeni tamamlamadan futbolda başarılı olman söz konusu bile değil. Altyapın, tesisin, futbolcu yetiştirme sistemin düzgün olduğunda istersen yabancı hakkını sınırsız yapabilirsin hiçbir sorun olmaz; ama altyapın ve tesisin yoksa yabancı hakkını iki yaptığında futbolun gelişmez. Biraz hakikate doğru yönelmek lazım, futbolun hakikati altyapı ve tesisleşmedir; ama hiç kimse bu hakikatle ilgilenmiyor. Herkes futbolun kazandıracağı bahis parasıyla ilgili. Bunu genele teşmil edersek karşılaştığımız manzara ne yazık ki bu. Biz sürekli altyapı ve tesisleşme isteyen romantikleriz. Halbuki hikâye bahis üzerinden dönüyor. Biz romantik kalmaya, itiraz etmeye devam edeceğiz; ama “Ufukta bir gemi görünüyor mu?” dersen… Hayırlısı diyelim…

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

Baran Dergisi 752. sayı