Bismillah deyip, başlayalım. Bugünkü Müslümanların ahvâlinden bahsedecek olursak, neler söylemek istersiniz?

Bismillah, elhamdülillah, vessalatü vesselamu ala Rasulillah..

Bundan sonra…

Allah celle celalühü, bizi, razı olmayacağı şeyleri söylemekten muhafaza buyursun...

Bugün iki İslâm var: Biri, İslâm’ın kendi kanalı olan Ehl-i Sünnet kanallarla gelen, bir de dıştaki İslâm düşmanlarının atölyelerinde imal edilen “İslâm”. Sonra da bize ihraç edilen, bizim ithal ettiğimiz ve birilerinin de resmiyet patenti koyduğu düşünce tarzından ibaret bir İslâm... Büyük oyunlar var!.. Bu sapkın düşüncenin revaçta olmasının değişik sebepleri var. Hakikî İslâm’ın, hakiki bekçileri mevkiindeki ulemayı silip, ortadan kaldırmak istiyorlar! İslâm’ı, olduğundan farklı olarak sunuyorlar. Müslümanların uyuşturulmuş olmaları ve gayretsizlikleri de bunların ekmeğine yağ sürüyor... Bunlar ne kadar anlatılsa yine azdır. Ben daha çok bu işi sistemli bir şekilde proje haline getiren dış mihrakların oyunları üzerinde durmak istiyorum. Bunun anlatılması lâzım. Sonra da uyuyanların uyandırılmaları... Malum Osmanlı’nın son devirleri büyük bir karışıklık ve anafor halindeydi. Her şey, eskisinden çok daha farklı hale getirilmiş ve gelmişti. Necip Fazıl merhumun yanlış hatırlamıyorsam Çerçeveyazılarından birindeki ifadesinin hulasası ile: “İslâm sarayı yanmıştı, ama henüz göçmemişti. Sonradan birileri geldi, parmağını dokundurdu ve güm diye yıkıldı.” Osmanlı’nın son dönemlerine ait İslâm harfleriyle çıkan gazetelere, matbuata baktığımız zaman bu işin ne kadar dehşetli bir hâl aldığını görürüz. Magazin gazete ve mecmualarında -af buyurun- öpüşme usul ve tekniklerine dair fotoğraflar vardı. Cumhuriyet vakanüvisi Ahmet Refikin İstanbul Nasıl Eğleniyordu?” namında Osmanlıca olarak yazdığı bir kitap vardı. Roman boyu, 200 sayfa civarında... Orada İstanbuldaki fuhşiyatlar, menfiyatlar anlatıyordu. Belki birçoğu yalandı, ama yalan ve mübalağaları elesek, tortuları bile dünyaya yetecek ve artacak rezillikleri ihtiva ediyordu!.. Müslümanlar, bir asırdır değil, üç asırdır Lale Devrinden sonra inişe geçmişti. Hocaları, hacıları, dindarları bile dinden, İslâmdan ve hatta –haşa- Allahtan usanmış bir hâldeydiler. Yine Meşihat dairesinin, tasavvuf yolunun çıkardığı bir Cerîde-i Sûfiyye vardı. Bu Cerîde-i Sûfiyye, şeyhlerin, halifelerin, müridânın ve muhibbanın yazı yazdığı bir tasavvuf mecmuasıydı. Onu bir sahafta buldum ve heyecanla aldım. Okuyacağım istifade edeceğim diye... Göz gezdirirken, o da ne, onda Alman Deutsche Bank’ın reklamlarını gördüm!.. Can evimden vuruldum. Gönlüm burkuldu. Çok sevdiğim, değer verdiğim insanların bulunduğu, yazı yazdığı değerli bir yerdi bu mecmua. Banka reklamı yapılıyordu orada. Anlatabiliyor muyum?.. Bir başka misalle sualinize cevap vereyim: Bir gün sabaha karşı balkonda duruyordum. Baktım ki, karşımızdaki sitenin dibinde bir karpuz kamyonu vardı. Az ileride de sitenin bekçisi... O adam kamyonun arkasındaki tenteyi indirdi... Fakat o ne? Site bekçisi, karpuzları çalıyordu. Çocukların anasını çağırdım. Hoca Hanım şuraya bak!” dedim. Tam ses edecektim ki, Hoca Hanım Dur, dur, sakın bir şey söyleme, bize zararları olur.” dedi. Hayret ettim. Bekçi hırsızdı… Bu işin üstesinden nasıl gelinirdi ki? Hırsız, bekçi yahut bekçi hırsız olursa, işin önü nasıl alınacaktı? Sonra bunu acaba söyleyelim mi söylemeyelim mi, başımıza iş açar mıyız?” diye düşündüm. İşin kanuni boyutundan değil de çevredeki insanların infialinden endişe ederek, orada yapmış olduğumuz hizmete de bir zararı olabilme ihtimalinden endişe duyarak sinemize çektik. Bir tarafta, maddi bir bekçiliğin hırsızlığa tahvil edildiği, diğer tarafta manevi bir bekçiliğin din hırsızlığına” intikal ettirildiği zamanda ve zeminde bulunuyorduk. Böyle bir hengâmede, tabiî ki İslâm düşmanları uyumayacaktı. Müslümanları dininden etmek için on dokuz Haçlı Seferi düzenlemişlerse de muvaffak olamamışlardı. O yüzden işi, İslâm’ı “içten değiştirmekle” halledecekleri görüşüne varmışlardı. Bu sebeple İslâma talip olanlara öyle bir “İslâm” takdim edilmeliydi ki, Müslümanlar dahi bununla asıl İslâma düşman olmalıydı. Merhum şairin mısralarına nazire olarak ifade edecek olursak, Öyle bir İslâma çattık ki, İslâma kurmuş pusu...” Bir de sözde İslâm ismini verdikleri bu düşünce paketini resmi patentli” hâle de getirmek istiyorlardı. Sen İslâmiyeti öğrenemezsin, öğretemezsin. Onu size ancak biz öğretiriz. Kendiniz öğrenip, öğretirseniz, bu, merdiven altı eğitim ve öğretim olur, diyorlardı.” Ümmetin bu günkü evlatlarının ekserisi, İslâm’ı, bunlardan, bunların tezgâhlarından öğreniyorlar. Daha doğrusu öğrendiklerini zannedip, sapkın düşüncelere yöneliyorlar. Mevla Tealâ, Nesli ve tarlayı helak ediyorlar, edecekler.” buyurdu... Allah’ı, bilhassa siyasi ve içtimai işlerine hiçbir şekilde karıştırmak istemeyen ama İslâm’ı öğretme işini tekellerine alanlar, nesli ve tarlayı helak manen etmenin yollarını bulmuşlardı. Tohumların genleriyle oynadılar. Hakiki İslâm’ın erişilmez değerdeki ölçülerini kötülediler de kötülediler... Ve netice itibariyle kimilerince İslâm imiş gibi zannedilen, ama onunla alakası olmayan yahut kalmayan bir şeyler uydurdular... Hep hakikî İslâmdan uzak, ona alternatif, ithal edilmiş bir hilkat garibesi İslâm’ın peşinde oldular... Ne yazık ki, Müslümanım diyenlerin büyük kısmı da bundan memnun.. Mülâkatın başında bana Charlie Hebdoyu sormuştunuz. Charlie Hebdo gavur. Resûlullaha hakaret ettiler, ederler. Gâvur gâvurluğunu yapacak. Gâvura gâvurluğu çok görmemek lazımdı. Bunlarda garip ve şaşılacak bir yan yoktur. Hatta İslâm devleti olsaydı, orada bu suçun cezası ölüm değildi. Asıl garip olan Müslüman olduğunu iddia edenlerin hepimiz Charlie Hedboyuz!” diye yürüyenlerin gavurluğu.. Müslüman olduğunu iddia etmesine rağmen ümmetin evladına Kuran’ı öğretmekle vazifelendirilen bir tefsir profesörünün, Kurandaki bir ayeti –haşa- inkâr edip mealen ben bununun ayet olduğuna inanmıyorum. Bunu Allah göndermiş olamaz.. Onu peygamber, kendi zihninde imal ederek Kurana koydu! diyorsa, bin tane Hebdodan daha alçaktır, daha gavurdur. Buna ses çıkaran olmayacak mı? Var mı böyle bir şey? Sözgelimi söylüyorum: Bu ve bunun gibi insan kılıklı bir yaratık, milyon tane Charlie Hebdodan alçaktır. Allaha zalim” diyecek, peygamber kıssalarıyla dalga geçecek, Kuran’ın tarihselliği masalıyla onu tarihin dehlizlerinde hapsedecek, tedavülden çıkaracak, Müminlerin anasına alçakça bin bir türlü iftiralar yapacak, sonra da ümmetin evladına İslâm’ı ve Kuran’ı öğretecek, üstüne üstlük de bütün bu yaptıklarına rağmen terfi ettirilecek!.. Orada dur! İşte bak bunun cezası aslında ve şartları bulunduğunda ölümdür. Ne var ki, İslâm’ın devlet olmadığı yerde ölüm cezasının tatbik edilmesi vacip değildir. Caiz midir, caizdir. Ancak dolaylı düşünüldüğü zaman, İslâma ve Müslümana gelmesi kuvvetle muhtemel zararlardan dolaylı caiz olmaz. Kısacası -kendi içinde caiz olsa bile- cezayı tatbik etme şartlarını bulundurmadığı zaman ve zeminde caiz değildir. Etraflı düşünüldüğünde günümüzde ve içinde yaşamak orunda bırakıldığımız şartlarda İslâm aleyhine yapılacak propagandalar, İslâma ve Müslümanlara gelebilecek zararlar düşünüldüğü vakit asla caiz değildir. Bunun hesabını ise cahiller takımı değil, ancak Rabbani âlimler yapar!..

Sapık düşünceler, günümüz medya horozlarının dayandığı noktalardan birisi. Allah’ın haramlarıyla, Peygamberin getirdiği şeylerle alay edilir, aklına uymayan her ne varsa inkâr edilir!.. Var mı öyle yağma? Başı –bir okka makyajlı palyaço yüzü hariç- kendine ait, ama aşağıları başkalarınınmış gibi teşhir bulunduran bir kadın tesettürü geliştirilmiş!.. Allah sonumuzu hayretsin. Benim her zaman söylediğim bir söz var: Hırsızlık kötü bir şeydir, ama Müslümanın hırsız olması çok daha kötüdür. Namussuz ve namussuzluk fena bir şeydir, ama Müslüman olarak bilinen yahut görünen birinin namussuzluk yapması çok daha alçakça bir iştir. Bu sapkınlarca İslâm’ın yasakladığı her ne varsa, hepsi meşruiyet dairesine katılmış... Başörtüsü mühimseniyor ama başın içindeki beyin ve göğüs kafesindeki yürek gavurlaştırılmış mı, gavurlaştırılmamış mı ona bakılmıyor! Başörtüsüne kıymet veriliyor ama, suratın palyaço suratı gibi olmasına bir şey söylenmiyor. Bunlar İslâm’ın yüz karaları!.. İslâm’ı, en kötü şekilde temsil edip, ona Leninin, Stalinin ve benzeri gavurların, geçtiğimiz asrın deccalının bile vuramayacağı darbeyi vuran sözüm ona Müslümanlar, İslâm’ın yüz karasıdırlar! Biz burada sütten çıkmış ak kaşık olduğumuzu iddia etmiyoruz. Bizim de nice suçlarımız vardır elbette. Bu oyunlar anlaşılır, gereken tedbirler yeterince alınırsa işler rayına girmeye başlayacaktır; o zaman kurtuluş yakındır inşallah.

Peki ne yapmalı?

Müslümanlar, İslâm’ı Ehl-i Sünnet kaynaklardan istifadeyle çok iyi öğrenmeli ve bilmeli. Diğer kaynakları sapkınlıklarını teşhir etmek maksadıyla didik didik etmeli. Ancak bu herkes tarafından değil, erbabı tarafından yapılmalı. İthal, sapkın düşünceleri tanımalı ve onun karşısında saf tutarak ona karşı savaş vermeli. Her ne pahasına olursa olsun Allah’ın İslâm’ına siper olmalı! İslâm’ı onun düşmanlarından öğrenip, aldanmamalı. Oryantalistleri, reformistleri fikren ve ilmen ellerinin tersiyle itmelidirler. Hatta bu da yetmez, manen ayaklar altına alıp çiğnemeli! Geçmiş büyük âlimlerin eserleri okunmalı. Günümüz İslâm işportacılarının kitap kılıklı paçavralarına iltifat edilmemeli. Bunu kendi öz kaynaklarında, kendi zeminlerinde yapılmalı. Evet, bugünkü medreseler, kalite bakımından belki eskiye nazaran onda bir bile değildir. Ama günümüzün medreselerine sahip çıkmak, buralarda yetişmek insanın kendi iç dünyasında ve teşekkülünde müthiş bir inkılaptır. Mesela İzmirde bir medrese hocası farz edin, , bozulmuş ve pörsümüşlerin karşısında ayakta durmaya çalışıyor!.. Bunun sayesinde, İzmirde ne akıl almaz güzellikler hasıl olur, hiç düşünebiliyor musunuz?! Müslümanların buna artık bütün zerreleriyle inanmaları lâzımdır! Şuurlanmalı ve onu bir silah gibi kuşanmalıyız! Hak yolunun dışındaki cereyanların, insanları zamanla dinsizleştirecek sonunda da artık ateist hale getirecek bir proje ve tezgah olduğunu çok iyi bilmemiz ve görmemiz lazım. Kendi göbek bağımızı, kendimiz kesmeliyiz.

Günümüzde İslâmî tedrisattan geçmiş, sözü halk arasında muteber birtakım hocalar, İslâm’ı ifsad etmeye çalışan kimseleri övüyor ve hatta lâik sistemden de rahatsızlık duymuyor. Tabir yerindeyse, ılımanlaşıyor. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Bu sualinizin adresini bildiğimi sanıyorum. Müslümanlar tabii ki, bir araya gelip bazı mühim hususları kendi arasında çözebilmelidirler. Hatta çok kere, yapmış olduğumuz hataları, teke tek, karşımızdakinin kulağına söylemeliyiz. Bizim doğrularımız, haddi zatında som doğru olsalar bile, bizim işimize yani İslâm’ın ve Müslümanların işine yaradıkları müddetçe doğru kalabilirler. Değilse doğruluğunu yitirirler. Laf taşımanın yahut koğuculuk etmenin -söylenenler aslında doğru olsalar bile- haramlığı bunun açık delillerindendir. Seneler önce bir mecmuada bahsettiğiniz mevzuda bir yazı yazmıştım. İslâm düşmanlarının düşmanı olmak, bizim imanımızın ve İslâm’ımızın en sağlam iki kulpundan bir kulpu ve anlatılamayacak kadar çok lüzumlu bir parçasıdır.

Abdülhakîm Arvasî Hazretleri de Hiç bir amelime güvenmiyorum. Lakin Allah Teâlâ'nın düşmanlarına düşmanlığım var” diye buyuruyor.

Evet. İslâm düşmanlarının yanında değil, karşısında saf olmalıyız, bu amelimize güvenmeliyiz. Her şeyi yerli yerince halletmek lâzımdır. Attığımız taşın her halükarda ürküttüğümüz kuşa değmesi gerekir. Bunun hesabını yapamayanlar avlanan keklikler gibi olurlar. İslâm düşmanlarının karşısına çıkacak iktidarımız yoksa bile, kuvvetimiz yettiğince derdimizi anlatabilmeliyiz. İslâm düşmanlarına önü alınmaz derecede buğz etmeliyiz. O zaman -inşallah- Allah bizi mazur görür. Ancak, gücümüz yettiği halde ve yerlerde eğriye ri!” demezsek bizi mazur görmez. Doğruyu söyleyememenin alternatifi de her zaman ve zeminde eğriyi söylemek değildir. Allah düşmanlarını düşman edineceğiz ve bunu ilan edeceğiz. Farz edelim, Lenin yahut Stalin ve benzeri başka bir zorba beni mahkemeye çıkarttı. Bulunduğum şartlarda da bu iki isim hakkında konuşmak kanunla yasak ve bunlar aleyhinde bir şeyler söylemenin cezai müeyyidesi vardır diyelim... Lenin hakkında ne diyorsun?” ya da Stalin hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorsalar, bir şey diyebilir miyim, dersem ne derim?..

Gücüm yetse, derim ki:

“Şimdi burada, sorduğunuz şahıs hakkında, gerçekte onda var olan övülecek şeyler bulup söylesem, yalakalık yapıyordiyeceksiniz. Hakikaten yanlış olan bir sözünü yahut işini bulup tenkit etsem ya da aleyhlerinde bir şey söylesem, beni kanunun pençesiyle yakalayıp asacaksınız belki de bir zindana tıkacaksınız. Bu zalimane olan şartlarda onun neyini soruyorsunuz bana? Şu kadarını bilin ki; Allah’ın gönderip uyulmasını emrettiği dine, Resûlü’ne ve Şeriatına her kim düşmansa, ona önü alınmaz bir nefretim ve düşmanlığım vardır. Allah’ın gönderdiklerini inkâr edenler, benim gözümde en alçak hayvanlardan da daha alçaktırlar. Onların suratına atacağım tükürüğe bile acırım. Onlara pislik sıçratmayı bile pisliğe bir hakaret sayarım.” Tabiî bunu söylemek de onların kanunlarına göre suç değilse ve zulümlerine dayanabileceksem bunları yaparım. Zira kendimi zillete düşürmemem gerektiğini bilirim. Nitekim Sahih-i Müslimde rivayet ediliyor: Abdullah ibn Ömere (r.a.) Haccaca niçin karşı çıkmıyorsun?diye soruyorlar. O da diyor ki, Benim gücüm yetmez ona. İşittim ki, Resûllulah (a.s.) buyuruyor: Bir Mü’mine kendisini zillete düşürmesi yakışmaz, yaraşmaz.”

Hâlihazırdaki kanunlara göre suç olan fakat İslâm dininde günah olmayan söz ve işleri, ehliyetim müsaitse söylemek veya yapmakla cezasını göze alıp suç işlesem bile günahkâr olmam. Ehliyet müsait ise söylemeli... Bu şartlarda bunları söylememek yahut yapmamak ruhsatı da vardır. Bana soruyorsanız, bu böyledir. Ama Ahmetin, Mehmetin hususî şartları nelerdir, onu bilmem. Yanlış adım atabiliriz, yaptığımız iş düşmanlarımızın işine yarayabilir. Yukarıda da dediğim gibi bizim doğrularımız İslâma yahut Müslümanlara yaradığı nispette ve mikyasta doğru kalır. Doğru olan hareketlerimiz, doğru kalabildiği müddetçe bizim için bir ehemmiyet arz ederler. Biz doğrularımızı düşmanlarımızın işine yarayacak şekilde ifade edersek, yanlış hale gelirler. Birilerinin yanlışlıklarını körü körüne ve hikmetsiz bir biçimde ifade edip, meseleye yanlış yaklaşırsak, bu doğru olmaz. Müslüman ince ve derin düşünceli olmalıdır. Müslümanları muhafaza edeceğiz. O kadar ki, karşımızdaki mümini, kendisinden daha fazla düşünüp, koruyacağız. Birisine kızarken de İslâm için kızacak, severken de yine İslâm için seveceğiz!.. Onu döverken de, severken de, bunları hep Allah için yapacağız!.. Hiçbir işimiz nefsimiz için olmayacak.

İslâmî bir otorite olmadığından dolayı sünnetten ve hadisten koparılmış bir Müslüman tasavvuru oluşturulmaya çalışılıyor. Hususen ilahiyat ve imam hatiplerde bu cinayetlerle çok sık karşılaşılıyor. Bu ifsat projesi nasıl bertaraf edilebilir?

Sadece sünnet ve hadisten mi? Değil... Kurandan da koparmaya çalışıyorlar... Hem de birçokları “Kuran” diye diye. Sizin dediğiniz, sadece geçmişteki bir merhaleydi. Artık o radde çoktan geçildi. Önce İslâmî otoriter olan gerçek İslâm âlimleri müçtehidler, müfessirler ve muhaddisler devreden kaldırıldılar. Böylece sıra sünnete ve kaynağı olan hadislere geldi.. Sonra, hadislere saldırmaya başladılar. Ardından sıra sahabeye geldi. Sahabe karalanmaya çalışıldı... Ve nihayet saldırma işinde sıra Peygambere (s.a.v) gelmişti. Hemen Peygamberi -haşa- sıradan bir insan olarak göstermeye başladılar. Ardından Ona da saldırmak yetmedi. Hızlarını alamayıp şimdi artık Allaha, ayetlere saldırıyorlar... Tarihsellik ne? Tarihsellik, Allahla ve Resûlü ile savaşma işi. Hulasa olarak Senin dediklerin belli bir zaman içindi, şimdi geçmez!” demeye getiriyorlar. Sahtekârlar, bir taraftan İslâm’ın hükümlerine saldırıyor, öbür taraftan da kendi akıllarınca hüküm veriyorlar. İstedikleri zaman, istedikleri ayeti, hadisi eğip bükmeye çalışır bu tipler. Bu ayetler ve hükümleri şu zaman ile sınırlıydı, şu zaman geçerliydi! derler. Çocukluğumda ve gençlik yıllarımın başlarında, bundan elli sene evvel, o zamanın küflü gavurları, İslâm için, Kuran Orta Çağ karanlıklarının mahsulü.” derlerdi. Ama şimdikilere nazaran onlar mert gâvurdu. Açıkça İslâm düşmanıydılar. Şimdiki Müslüman gibi görünen omurgasızlar ise Kuran ayetlerinin şu zamanla sınırlı” olduğunu söylüyorlar. Ayetler için Allah ve Resulü tarafından nesh edilmeyi kabul etmiyorlar ama onları kendileri nesh edebiliyorlar. Zaman ve şartlara göre Kuran’ın şu kadarı geçerli, şu kadarı geçersizdir.” diyebiliyorlar. Şimdi onların ektikleri tohumlar, artık koca ağaçlar hâline geldiler ve zehirli meyveler veriyorlar. Kafaya göre alternatif İslâm. Oryantalist kafası budur işte.

İslâmî otorite, yani gerçek bir İslâm Devleti bulunsa bunları tabii ki yapamazlar. Şimdilerde putperest sistemler, putlarını nasıl koruyorlarsa, İslâm devleti de haliyle her şeyin yaratanı ve yaşatanı olan Allah’ı savunup, icrasını emir buyurduğu dinini savunacaktı. İslâm dışı sistemlerin kendi kakaputlarını nasıl koruduklarına şahit oluyoruz. Kakaputlarının ilkelerine, düsturlarına, prensiplerine ne kadar sadakatle bağlı olduklarını ibretle seyrediyoruz. Her köpek hâliyle bağlı olduğu kapının sadık bekçisidir. İş buraya geliyor zaten. İman meselesi bile devlet meselesidir. İslâma göre İslâmî otorite şarttır. Aksi halde görüldüğü gibi çocuklar, devasa modern tapınaklarda yetiştiriliyorlar. Zavallı Müslüman! Senin neslin gâvur oluyor, haberin var mı!.. Mesela mürted olan, yâni dinden dönen bir insanın öldürülemeyeceğini söylüyor şimdikiler: Haklılar, kendileri mürted ya!.. Tabiî ki söyleyecekler bunu. Zina edenin taşlanamayacağını söylüyorlar: Haklılar, kendileri namussuz ya!.. Hiç taşlanmak ister mi namussuzlar? Hırsızların ellerinin kesilemeyeceğini söylüyorlar: Tabiî ki haklı bu alçaklar, kendileri hırsız ya!.. Şunu da söyleyeyim: Nasıl ki Şeriatın temel hedefleri beş tane idiyse Şeriat düşmanlarının da tersinden beş hedefi vardı. İman ve İslâm’ı yok etmek ilk sırada... Can emniyetini ortadan kaldırmak ikincisi... Namusu zedelemek, hatta katıksız namussuzluk etti mi üç?.. Mal emniyetini ortadan kaldırmak yâni hırsızlık, dört... Beşincisi ise insanların aklını alıp onları aptallaştırmak... Bu saydıklarımız, İslâm dışı görüşlerin temel beş karakteristik vasfıdır. Onların iman”ı da İslâm’ın beş temel hedef ve esasının zıddını gerçekleştirmek! Bunların tornalarından çıkan herkes aptaldır. İçlerinde tek bir akıllı bulamasınız, boşuna aramayın yoktur.

İslâmî hâkimiyetin siyasî partiler vasıtasıyla kurulacağı görüşü yaygınlaştı. Müslümanları her geçen gün aksiyondan uzak, ihtilâl gayesinden soğutmaya yarayan bir yöne itiyorlar. Buna karşı ne yapılmalıdır?

Söylediğiniz şeyi son yetmiş senedir yapıyorlar. Bu hususta konuşmayı bile lüzumsuz görüyorum. Bir lütuf olarak verilen şeyler istenildiğinde zorla geri alınır!.. Müslümanlar, kendi iktidarlarını İslâm düşmanlarının elinden kendileri almalı, Allah kuvvet verir de siz bir şeyi, birilerinden bileğinizin gücüyle alabiliyorsanız, onu biraz zor geri alırlar! Müslümanların nasıl maskara hâle geldiği ortadadır. Çocukken, 1968de buraya (İzmire) geldim. O zaman şimdi Menderes ismi verilen ve kaza yapılan Cuma ovası namında bir yer vardı burada... Çocukluğumda oradaki sirke götürmüşlerdi beni. Sirkte bir maymun vardı. Ona bir entari giydirmişlerdi. Ne var ki kuyruğu entarinin arkasında açılan bir delikten dışarı çıkmış, işi bozuyordu... Bu maymuna benzer Müslümanlar türedi, türetildi. Kuyruk işi bozuyor anlatabildim mi?

Üstâd Necip Fazıl’ın İslâmî mücadeledeki rolü ve misyonu nedir?

İslâmî mücahede ve mücadeleyi iki kısımda ele alacak olursak, bunlardan birincisi ilmî, diğeri ise fikri ve irfânî... İrfânî cihetin yılmaz bekçisi ve müdafisiydi Necip Fazıl (r.a). Ama bir İslâm âlimi yahut mürşid değildi. Böyle bir iddiası da yoktu. Necip Fazıl, kendi devrinde İslâm tasavvufunu destansı bir şekilde müdafaa etmiş, kimsenin ona hırlamasına müsaade etmemişti. Bir ormanın aslanı gibi kükrediği vakit, orada bulunanlar susmak zorunda kalmış. Kimse, tasavvuf aleyhinde konuşamamış, konuştuysa da cevabını rahmetliden almıştır! Bu siyasî mevzularda “Çerçeve” yazıları vardı kısa kısa. Kendisi keramet sahibi değildi ama feraseti çok ileri seviyede bir insandı. Söyledikleri elli sene yahut kırk sene sonra aynen tahakkuk ediyor. Bugün tabiî ki, insanlar liyakat kesp edemediklerinden dolayı Necip Fazıl gibi bir İslâm mücahidine çok muhtaçlar. Ona göre çapsız insanların elinde heder olan bir dava vardı. Yüksek çapta bir insandı rahmetullahi aleyh. İslâm irfanını, Allah dostlarını onun gibi mükemmel, vurucu şekilde anlatan ve müdafaa eden bu sahanın, bu meydanın başka bir adamını ben bilmiyorum. Öyle bir insandı. Allah ondan razı olsun.

Amin...

Allah, onun gibi, hatta ondan daha üstün çaplı ve gayretli mücahitleri, bu ümmete göstersin. Korku neydi bilmezdi. Kınanma nedir onun lügatinde yoktu. Söz ustası ve sultanıydı. Dopdolu bir insandı. Kusur ve günâhları olabilir, nihayet bir insandı... Ama müdafaa ettiği davanın yılmaz bekçisi, beklediği kapının sadık bekçisiydi. Allah ona rahmet etsin. Necip Fazıl böyleydi benim için... Onu anlatmamı benden beklemeyin. Onu benden çok daha iyi anlatan insanlar olur. Biz gençliğimizde ondan istifade ettik ama seksen sonrası o defteri kapattık. O defteri kapatmayan insanlar daha iyi bilir bu mevzuu. Biliyoruz ki, bugünün Müslümanları Necip Fazıl gibi bir mücahide muhtaçtır! Rahmetlinin vaktinde, Müslümanların boğazı düğümlenir, konuşamazdı. O konuşurdu hem de zerre korkmadan. Şimdi bizi adam yerine koyan yok. Neden? Çünkü o çapta insanlar değiliz biz. Bir insan, çok büyük bir âlim, bir kâmil olabilir... Ama meydanın mücahidi başkadır!.. Herkesin vazifesi değişiktir. Zamanımız Necip Fazıl’ın eksikliğini iliklerimize kadar hissettiriyor. Biz rahmetliyi konferans için buraya, İzmire getirmiştik. Onun Dünya Bir İnkılap Bekliyor” konferansının afişlerini öteye beriye asmıştık. O zamanın sosyalistleriyle karşılıklı dalaşa girmiştik. Ne günlerdi... Allah ona rahmet etsin... Bu günleri görseydi, Allahu alem kahrından ölürdü. İşin bir de diğer tarafından bakacak olursak, o olmasa Müslümanlar bugünleri görür müydü? Onu da düşünmek lâzım. İpin ucu puştun elinde! Sallu sullu de olur, sıllı de olur.” demiş ya imam.

Peki 1970lere damga vuran Akıncı Güç kadrosu hakkında neler söyleyebilirsiniz hocam?

Akıncılar hareketinin içerisinde, alt bölümler mevcut idi. Birçok üslup ve tarzla hareket ediyorlardı. Değişik tarikatlardan, değişik cemaat ve camialardan kişiler bulunuyordu. Epey renklilerdi. O zamanki bütün arkadaşlarımızı kucaklıyorum. Meseleyi “şu şöyleydi, bu böyleydi” diye ele almaktan imtina ederiz... Varımızla, yoğumuzla İslâm sevdasının sahibiydik. O günleri de arıyoruz... O günleri daha da ilerilere, daha da güzel noktalara taşımamız lâzımken, olduğumuz noktadan geriye doğru geldiğimizi görüyoruz. Biz, “Şunu yaptık, bunu yaptık.” demeyi edepsizlik sayarız, sevdamızla kaldık. Anlatıldığına göre, Şeyh Şamil Rus esaretinden kurtulduğu zaman gazeteciler ona şöyle sormuş: Yaşadığın şeyi anlatır mısın?” Şeyh Şamil de: Biz o hareketi anlatmak için yaşamadık, anlatacak bir şeyim yok.” demiş. Kısacası, Anlatabilmek için o harekete başlamadık.” dedi. Bizim de anlatabileceğimiz bir şey yoktur. Birtakım güzellikler yaşandı. O güzelliklerin tekrar ortaya konulması ve daha güzel noktalara taşınması gerektiğine inanıyorum. İslâma yaraşır şekilde hareket etmek lâzım. Gayri İslâmî yollarla İslâma varılamayacağını bilmek lâzım. 1980 öncesi, güzel zamanların içinde bulunduk, fakat anlatacak bir şeyim yok. Bir arkadaş “Hocam biz o dönemlerde köylere, değişik yerlere gidip İslâmî tebliğler yapıyorduk. O zamanlardan zihnimde bir tek o hatıralar kaldı.” dedi. Gençlerimizden birisi böyle söylemiş, çok hoşuma gitmişti. O zamanlar neleri yaşadık, neleri anlattık, dünya namına değil de sadece ahiret için nelere kilitlendik, nelerle ömrümüzü sürdürdük, onların yâd-ı cemiliyle müteselli oluyoruz. Yaşanan bazı yanlışlıkları Allah yeni gelen neslimize göstermesin. Ama gidişatın iyi olduğunu söylemek de çok zor. Şimdi daha da kötü bir hâle geldi. O dönemlerdeki sevdayı arıyor ve istiyoruz.

Ayasofyanın açılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ayasofyanın müze olmaktan kurtulmasına hamd ediyoruz. Lakin tezden onun cami olduğunu da görürüz İnşallah. Ayasofyanın -bir şaklabanın da ağzından kaçırdığı gibi- bütün dinlerin ibadetgâhı haline getirilmesi, puthane unsurlarının hâlâ orada durması düşüncesi kahredici bir şey. Bu kadarını veren Rabbimiz, devamını da getirir İnşallah. Evet, Ayasofya müze olmaktan çıkartıldı. Allah vesile olanları da bizleri de saf ve tortusu olmayan bir İslâm inanç, anlayış ve ameli nasip etmekle güzel bir şekilde mükâfatlandırsın. İnşallah gerçekten bir cami haline, sadece İslâm’ın ibadethanesi haline gelmesine de yardım eder. Tamam, birilerinin yaptığı lanetlik çok kötü bir şeyden kurtulduk, bu kıymetli ve mühim bir adımdır. Ama Ayasofyaya girdiğiniz zaman oradaki putları hala görebilirsiniz. Onların perde ile örtülmesi neyi ifade eder, neyi değiştirir?. Meseleye hamasi bir bakış ve dille değil de, İslâmî bir hassasiyetle bakılması ve yaklaşılması lâzım. İyi bilinmeli ki, onun müze olarak kalması, hem İslâm’ın, hem Yahudiliğin, hem de Hıristiyanlığın ortak mabedi haline getirilmesinden çok daha ehvendir, yani daha az kötüdür.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben de teşekkür ederim.

Baran Dergisi 718.Sayı